Kategori: Film/Dizi Yorumlarım

  • Izgnanie (Sürgün)The Banishment

    Izgnanie (Sürgün)The Banishment

    Vizyon Tarihi: 22 Şubat 2008

    Süre: 158dk

    Tür: Dram

    Senarist:  Andrei Zvyagintsev,

    Yapımı: 2007 – Rusya

    Oyuncular: Konstantin Lavronenko,Maria Bonnevie

    Yorumcu: Özcan ATAR

    Magnifikat
    Annunciation

    Alexander dağ evinde kendi sessizliğinde yaşarken ve her şey normal gidiyormuş zannederken Vera ona ilk şoku yaşatır ve : “Hamileyim, ama çocuk senden değil Alexander.” der.  Alexander beyninden vurulmuşa döner aslında hamileyim dediğinde Vera ona bile tepkisi “e tamam o zaman” gibidir. Ancak “senden değil” cümlesi gelince duyguları – ki  o da nefret- ortaya çıkar. Bir tokat Vera’ya…evden çıkar Alexander ve koşar, koşar, koşar sonra tekrar geri döner. Sessizlik iki tarafta cıvıldayan sadece çocuklardır. Ama Vera için çocuklar da hayat da bir önemli değildir. Her şey bu dünyada sukut etmiştir.

    Alexander dağ evine doktor çağırır kürtaj için. Vera kürtaj sırasında ölür!…Alexander pişman, üzgün ama ne fayda.

    Zvyagintsev’in filmlerinde hakim unsurlar: Sevgisizlik, derin sessizlik, harap evler, karanlık koyu gri sokaklar, din, uzun bitmez yollar, mutluluk, ümit  de olabilir anlamında geniş ovalar, engin denizler, sanat, gizem, derin bakışlar, beklentiler ve elbette şok . Bunlarla kuşatılıyorsunuz. Bu tip ağır giden filmleri sevmeyenler için elbette çok can sıkıcı olabilir.

    Filmin sonunu yazmayacağım ama bu yazıyı okuyanlar filmi seyrettiklerinde anlayacaklar!

  • The Equalizer-III

    The Equalizer-III

    Orijinal İsmi: The Equalizer – III

    Vizyon Tarihi: 1 Eylül 2023

    Süre: 109dk

    Tür: Aksiyon, Gerilim, Suç

    Yönetmen: Antoine Fuqua

    Senarist: Richard Wenk , Michael Sloan , Richard Lindheim

    Yapımı: 2023 – İtalya ,  ABD

    Oyuncular : Denzel , Dakota Fanning, David Denman

    Denzel Washington dünyaya aktör olması için gönderilmiş. Tam bir yetenek. Ben onun 1987’de çekilmiş Cry Freedom filmini seyrettiğimde çok etkilenmiştim. Pek çok filmi var ama Malcom X benim için ayrı bir değere sahip. Denzel Washington’un ilerleyen yaşına rağmen ADALET-1, ADALET2 ve ADALET-3 serilerinde bu kadar başarılı olabilmesi takdire şayan.

    Adalet-3 filmi de hemen her yönüyle muhteşem. Filmde aksiyon var, sanata vurgu var, psikoloji var, kin var var, mutluluk var. Bravo. Tüm bunları 2 saat boyunca bıkmadan usanmadan gözünüzü kırpmadan izleyebiliyorsunuz. Film böyle çekilir. Senaryo böyle yazılır, bir film bu kadar güzel kurgulanır.

    Amalfi/İtalya The Equalizer-III Filminin çekildiği kasaba

    Hani pek çok filmde vahşet gördüğünüzde bir irkilir biraz tiksinti duyarsınız ya. Bu filmde bu sahneler ne zaman gelecek diye beklersiniz. Zaman Robert McCall’in ( Denzel Washington) kölesidir. Zaman, özen, dikkat ve muhteşem sonuç. Aslında Robert McCall  -adaleti sağlamak için bile olsa- yaptıklarından dolayı vicdan azabı çekmektedir ve temiz bir sayfa sakin bir yaşam için kendini bir İtalyan kasabasına atar. Fakat ne mümkün! İtalyan mafyası bulunduğu şirin şehirde halkı baskı kurmakta zorla işyerlerini haraca bağlamakta ve hatta bu görünen zorbalıktan daha öte uluslararası eroin kaçakçılığı da yapılmaktadır.

    Dakota Fenning’in ( Dakota Fenning 2004 yılı yapımı olan Gazap Ateşi [Man On Fire] filminde daha 9-10 yaşlarında iken Denzel ile birlikte rol almış) de rol aldığı adalet-3 filminde Amalfi kasabasını  bir tablo gibi önümüze serip bir göz zevki haline getiren yönetmen Antoine Fuqua’yı da kutlamak gerekir. Ne güzel görüntüler. Aslında filmde iyilik – güzellik ile kötülük-çirkinlik iç içe geçmiş ve bu filmin hemen her karesinde hissettirilmiş. Balıkçının Robert McCall’e içtenlikle balık vermesi, polisin, doktorun, garsonların, orada yaşan sakinlerin ona davranışları Robert McCall’i olağanüstü etkilemiştir. Elbette Robert McCall’in bu kasabayı beladan temizlemesi kaçınılmazdı. Her ülkenin bir Robert McCall’i vardır ki iyi ki de varlar. Robert bana Osmanlıdaki Akıncıları hatırlattı. Evet! Osmanlı akıncıları ve Yeniçerileri gittikleri ülkelerde zorbalara göz açtırmazlar ve adaleti sağlarlardı. Evet, sadece bir kişi bile bir şehri korurdu. Öyle ki İtalya’nın Moena kasabası bunlardan sadece biri.

                    Filmin son karesinde havai fişekler göklere doğru yükselir ve geceyi aydınlatır. Adalet ve iyilik kazanmıştır. Film bitmiştir ve herkeste bir tebessüm…

  • the undoing

    the undoing

    Yorum: Özcan ATAR

    Dizi adı: The Undoing (Geri Alma)

    Yıl: 2020

    YönetmenSusanna BierDavid E. Kelley

    Oyuncular: Nicole Kidman (Grace Fraser), Hugh Grant (Jonathan Fraser), Noah Jupe (Henry Fraser), Matilda De Angelis (Elena Alves), Edgar Ramirez (Dedektif Joe Mendoza), Donald Sutherland (Franklin Reinhardt), Noma Dumezweni (Haley Fitzgerald), Lily Rabe (Sylvia Steineitz), Edan Alexander (Miguel Alves), Ismael Cruz Cordova (Fernando Alves), Michael Devine (Dedektif Paul O’Rourke), Jeremy Shamos (Robert Connaver)

    Müzik: Evgueni Galperine, Sacha Galperine

     Tür: Drama-Gizem

    Konu: Aile

    Ana Fikir: Amerikan aile yapısındaki ve Amerikan sosyal yapıdaki bozuk ilişkiler


    Filmin Esin Kaynağı: İngilizceden çevrilmiştir-The Undoing, Jean HanffKorelitz‘in 2014 yılında You Should Have Known adlı romanından uyarlanan bir Amerikan gizem psikolojik gerilim televizyon mini dizisidir. Dizi karmaşık değil oldukça sade kurgusu da herkes tarafından hemen anlaşılabilir.

    Evet, mini dizi kategorisindeki bu dizi sürükleyici. Dizinin sonuna kadar ilerleyen süreçte katilin kim olduğunu seyirci olarak bulamıyorsunuz. Fakat birçok filmde olduğu gibi final sönüktü diyebilirim. İnsan finalde hep farklı bir tat almak istiyor. Ancak yapım ve senaryoların pek çoğu bu tadı vermekte zayıf kalıyor.

    Film karmaşık bir kurgu değil. Film Fraser ailesinin çatırdayıp çökmesini konu alıyor. Aile zengin. Baba Jonathan Onkolog anne meşhur bir psikolog. Ancak anne kocasından ilgi görmüyor fakat eşine ihanet de etmiyor. Baba Jonathan’ın ise dizinin içindeki ilerleyen diyaloglardan anlıyoruz ki başka kadınlarla ilişkileri var. Özellikle de hastalarıyla ya da hasta yakınlarıyla. Fakat Jonathan birçoğunu bir gecelik ilişki diye söylerken en son sevgilisine aşık olduğunu açıkça ifade ediyor ve  karısını sevse de diğerinden vazgeçemediğini söylüyor. Eşi Grace iyi eğitimli tanınan ünlü bir psikolog olup da eşinin kendisini aldattığını anlayamıyor olması da ilginç. Belki  anlasa da ailenin bozulmaması için yapılan bir fedakârlık olarak da düşünülebilir.

    Jonathan, hastasının annesine (Elena) kapılır. Ondan vaz geçemez. Kapıldığı kadın Elena, etkileyici ve kendi içinde psikolojik saplantıları olan biridir. Bir sanatçı olan Elena zengin değildir eşi ile de problemleri vardır. Okul aile birliğinin içine girerek sosyal statüsü yüksek ve zengin ailelere ayak uydurmaya çalışırken  Elena’ya Grace de kapılır. Hatta Grace eşcinsel tavırlar sergileyen Elena’nın atölyesine gider kendi resmini çizdirir. Aslında Grace de bulunduğu zenginler ortamından bunalmış olduğundan Elena’ya yapışır öyle ki gönlünü ona kaptırır. Böylece Elena’ya aynı aileden hem Grace’nin kocası Jonathan hem de Jonathan’ın karısı Grace gönlünü kaptırır. Birbirilerinden habersizlerken Jonathan işin kötüye gitmeye başladığını görür ve Elena’dan uzaklaşmak istese de Elena artık bu aileyi kafaya takmıştır ve ayrılmaz. Jonathan da Elena’yı öldürür. Elena’nın oğlu Elena’yı stüdyosunda başı parçalanmış yerde yatıyor olarak görür. Olay duyulunca kimin öldürdüğünü bulmaya çalışırlarken soruşturmalar genişler ve şüpheliler Elena’nın kocası, Grace, Jonathan’ın olabileceği düşünülür. Dizi tüm bölümlerde her bir şüpheli üzerinde durur.  Grace kocasının kendisini aldattığını bu soruşturmalarda öğrenir ve Jonathan’dan nefret edecekken Jonathan Elena’nın çok takıntılı ve etkileyici olduğunu onun için ihanet etmek zorunda kaldığını karısına anlatır ve Grace de Elena’ya aşık olmak üzere olduğunu bildiğinden kocasıyla empati kurar ve onu affetme eğiliminde gözükür. Ancak Grace Jonathan’ın ihanetlerini görüp onun psikopat biri olduğuna ikna olunca mahkemede kocası aleyhine aniden suçlamalarda bulunur ve kocasının Elena’yı öldürdüğünü söyleyerek kocasını ele verir. Bu arada film içinde Elena’nın eşinden ve hatta Henry’den bile şüphelenilir ki baba JONATHAN küçük oğlunu suçlayabilecek kadar asosyal tehlikeli bir psikopattır. Grace’nin babası Jonathan’ı ilk gördüğünden beri hiç sevmez fakat kızının görüşlerine saygısından Jonathan’a katlanır hatta Jonathan hapisten kurtulsun diye yüklü miktarda şartlı tahliye olsun diye ödeme yapar.

    Ben Jonathan eşini aldattığı için Grace’nin de kocasını aldatma yoluna gireceğini ummuştum birçok Amerikan ve Avrupa filmlerinde olduğu gibi ama Grace tutarlı ve ERDEMLİ insan olduğunu göstererek kocasını hiç aldatmamış ve film sonuna kadar da aldatmadı. Öyle erdemli ki kocasının psikolojisini çoktan çözdüğü halde ona düzeltme şansı vermiş olduğu görülüyor filmde.

    Tabi filmde Amerikan toplumunda sosyal statülerin derinliği, alt tabakaya üst perdeden bakmalar, zenginlerin anlam arayışları (Grace bunu temsil ediyor), çarpık ilişkiler, okulların iç işleyişleri vs. yansıtılıyor. Hemen tüm filmlerde evlilerin her an aldatma korkusu içinde oldukları görülüyor. Bu durum gerçekte de böyle ise vay!!

    Bir garip sahne  vardı ki ! Akıldışı. Jonathan yasak aşk yaşayıp öldürdüğü sevgilisinin kocası olan Fernando Alves ’in evine öylece gidiyor ve ona Elena’yı öldürmediğine ikna etmeye çalışıyor. İlginçtir Fernando olur böyle şeyler havasında Jonathan’ı karşılıyor. Akıl alası değil. O arada Fernando’nun kucağında taşıdığı bebek de aslında Jonathan’a ait.

      Ben katil JONATHAN rolünü oynayan Hugh Grant’in bu filmdeki oyunculuğunu hiç beğenmedim. Olmamış maalesef. Nicole Kidman başta olmak üzere diğer oyuncuları çok beğendim.  Hugh Grant başarılı bir oyuncuysa bile bu dizide maalesef başarılı değil. Davranışları, mimikleri her şeyi iticiydi. Ama Nicole Kidman, Elena rolündeki Matilda DeAngelis ve özellikle Donald Sutherland çok başarılıydılar. Bu dizide Elena daha fazla rol alabilirdi çünkü her şey onun üzerinde dönüyordu. Bana göre erkenden öldürülmemeliydi.  Küçük Fraser Henry ise boyundan büyük işlere burnunu sokuyordu anlamsızca daha çocukça ve daha masumane bir rol giydirilebilirdi. Fakat o küçücük yaşına rağmen telefonundan takip ettiği benim bile anlamakta zorlanabildiğim duruşmalardaki cümleleri anlıyor ve yorumluyordu. Hatta bir sahnede çocuk Henry anne ve babasıyla bulunduğu ortamda  babasına : “ Sen Elena’yı s….tin mi?” diye abes bir soru sordu. Aile içi konuşmalara bakar mısınız?

    Aslında ana oyuncu Nicolas KİDMAN ile birlikte filmin sürükleyicisi yan rollerdeki oyuncular olmuştur. O kadar iyi idiler. Yan oyunculardan özellikle avukat Haley rolündeki Noma Dumezweni’yi ve büyükbaba rolündeki Donald Sutherland harika oynadılar.

    Aslında kızı tarafından her şeyiyle idol olan büyükbaba da maalesef karısına çok fazla ihanet etmişti. Bunu bizzat büyük bir pişmanlıkla kızı Grace’ye itiraf etti. Öyle ki Amerikan ve Avrupa filmlerinde ortak bir sonuç olarak şu çıkıyor: İhanet! Allah bu toplumları (hoş bizim de bunlardan kalır bir yanımız yok ya)karanlıklardan aydınlıklara çıkarsın!

    Evet! Sanatın, cinselliğin, suçun, takıntının, ihanetin işlendiği bu film öyle hafızalar da yıllar boyu kalır mı?

  • The Son (Evlat)

    The Son (Evlat)

    Yorum: Özcan ATAR

    Film Adı: The Son (Evlat)

    Tarihi: 2022

    Tür: Dram

    Yönetmen: Florian Zeller

    Senaryo: Florian Zeller

    Oyuncular: Hugh Jackman, Laura Dern, Vanessa Kirby, Anthony Hopkins, Zen McGrath

    Ülke:  ABD

     Konu: Ayrılık

                    Bazı filmler vardır oyuncuyu görürsünüz ve filmi seyretmeden filmin kaliteli olacağından neredeyse eminsinizdir. Bruce Willis, Antony Quinn gibi  işte ne bileyim Diane Lane gibi. Bu filmde de Antony Hopkins ve Laura DERN’i görünce bu film seyretmeye değer dedim. Fakat filmde Antony’e çok az  yer verilmişti. Hatta Laura’ya da az zaman verilmişti.

    Film boşanma süreçleri ve sebepleri üzerine hiç durmamış boşanmanın kötü sonuçları üzerine dikkat çekmiş. Özellikle çocuklar üzerindeki olumsuz etkisi. İlginçtir ki ben Hugh Jackman’ın bu filmdeki oyunculuğunu çok beğenmedim. Bende nedense üzgün baba hissiyatı oluşamadı. Ben en çok Vanessa Kirby’i beğendim. Zen McGrath ve ilginçtir Laura Dern’den  de çok etkilendiğimi söyleyemem. Antony elbette muhteşem bir oyuncu fakat bu filmde onu da çok fazla göremedik. Benim açımdan bakıldığında en azından bu film için oyuncular vasat kaldı. Vanessa Kirby Pieces Of A Woman (Bir Kadının Parçaları) filmindeki kadar etkileyici bir performans (filmdeki rolü gereği) göstermemiş olsa da bakışları…Evet, onda da gözler Hopkins gibi,  Michelle gibi, Diana gibi oldukça etkileyici ve filmi sürükler nitelikte.

    Nicholas (Zen McGrath) babası Peter’in (Hugh Jackman) annesi Kate  (Laura Dern ) ile birlikte onları terk ettikten sonra babasına karşı öfke içindedir. Nicholas, babasına bir şekilde ulaşıp hem onu tanımak ve hem babasından intikam almak, ondan niçin ayrıldığına dair hesap sormak için  tanımak hem de ondan bir şekilde intikam almak için babasının yanında kalmak isteğinde bulunur. Baba yeni karısı Beth (Vanessa Kirby) istemese de   oğlunu yanına alır ama nafile Nicholas bir türlü düzelmediği gibi hastalığı daha da ilerler ve Nicholas maalesef babasının evindeki av tüfeği ile ki o tüfeği de büyükbabası Antony (Antony Hopkins)   babasına hediye etmiştir.  Baba Peter de babasını sevmemiştir. Oğlu da babasını sevmemiştir. Bu aile dramı gene daha büyük bir dramla son bulmuş ve Nicholas intihar etmiştir.

    Öncelikle filmde sapkın cinsel hazlara yer verilmemiş. Bu takdir edilesi bir iş. Böyle film bulmak şans işi. Filmin son sahnesi de oldukça üzüntü vericiydi. Ama buralara kadar gelmemek için bir ebeveynlerin çok ama çok dikkatli olmaları gerekiyor. İş ve aile döngüsünü istikrarlı ve dengeli götürmek son derece önemli ama bir o kadar da zor bir iş. Neyse ki intihar edecek noktalara kadar gelecek insan sayısı az. Ayrılıklar yaşanan ailelerde çocuklar hayatın tazeleyici akışı içinde her şeye katlanıp alışıyorlar da bu dramlar az oluyor.

  • Film/Dizi Yorumlarım

    Film/Dizi Yorumlarım

     Yazan : Özcan ATAR

                Giriş:

                Yabancı dizi ve film yorumlarımı yapmaya çalışacağım ilerleyen günlerde. Film ve Dizi dünyasına aşina değilim sadece bir izleyici olarak yorumlayacağım. Yorumlar tamamen öznel olduğundan doğru ve yanlış değerlendirmelerime okuyucular katılmak zorunda değiller. Kaldı ki film eleştirmeni gibi bir payem de yok. Ben sadece filmin ruhumdaki etkisini günceme/bloğuma taşıyorum. Ancak bazen amatör değerlendirmeler okuyan ile yazar arasında  eşsiz bir senkronizasyon oluşturabiliyor.   

                    Murat SONER Türk dizilerini mükemmel yorumluyor şüphesiz. Türkiye’de kimse onunla bu konuda boy ölçüşemez. Keşke uyarılarını dikkate alsaydı bu dizici sektörü. Nafile! Karşısındaki yapılanma o kadar büyük ki o sektör için Murat SOYER maalesef sinek vızıltısı gibi kalıyor. Kaldı ki sadece sektör değil toplumun beğenileri de dizilere pirim verdiği için Murat SOYER eleştirileri hiçbir şekilde ülkenin gündemi olamıyor. Ben bu sektörü “güç” kavramıyla değil de “Karanlık Zihin” sözü ile ifade edeceğim. En galiz sözcüklerle bu film sektörünü anlatmak  ve dünyaya haykırmak isterdim :  Ey insanlar! Nereye gidiyorsunuz.

    O kadar karanlık bir zihniyetle

    karşı karşıya kaldık ki bu zalimliğin eşi benzeri bence ne Moğollar ne Hitler ne de farklı despot zalimlerde vardı. Bu kadar iddialıyım. Belki ilk bakışta kafamız boynumuzdan ayrılmıyor, derilerimiz fırınlarda yakılmıyor ama birçok dizi, gözlerimizi kudurmuş bir canavarın gözleri gibi kıpkırmızı yapıyor, bizi insanlığımızdan çıkarıyor; zihnimizi, ruhumuzu adeta savuruyor. 

                    Madem zihniyet  bu kadar karanlık o halde “film ve dizi yorumlamak” da nedir diye eleştirebilirsiniz. Evet, yukarıdaki duygulara ancak bu karanlık zihnin derinliklerine dalarak ulaşabiliyorsunuz. Yoksa ikinci üçüncü kişinin anlatımı işin vahametini anlamada beni kısır bırakırdı.

                    Öncelikle şunu itiraf etmeliyim: Yabancı (yabancı derken özellikle Amerika, Avrupa, İskandinav ve Rusları kastediyorum. Elbette son zamanlarda Kore ve Japon film ve dizileri de revaçta ) dizi ve filmlerde hayaller, düşünceler, zihinlerdeki imgeler o kadar mükemmel aktarılıyor ki doğrusu bu mükemmelliğin önünde hayretler içinde donup kalıyorsunuz. Sadece belli bir temayı değil; korku, kaygı, acıma, dram, mutluluk, cinsellik, aşk, komiklik, sakarlık velhasıl insana dair ne varsa tüm derinliği ve çıplaklığı ile görüyor ve ruhunuz duygudan duyguya geçiyor zihniniz suskun, esir oluyor. Nasıl? Nasıl?  !!!!  

                    Her ne olursa olsun mükemmellik: İşini en iyi yapmakla ortaya çıkan bir  sonuçtur. Gerçekten yabancı sanatçı ve yönetmenler hangi rol hangi tema olursa olsun işlerini çok çok iyi yapıyorlar. Madem bir film çekilecek ve bu filmden dünya etkilenecek, o halde oyuncu seyirciyi cezbetmeli. Oyuncu, yazar, yönetmen seyircinin nasıl olmasını istiyorsa onun için çaba gösterilmeli ve seyirci adeta gerçek olanın, hayatın kendisi değil de dizinin/filmin olduğunu zannetmeli.

                    Elbette Türk filmlerini  hakir görmüyorum ama zayıf senaryo cılız film/dizi  ortaya çıkarıyor. Haliyle biz UZAY filmi yapamıyoruz. Bilim-Kurguyu zaten yapamıyoruz da özellikle dram (ki en iyi olmamız gereken tür) senaryoları çok ama çok zayıf.  Komedi de biraz daha iyi olmakla beraber Korku filmlerinde de üretken olduğumuz söylenemez. Vasat din temalı filmleri söylemeye bile değer bulmuyorum. Elbette her emek kutsaldır övülmeye değerdir fakat ben bu zaviyeden değerlendirmiyorum. Yabancı filmlerde konu ne olursa olsun (din de olabilir) bariz bir kalite oluyor. Bunun başlıca iki sebebi var: Kaliteli senaryo, çok çalışmak.  

                    Mükemmellik dediğim, kalite dedim, çalışkanlık dedim, kaliteli bir senaryo dedim. Batılılar böyle. Ne yaparlarsa iyi yaparlar. Bir kitap yazarlar kitabın içeriği kadar fiziksel özelliklerine de dikkat ederler. Yani “öylesine” yapmazlar. Çok boyutlu düşünebilirler. Öyle ki filmlerinde/dizilerinde beklenmedik sonuçlar, girift fakat aynı zamanda çözümlenebilir döngüler ve örüntüler ihdas etmek onların hayranlık uyandıran maharetleridir. Belki de roman, hikâye gibi türleri  ilk defa onların dünyaya tanıtmasından, film denilen sektörü ilk defa onların yaratmasındandır ki  başarı ve ulaşılmazlığa sahiptirler. Ancak bana göre  mükemmellik;  insanlığı çökerten ahlak erozyonundan daha önemli değildir. Ey Batılı (Amerika’yı da Batı’ya dâhil ediyorum) bu muhteşem hasletlerini niçin şeytanın hizmetine sunuyorsun neden! Kendi toplumun dâhil tüm dünya topluluklarını zillete duçar edip dünyadan topyekûn silmeyi mi hedefledin!

    [ Bu duygulardan sonra filmler ve yorumlarını bu sitede yazmaya başlayacağım.]