Kategori: Hikayeler

  • Yarım Akıl

    Yazan: Tursun CUMALI

    Çeviren: Özcan ATAR


    Günlük güneşlik olan bu ovada bir nehrin içerisinde çırılçıplak bir halde bir kız yüzüyordu. Beyaz elbisesi dolgun vücuduna yapışmıştı. Bir gümüş balığına benzeyen gelin, göz kamaştırıyordu.Tam o anda kızın başında bir erkek peydah oldu. Gelin bir anlık şaşkınlıktan sonra yüzmeye devam etti. Erkek bu sıcak havada başına deri bir şapka giymişti. Sırtında da eski bir palto vardı. Bir ayağıyla yeri kazmaya çalışırken utangaç bir tavırla nehirde yüzmekte olan genç ve güzel geline bakıyordu. Sırlı gözlerinin aydınlığında saf bir gülüşü vardı erkeğin.

    (daha…)
  • Yol Gösteren Hikayeler

    Yol Gösteren Hikayeler

    Çeviren: Özcan ATAR

    Yazan : Maadan BAYAZİ

    Bir Kırgız Hikayesi

       KAHKAHA 

    Balık yılından at yılına kadar akasyanın önündeki bank onların düşüncelerine oturak olmaktadır. Bir yıl daha böyle olacağı kesindir. İnşallah at yılı sona erinceye kadar bu bank onların kaderini paylaşacak! 

    Saatine baktı ve sahiplendikleri banka oturdu. Sigara içmek istedi fakat kibrit çöpü bulamadı. Sigara içen birisini görürüm dercesine etrafına bakınarak, arka tarafında sadece biraz uzakta bankta başını sevgilisinin omzuna yaslayıp mayışmış gibi sessiz oturan kızı gördü. Fakat ikinci defa arkasına dönüp bakmadı. Nedense coşkulu bir duygu vücudundaki kan ile beraber dolaşmaya başladı. Böylece göz önüne çocukluğunda beraber ele ele tutuştuğu koltuklarının altına girerek kahkaha attıkları, ay bulutların arkasına saklanınca sımsıkı sarıldıkları, ” canım sen benimsin ben seninim ” diyerek gelecek için kurdukları mutlu hayat hayallerini hatırladı “sevgiyi her şeyden yücedir.” sözü kulaklarında çınladı. 

    Karşı taraftan gelen sevgilisi onun yanaklarından tutarak alnından öpmeseydi kim bilir hayalleri son bulmayacaktı. 

    -Uyumuşsun canım. 

    -Meleğim benim sen yanımda olmazsan benim için geceyle gündüzün farkı yok. 

    Birbirilerine sarılarak özlemle hayatlarındaki aşk serüvenlerinin en mutlu dakikalarının gelmesini istedikleri andı. 

    -Düğünü ne zaman yapacağız? dedi kız cilveyle sevgilisinin bıyıklarını okşayarak. 

    -Gelinliği alırsak işlerimiz kolaylaşır dedikten sonra sanki utanmış gibi kızın yüzüne bakamadı delikanlı. Ne zaman kızın gözleri gözleriyle karşılaşsa erkeğin kalbi delinecek gibi olurdu. 

    -Evdekilerden belki duymuşsundur.? 

    -Evet, evet. Fakat ….o 

    Tanıştıkları zamandan bu yana aralarında hiç böyle bir olay yaşamamışlardı. 

    -Söyleyin! 

    -Şimdilik en önemlilerini alırsak hepsini giymen zor. Zaten bir ömürde moda hızla değişiyor 

    – Ben başkaları gibi yapmadım yoksa bin som olurdu. 

    Kız bir şeylerden korkmuş gibi ayağa kalktı.Tıpkı geçer gibi. 

    – Üzülme senin dediğin gibi olsun. Ben öylesine söylemiştim. Affet. 

    Sevgilisi kızdan af dileyebilmek için bir pervane gibi dolaşıyordu. 

    – Kah!kah! 

    Delikanlı kızın kolunun altına girdiğini karşıdan gelen araba olamasaydı hiç fark etmeyecekti. Şimdi ise kızın dediklerini dinlemeden başını salladı. Kanıyla beraber vücudunda dolaşan sıcak hislerin kaybolmaya başladığını anladı. 

    BOŞLUKTAKİ KAYGI 

    Ben aç kalmaktan korkuma hayvancılıkla uğraşıp hep dağlarda yaşadım. Üstelik kimseye komşuluk etmeden hep uzaklarda, kış aylarında bile kimsenin ulaşamayacağı kışlaklarda ev kurdum. 

    O yıllar bütün köylünün tek kazandan yemek yediği zamanlar. Kendi evimden değil başkalarının evinden duman çıksa “Allah’ım! görmesin” diye dua ederlerdi. Hatta evimin önünden bir atlı geçse misafiri karşılamak için değil ben, çocuklarım bile çıkmazdı. Bunu hissetmiş gibi köpeğimiz Bagaşka da hiç havlamazdı. 

    Arpa çorbası fazla olmasa da dört-beş kapanımı omzuma atar Kayıp’ın keçilerini hiç kimse görmeden avlardım. Halkın söylemeyeceğine inansam bile 2-3 gün içerisinde kapana hiçbir av gelmediği zaman acaba geyikler yer mi değiştirdi diyerek bir umutsuzluk çökerdi içime. Geyiklerin doğurma zamanı. Yavrularına da pek yazık olacak iyi bir besin olmadan zayıflıktan ölecekler. Aslında yaz ayını nasıl atlatacağımı bilemiyorum. 

    Gerçeği söylemek gerekirse ilkbahar ayından sağ selamet çıkamayacağımdan korkmaya başladım. 

    Altıncı ayın sonları. Zor günler geride kaldı. Herkes sakin. Malın bereketli zamanı. Ben mi alışmışım yoksa insanoğlu mu insafsızdır bilinmez, her zamanki gibi kapanları omzuma alıp geyikleri gözetlerdim. Sadece bir tek oğlum bile olsa hayatımda hiç Allah’a isyan etmedim. Büyüdü de bir yiğit oldu. Torunum da yardım ediyor bana. Kurban olayım! 

    – Baba büyük kapanları şu iki taşın ortasına mı koydun? Yaşlı adam hemen cevap verdi. 

    – Evet. 

    – Bana 

    – Yavrum yarın okula gideceksin. Tatilde sana gösterir öğretirim. 

    – Okula gitmem baba. Sadece ağabeyime gider gelirim. Sonra bana gösterir misin bana yapar mısın? Her gün tavşan avlayayım. 

    – Tamam kurban olayım. Yiğidim benim. 

    Yaşlı karı koca torunlarını köydeki okulda okuması için gönderiyorlardı. Çocuk küçüklüğünden beri babasının yanında atın yelelerinden tutarak büyümüştü. 

    – Kurban olduğum, güle güle! keşke kapana geyik veya kuş düşseydi de ağabeylerine et götürseydin. Çocuk giderken arkasına bakarak: 

    – Baba ben gelinceye kadar avlan olur mu? dedi. 

    Güneş ışıklarını güneş değmeyen yerlere eşit biçimde saçtığı zaman. Çocuk ırmak etrafında gezinerek su kıyısında oraya buraya dolaştı. Hep kapan av düşünen çocuğun aklına ağabeyine et götürürdü diye babasının söyledikleri aklına geldi ve babası ile beraber dün kapan koyduğu yere doğru yöneldi. Dikenlerin içnden geçerek atını bağladı ve yukarı doğru yöneldi. 

    – Eeh ihtiyar! Kapan üç gündür bakmadık. Elli yıldır bu işle uğraşırım hiç iki günü aşmamıştı bir bakayım. 

    -İnşallah ayı düşer. Düşmedik sadece o kaldı. Uzun yıllar avcılık yaptığı için tecrubeliydi. Sevinçle koştu, bu gün de büyük av sahibi olacağını hissetmiş gibi koca dağ sırtını nasıl açtığını fark etmedi. 

    Önceki geniş yola iki üç metre yakın yerde koyduğu kapanında çıkı8ntılı büyük kara şeyi görünce 

    – Allah’ım kurt kapanıma düşmüş.kurt!dedi. 

    Ne yapacağını şaşırıp oraya doğru koştu. Öbür taraftaki akbabalar eyvah demmiş gibi ses çıkararak havaya uçtular. 

    Yaşlı adam aniden korkmuş tavşan gibi. Sonra yüzüstü yatan çocuğu devirdi bağırdığı gibi yıkıldı. Akbabalar ne oldu diye alay edercesine adamın üzerinde ses çıkararak dönmeye devam ettiler. 

    OYUNCAK 

    Ben bu hayattan memnunum, alın yazısına razıyım buna rağmen kaderim kötü, hayatın darbelerinden gönlüm dertle kalbim sıkıntıyla dolmuş bir haldeyim. 

    Gerçeği söylersem bu defa büyük zafer kazandım. Çünkü dün ayrıldığım 4 karımdan kurban olduğum Arsarı aldım. Her şeyden…..Allah’ın emriyle galiba neslim oluverdi.fakat sahip olamadım 

    – Her zaman anne anne diyorsun. Al bu oyuncağı senin annen olsun tamam mı? 

    – Gerçekten annen gitti. Hiç dönmemek üzere gitti. Arsar aniden bir babasına bir oyuncağına bakarak ağlayıverdi. Sonra da babasına sordu: 

    – O zaman kim bana anne olacak? 

    – Üzülme yavrum sana güzel bir anne bulurum olur mu? Diyerek babası gülümsedi. 

    – Hayır baba sadece oyuncağım güzeldir diyerek oyuncağının iki yana örülmüş saçını okşayarak bağrına bastı. 

    – Olur. Sana oyuncağın anne olsun. 

    Nedense annesi oyuncağı dükkandan yeni getirdiğinde nasıl mutlu olduysa aynen o kadar sevinerek etrafına onu gösterdi. Ve sordu: 

    – Baba, anneme benziyor mu? 

  • Taş Düşmeyen Çukur

    Taş Düşmeyen Çukur

    Çeviren: Özcan ATAR


    Yazan: Amantur ABDIR

      O zamanlar kuvvetlinin kuvvetsizi ezdiği, zenginin fakiri aşağıladığı savaşlar yapılırdı. Bir kabile diğer kabileyi tamamen yok etse yiğidini köle kızını cariye yapsa da kimse hiçbir şey diyemezdi. O zamanlar tüm bunlar normal kabul edilirdi. Kabile olarak ayakta kalabilmek için ve yaşayabilmek için ya öldürmek ya da ölmek şarttı. İnsan kaderinin bu iki yolun kesiştiği noktaya rastladığı bir zamandı. Kişi ne kadar çok düşman öldürürse o kadar büyük kahraman olur handan daha büyük bir nam alırdı. Böyle kahramanları çok güçlü kabileler başka kabilelerin itinden bitine kadar her şeyini hükmü altına alır kazanında et kaynatıp döşeğinde kız öldürürdü. Yenilen kabile bağımsızlığını kaybedince galip kabilenin üstünlüğünü kabul etmese dilini konuşmasa yer yüzünde yaşamlarını devam ettirmeleri imkansızdı. O devirlerde yenildiğinden alçak sayılan halk için mankurtluk hayatta kalma yolu ise mankurt olmamak ölüm sebebiydi. 

    Böylesine çetin bir hayat makus bir talih, büyük nehrin aşağı kıyısında yerleşmiş geleneklerine bağlı, topraklarına sahip çıkmaya çalışan, başka halkın otunu kendi atına yedirmeyen, sakin bir hayat süren küçük bir kabilenin kaderine yazıldı. Komşu kabileler saldırdığında onları sadece geri püskürtmeyle yetinen ve sadece bu yolu doğru gören bu küçük kabilenin de kanı aniden değişti geni bozuldu.Toprakları kendilerine yetiyordu fakat onlar da diğer kabileler gibi topraklarını genişletmeye insan sayısını çoğaltmaya heves edip gözleri haram zenginliğine yöneldi. Haset başladı. Han böyle yapmazsa sanki han gibi han olamazdı. İnsan gibi insan olamazdı. Elma gibi beynine alem gibi haram bir fikir geldi. İnsan, insan olarak yaratıldığından bu yana, kötülük ile iyiliğin kaynağı oldu ve insan oğlunun kara kafasına bir kez daha kara bir düşünce kapladı.

    O gün sıradan günlerden bir gündü. Aynen önceki gibi şafak sökmüş yıldızlar kaybolmuş yer yüzü ağarmıştı. Her zamanki gibi hanın çadırından, sade halkın küçücük keçe evlerine kadar her tündükten duman çıkıyor, ormanda kuşlar ötüyor, bahçede hayvanlar meleyor yeni gün her zamanki gibi yeniden başlıyordu. Güneş her gün olduğu gibi şafak kırmızısını yarıp önce yamaca ışığını değdiriyor sonra yavaş yavaş yükselerek bitki üzerindeki çiği eritiyor ve yer ana güneş şulesini emerek üşümüş bedenini ısıtıyordu. Atlara su verilmiş ve bütün hayvanlar otlağa çıkarılmıştı. Nöbetçiler hanın ak çadırının önünde eskisi gibi değişerek nöbet tutuyorlardı. Neyse her şey yerindeydi. Ama tek bir değişiklik vardı: Hanın çadırında her zamankinden farklı olarak sabaha kadar kandil sönmemişti.

    Sonra her şey hanın emrine göre yapılmaya başladı. Halk aniden hareketlendi. Dağlar kazılıp ormanlar devrildi. Kağanlığa ait her bir bölgeden meşhur demirci ustalar merkeze çağrılarak savaş silahları dövülmeye başlandı; mızrak de, kılıç de, ok de, sadak de, kalkan de, gürz de, zırh der, miğfer de, badana de saysanız sayı yetmez. O gün karargahın içi dumanla doldu toprak kazılarak ocak yapıldı hayvanlar kesilip yenildi büyük bir bayram oldu. 

    Karanlık orman aniden tarlaya dönüştü. Ağaç bulamayanlar çadır ağacını satıp verilen her emri yerine getirmeye çalıştı. Hayatın mutat düzeni bozuldu. Sükunet içerisindeki halk alıştığı sıcak yerini terk etti. Bu arada han ne yapıyor ne düşünüyor kimse bilmiyordu. Öğrenmeye de kimse cesaret edemiyordu. Halk “han ağzı hantal” ata sözüyle kendilerini avutuyordu.

    Birkaç gün sonra akıllı han emrindeki bütün halkı karargaha topladı. O gün de öbür gündeki büyük bir toplantı oldu. Hanın ne istediği o zamana kadar açıkça söylenmese de telaş içindeki halk nedendir kara günlerin geleceğini sezmişti. 

    Han tahtını tarlaya kurdurdu, tacını takıp güzel giysilerini giydi ve toplantıyı başlattı. Niyetini kabileye açıkça söylemek için konuşmasına başlarken annesinin uşağı hanın kulağına bir şeyler fısıldamaya başladı. Han konuşmasını durdurup hiddetle ileriye annesinin obasına doğru atıldı. Orada toplanmış halk ne olduğunu anlayamadan şaşırıp kaldı. Han annesinin yüzüstü hareketsiz bir şekilde yatmış olduğunu gördü ve nabzını yokladı. Bileği sıcaktı nabzı atıyor nefes de alıyordu. Han:

    – Anne! Diye bağırdığı zaman hareketsiz yatan annesi yerinden doğruldu. Saçları keçelenmiş, çenesi kasılmış, gözleri hayretten fırlayacak bir şekildeydi. Göğsü kabarıp, elleri titriyordu. Oğlunun han olmasına bakmadan onu sıkıştırdı. Oğlu her soruya dalgın ve düşünceli bir şekilde cevap verdi. 

    – Beni öldür yaptıklarınla. 

    Oğlu buna da ses çıkarmadan annesine gözlerine ihtirasla baktı sadece . Annesinin konuşmaya bile mecalinin kalmadığını ömründe ilk defa görüyordu. 

    Yaşlı kadın, ömrünün sonuna yaklaştığını istemeden de olsa düşündü ama sonuçta ihtiyarlığın çaresinin olmadığını biliyordu. Kocakarı oğlunun öyle bir tavır takınması karşısında tekrar yumuşadı. Kötü olsa da içinden çıkan eğri yılana dayanamadı. Gece gördüğü kötü rüyasını anlatarak oğlunu niyetinden geri caydırmaya çalıştı. Bu gayreti de işe yaramadı. Oğlu hâlâ rahat ve endişesizdi. Babasının ruhunu hatırlattı ona fakat olmadı. En sonunda verdiği ana sütüyle yalvardı, ancak han niyetinden asla vazgeçmedi. Annesinin sabahtan beri gösterdiği çaba hiçbir işe yaramadı, oğlu annesinin dediğine muvafakat etmedi.

    Tüm işler hanın kontrolünde yapılıyordu. Önce karargahın önüne çukur kazılıp taş atıldı. Önceden hazırlanmış birbirinin benzeri olan taşlar birer birer bir çukura atılıyordu. Niçin böyle yapıldığını kimse bilemedi. “Han istediğini yapardı”. Taşlar çukurun ortasına kadar geldiğinde taş atma durduruldu. Kalabalığın içindeki bütün erkekler çukurun kenarına dizildi. Her birinin çukurdan birer taş alması emredildi. Hanın niyeti belli oldu. Komşu halka saldırma ilânı yapıldı. Harp sabahı herkesin aldığı taşı kaybetmeden, ele geçirdikleri esirlere de bir tane taş vermek kaydıyla geri getirmesi gerektiği emredildi. Askerler atlara binip hanın emrini yerine getirmek için yola çıktı. Hem de hanın tek oğlu askerlerin başında gitti. Han genç oğlunu savaş meydanlarında eğiterek onun savaşlarda diğer halklara boyun eğdirip toprak sahibi olmasını ve bütün hayatı boyunca başkasına bağlı kalmadan iyi yaşamasını istiyordu. 

    İkinci gün karargaha ikinci büyük haber geldi: komşu kabileye boyun eğdirilmiş, hanın tahtı yıkılmış, karargahı tahrip edilmiş, adetlere göre erkekler köle kadınlar cariye yapılmış, asiler öldürülmüş, omurgalar kıvrılmış kaburgalar kırılmıştı. Hanın isteği gerçekleşmişti. Emeline ulaşan han çok mutluydu. Annesinin rüyası doğru çıkmamıştı.

    Savaşa gidenler dönmeye başladılar. Üstelik altın, gümüş, ipek kumaş dolu ganimetlerle geldiler. Hanın çevresindeki bütün kadınlar gelinler, kızlar, altın küpe, yakut yüzük taktılar. Gururlu han ve bütün erkekler iki üç kadınla evlenmenin hazzını yaşadılar. Neden önceden böyle kolay bir yolla ganimet kazanmadıklarına pişman oldular. Ama ilginç olanı hanın annesi kendine gönderilen saç tokasını kabul etmemişti. 

    Savaştan önce çukurdan taş alan erkekler ve yanlarındaki esirler taş aldıkları çukura taşları tekrar atınca çukur öncekinden daha fazla taşla doldu. Bu durumu han bizzat seyretti. Bu usulle hanın askerlerinin ne kadar insanı öldürdüğü ortaya çıkıyordu. Hanın savaşta galip geldiği halk önünde ispatlanmış oluyordu. Zaferin gözle görünmesini sağlayan bu usulü ilk bu han ortaya koymuştu. Bu usul bir çok savaşta kullanıldı. Böylece kabile, gücünü ispatlıyor ve iktidarını güçlendiriyordu. Han kolay ganimet sahibi olmak öncekinden daha fazla kadınla beraber olup hükmettiği halkı daha fazla ezmek istedi. Tatlıyı yedikçe yiyesi geliyordu ve şöyle diyordu: ” tatlıyı bırakmaktansa midemiz patlasın.” hanın aklı başından gidince halka düşman olur sözü işte böyleleri içindir. Kazılan iki üç ayrı çukura da taş döküldü. Ne kadar çukur o kadar saldırılacak kabile demekti. Yeni yürüyen çocuktan zor yürüyen ihtiyara kadar herkes seferber ediliyordu. Aksi taktirde çukurlardaki taş bitmek bilmiyordu. Çok askerle çok ganimet sahibi olmak hevesi, halkı köle yapmak hevesi, bu kabileyi daha büyük kabilelerle savaşmaya yönlendiriyordu. Böylece han dönerken önceki taşlarını geri getirmek ve esirlere de birer taş getirtmek şartıyla ordusunu gönderdi. Şimdi onlardan sadece ganimet bekleniyordu. Askerler hafif gidip ağır gelirlerse hanın hazinesi dolar ve hanlık genişlerdi.

    Büyük kabileleri ele geçirmek için önce küçük kabileleri boyun eğdirmek gerekiyordu ama problem işte bu küçük kabileden çıktı. Küçük olmalarına küçüktüler fakat kalabalık bir orduya engel olmasını bildiler. Bu kabilenin böyle karşılık gösterebileceğini kimse düşünememişti. Hatta buralarda böyle bir kabilenin yaşadığını han hatırlamamıştı bile. Onun için hemen diğer büyük kabilelere saldırmayı emretmişti. Meğer “göze değmeyen bacağa çomak” sözü bunun için söylenmiş. Üstelik insanı doyurmayacak kadar küçük bir kılçık gırtlağa saplanmıştı! Ne içeri giriyor ne de dışarı çıkıyordu. Bu hal biraz daha sürse insanın canı boğazından çıkacak gibiydi. Ne olduğunu kimse bilemezdi…

    Han ordusunun başarıya ulaşması için Allah’a yalvarıyordu. Haramlığı Allah’tan dileme belki ondandır. Çoktan unutmuş olduğu Tanrıyı o zaman hatırlayıp Allah’a itaat etti. Ama çaresizdi. Zaferi kendisinden bilen han yenilmeyi de kendisinden bilmek zorundaydı. 

    Bir tanecik oğlunun da vefat ettiğini duyduğunda perişan oldu, gözü karardı, göğsü sıkıştı hanın. Bu zamana kadar torun sahibi olmadığını ve neslinin de kesildiğini çok geç anladı. 

    Hazırladıkları çukura artık bir tek taş bile atılmıyordu. Cepheden bir haber daha geldi. O küçücük kabile geri hücuma geçmiş ve kendilerine doğru geliyordu. Artık bütün zenginliklerini verseler de düşman geri dönmeyecekti. Hanın başına bir karanlık çöktü. Her şeyden vazgeçti yavrusundan, halkından, paradan-puldan… ıssız bomboş bir tarlada yapayalnız kalmış gibiydi. Artık onun için hayatın hiçbir anlamı kalmamıştı. Kendi kazdırdığı kuyulara kendisi girip ölmek istedi. Ama yapamadı. Annesi ile son bir defa daha görüşmek istedi ama cesaret edemedi. Atların nal şakırtısı insan haykırışları duyuluyordu. Tereddüde zaman yoktu. Odul nehrinin kıyısındaki çiftliğe doğru yürüdü. Ayaklarının nasıl adım attığının da farkında değildi. Yaşıyor muydu, onu da fark edemedi han. 

  • YANILAN TANRI

    YANILAN TANRI

    ÇEVİREN: Özcan ATAR

    Bektur URMUŞ

    Uzaktaki sivri tepelerin eteğinde bir bataklığın kenar‎ında yerle‏şmiş ova halkları‎ günlük geçimleriyle uğraşıyorlardı. Beş‏ altı‎ insan bir araya geldiği zaman görüp işittiklerini bir bir ortaya döküp vı‎d‎ır vı‎dı‎r konuş‏maya baş‏lıyorlardı. K‎ıd‎ırbay’‎ın kaml‎ık yeteneği bu köyde kurulan pazarlardan daha fazla yay‎ılmış‎‏tı‎. Büyük küçük ününü duymayan kalmamış‎‏tı‎. 

    Manar’daki Kulmat’ın karısı Seydimkan kaynanası ile geçinemeyince, Kulmat’ın anası gizlice baksı‎ya gidip gelinini okutmu‏ş, onun kudretini yumurtaya geçirip evinin arkası‎na gömdürtmü‏ş. O zamandan beri gelini düş‏ünceli düşünceli gezer olmuş. Kumlat yanında olmayınca sinirlenip onu aramaya başlaması‎, dünya alt üst olsa bile ‎hiçbir şeyi önemsememesi hayret verici gerçekten. Eğer iki yı‎l sonra yumurta çürüyecek olsayd‎ı Seydimkan bu dünyaya elveda diyecekti.

    – Sonra nas‎ıl hayatta kalmış‎‏. “Adam‎ın ruhunu yumurtaya geçirmek olağanüstü bir ş‏eydir” diyerek birisi söze kar‎‏ıştı‎ ve ihtiyar sakalı‎n‎ı yavaş‏ça s‎ıvazl‎ıyarak “kötü konuş‏ma. Allah‎n kuluyuz . Beni de duan‎n gücüyle dondursun bakalı‎mda görelim” diye devam etti ve “Seydinkan’ı‎n babası‎ gün geçtikçe kı‎zı‎nı‎n renginin solmakta olduğunu fark etmi‏ş ve evine götürüp Kı‎dı‎r baksı‎ya 40 gün sihirletmiş‏ti. Gücüne bak! kasideyi ı‎srarla ezbere okumuş‏ böylece Kumlat’‎ın kötü niyetini anlam‎‏ış da Seydikan sonunda kurtulmu‏ş” diye Kıdır ‘‎ın baksılığını epeyce övdü. Bunu duyan halk baksının yeteneğine iyice saygı duymuştu. 

    Çoktan beri hasta olduğu için azap çeken Toktobolot sabaha kadar uyuyamadı. Sinek kadar canını kurtarabilmek için gitmediği baskı tabip kalmadı. Kendisi de dine inanan birisiydi. Gözüyle görüp kulağıyla işittiği mollaların hepsine uğradı hasta olduğu halde beş vakit namazını kazaya bırakmazdı. Böylece zar zor sabaha kadar dayandı. En sonunda baskıya gitmeye karar verip çocuğu Coroy’u uyandırdı

    -Karageri iyice eğerle de Kıdır baksını çağır gel. Hepsi bir günlük yol. Yarına kalma hastalık iyice bastırdı. Şu elli somu yol parası için ver de evimizin kapısını çabucak göster. Diyerek oğlunu yolladı. 

    Ertesi gün Toktobolot bekleye bekleye gözü yollarda kalmışken baskı ancak geldi. Toktobolot’un hayatını, geçimini oğlu Corodan öğrenen baskı onun damarını tutarak coştu, sonra şöyle konuştu:

    -Gençliğin eziyetle, çocukluğun da mutlulukla geçmiş. Sonra evlenip çoluk çocuğa karışalıdan beri aile sorumluluğu seni yıpratmış. O zor yıllarda Atiret’in keçilerini gütmüş müydün? Gütmüşsüüün!. O zamanlar keçi otlatırken şiddetli fırtınaya maruz kalmışsın ve rüszgâr sana bu hastalığı bulaştırmış. Yanında düşmanın varmış gibi bu güne kadar neden sen baskıya, mollaya gitmedin! Eşin vefat edeli 4 yıl olmuş onun üzüntüsü de sana ıstırap vermiş ve her gün ağzından sarı su akıyormuş. Dediklerim doğru mu?

    -İyi iyi, sanki benimle kalıyormuşçasına yaşadığım tarihin hepsini anlattınız. Hastalığıma da doğru teşhis koydunuz. Kesinlikle doğru söylediniz dedi. Hemen ertesi gün iyileşeceğine canı gönülden inandı.

    -Evde saçımdan çok işim vardı ama çocuğunun ısrar edip durması diye öksürerek şöyle devam etti kam:

    -Beni buraya gelmek zorunda bıraktı. Üstelik belki de hastayı tedavi edebilirim diye itiraz etmeden geldim. 

    Canayakın hoş sözlerini duyunca Toktobolot, Kıdır’ın ev işlerini yapmak üzere oğlunu onunla gönderdi ve baksıyı evinin üst köşesine kadar geçirdi. Tütünü ağzına koyup iki üç defa yaladıktan sonra Kıdır konuşmaya başladı:

    -Şimdi yapacağımız iş seni sihirlemektir. Kuvvetten düşerek başının dönmesi kendi kendine konuşman ise rüzgarın gücü sana cinleri getirmiş ağzında meydana gelen sarı su ise mutlaka ele almalıyız. Her şeyden önce Tanrı önünde beni olmayan bir siyah koyunu kurban ederek, Allah’dan bir şifa bekleyerek koyunun ciğerini senin bedenine vuracağız. Gece saat 12 de seni sihirlemeye başlayacağız. Buna ilave olarak bir bağ kanat bulmalısın…

    İkisi konuşuncaya kadar Kıdır’ın geldiğini duyan komşuları bir bir geliyorlardı. Komşular tam bir hastaneye gelip hastalıklarını sırayla gösteren hastalar gibi düzenli bir şekilde sıraya girip damarlarını tutturuyorlardı. Birbirine benzemeyen teşhisleri duyarak geri dönüyorlardı. Bazıları tehlikeli bir hastalığa yakalandıkları bir hastalığa yakalandıklarını öğrendiklerinde çok korktular. Sonra dua ile tedavi olabileceklerini duyduklarında kendilerine geldi zavallılar. Kendilerine gelince hayatlarında kazandıkları her şeyi ona (tanrıları Kıdır’a) vererek dua okutmayı düşünüyorlardı. Fakat şimdiki sıra Toktobolot’undu bu yüzden hastalar sonraki günler için sıra almaya çalışıyorlardı. 

    Tam gece yarısı olduğu bir zaman. Toktobolot Kıdır’ın söylediklerini elinden geldiği kadar yerine getirdi. Toktobolot’un gözleri buğulanarak alem siyah perdeye bürünmüş gibi oldu. Kuvvetten düşerek uzanan vücudunun halsizliğini kendinden başka kimse fark edemedi. 

    Pişen koyun etini büyük tabağa koyup getirdi. Serili sofra üzerine iki kemikli eti koydu ve akşam yemeği için hazırlandı. Sonra tabaktaki eti örterek ne kadar süre okudu acaba…sesi hırıltılı bir şekilde Allah’a dua etti. Bu tabaktaki et bundan sonra yenilemez. Yanılmıyorsam seni yıpratan hastalığın tamamıyla bu ete geçti. Yarın kutsal mezarın eteğindeki gür suya eti atacağım. Neyse seni sihirlemeye koyulalım. 

    Toktobolot baskının tüm söyledikleri can kulağıyla dinleyerek her şeyi anlıyordu. Dururken de hareketsizdi. Konuşacak ya da hareket edecek olursa san ki hastalığı artacak gibi oluyordu. Hatta her gün rahatsız eden öksürüğü bile dinmişti.

    Köyün kenarındaki ıssız bir evde iki insan, biri bu dünyadan hayır dileyerek güneş ışığını görmeye can atan Toktobolot, diğeri adamın hastalığını gideren Hıdır. Sofra üstünde de bir kese şeker vardı. Kıdır’ın ağzından ak köpükler çıkıyordu.Dua sona ermek üzereydi. 

    -Tak taka dinna, piş paka dinna takarınna. Key key kaptayana vel asrı atayana arngı merengi gitti şeytan şarangı. Hullovv vallov hukıp kardan…üfff…üfff 

    Gözünü yumup oturan Toktobolot’un başı aşağıya doğru kayıyordu. Eğer gözünü açarsa baskının sihirinden korkup ödü kopacakmış aklını kaybedecekmiş gibi geliyordu. İşte böyle devam ederken baksı kocaman ceketinin altındaki şekeri nasıl bir hile toruza vurduğunu sofranın üzerinde ise boş şeker kesesinin durduğunu kim görmüş. Sihirlemenin önemli kısmı bittikten sonra Kıdır önündeki tereyağından ağzına almaya başladı. Tereyağı dolu ağzından akan yağdan önündeki Kuran da nasibini alıyordu.

    Sabah oldu fakat hava birden değişerek fırtınaya dönüyor etrafındaki dağların tepeleri kâh görünüp kâh kayboluyor doğa istediği gibi değişiyordu. Kıdır dua okuduğu eti kutsal mezarın eteğindeki suya atmak için acilen yola çıktı. Yola çıkarken de:

    -Şimdiki durumun öncekinden çok daha iyi. Ben bu hastalığı vücudundan zorla ayırdım. Akan suya atıp yok eder eve barka bakıp ve hemen yarın gelirim. Diyerek bir anda ortadan kayboldu. 

    Güneş doğmuş sivri tepelerin üzerinde görünmüştü. Köylüler gürültüyle Toktobolot’un evinin etrafında toplanmışlardı. Fakat Toktobolot bu dünyaya çoktan elveda demişti. Köylü şaşkındı. 

    Kıdır’dan başkası sihirledi her halde. Eğer Kıdır okumuş olsaydı bu hastalığa yenilmezdi! Diye yakalarını tutarak uzun zaman gördüklerine inanamadılar.

  • Bozbaytal

    Bozbaytal

    Çeviri: Özcan ATAR

    Yılkıcı[1] bugün de Bozbaytal’ı Toru aygırdan zor ayırabildi. Kısrak evin yanına geldikten sonra biraz kendine geldi. Yılkıcı:”haram olsun inatçı! Ne o Torunu beğenmedin mi? O Çabdar’a benzemiyor mu? Ona zaten benzeyemezdi ki… Çabdar aygırın gülü idi. Şimdi o yok artık. Ebediyen yok…eh! bugünlerde Toruyu beğenmezsen o seni çiğneyip ezecek.” diye homurdanarak Toru aygırın ısırdığı ve ayaklarıyla teperek yaraladığı yerlerine ilaç sürüyordu.

    “Çabdar” sözünü duyan Bozbaytal’ın, sevgili aygırı hayalinde canlandı. Birden göz yaşları boncuk boncuk dökülmeye başladı. İçi kederle doldu. Burnuna Çabdar’ın kokusu gelmiş gibi titredi ve bir şimşek çakması gibi onunla geçirdiği anları hatırladı.

    Bozbaytal o zamanlar daha 3 yaşında bir taydı. Yaz ayının bütün güzelliği ile gözler önüne serildiği zamandı. Yayla akşamında her yer çiçeklerle kaplanmıştı, hayvanlar otluyordu. Çabdar işte böyle bir günde geldi komşu sürüden. Yelesi ve kuyruğu altın gibi sapsarı idi. Yürüdüğünde yeleleri dalga dalga savrulur, kuyruğu koştuğunda bayrak gibi dalgalanırdı. Bu görünümü doğrusu ona pek yakışırdı. Bir sürü kısrak arasında hemen göze çarpardı. O bir “akan altın yıldıza” benzerdi. Kısraklara hiç kaba davranmazdı. Her kısrak ona yaklaşmak ve hep onunla olmak isterdi. Onun kişnemesi bile bir başka güzeldi…heybetli bir sesi vardı. Kısrakların çok hoşuna giden bu heybetli sesi Bozbaytal henüz duymamıştı. Çabdar korkusuzdu ve sürüsünü başka aygırlardan korumasını bilirdi. Hele bir yaklaşsın ısırır, teperdi başka aygırları.

    Bozbaytal Çabdar’ı ne zaman görmüştü… bir yaz günüydü Bozbaytal Çabdar’ın gök gürlemesi gibi gür sesini işitti. Bu sesi duyunca güzel gözleriyle ona bakıp kaldı Bozbaytal. Sonra tekrar otlanmaya başladı. Az sonra bu güzel sesi tekrar işitti. Sesi duyan Bozbaytal’ın vücudu tir tir titremeye başladı. Bozbaytal batmakta olan güneşe uzun uzun baktı. Bozbaytal bu kadar güzel sesi daha önce hiç duymamıştı.

    İçini titreten bu sesi Bozbaytal artık günün belli vakitlerinde duymaya başladı. Sanki bu ses onu bir yerlere davet ediyordu. Bütün vücudunu bir heyecan sarmıştı. Yavaş yavaş sürüsünden ayrılmaya başladı Bozbaytal. Bir gün tepeye çıkmıştı ve onu çağıran sese bakarken sürünün içinde altın gibi parlayan bir aygır göründü. Tam o anda aygır kişneyiverdi. Bu, son günlerde Bozbaytal’ı heyecanlandıran içini titreten “akan yıldızın” sesiydi.

    Bozbaytal bundan böyle, aygırın bulunduğu sürü tarafına bakar oldu. Ne zaman aygırın bulunduğu sürüye kaçsa sahibi onu alıp tekrar sürüsüne geri getiriyordu. Bozbaytal’ın ilk gördüğü güzel görüntü onun göz önünden hiç gitmedi. Dağın öbür tarafından “akan yıldızın” sesini duysa onun hayali canlanırdı.

    Yılkıcı Bozbaytal’ın her kaçışında  peşini bırakmıyor onu tekrar sürüsüne getiriyordu.Bir gün Bozbaytal kendi sürüsünden akan yıldız’ın sürüsüne kaçıp gitti. Dağdan aşağıya inen yamaç yolda gelirken Çabdar onu uzaktan görmüştü. Şaşkın ve ilgiyle ona bakıyordu. Sonra Baytal’a doğru yöneldi. İkisi yamacın bittiği yerde buluştular. Çabdar gözlerinden nur saçan bu güzel tayın etrafında bir defa dönüp onu koklamıştı. Baytal’ın kokusu tertemizdi. Çabdar gök gürlemesi gibi sesiyle kişnedi ve Baytal’ı sürüsüne doğru sürmeye başladı.

    Sürüdeki kısrakların hepsi birden onlara bakıyorlardı. Çabdar Baytal’ı sürüye kattıktan sonra yayılan kısrakları geri çevirmek için gitti.

    Sürüdeki kısraklar Baytal’a şaşkınlık, kıskançlık ve nefretle bakıyorlar bazıları ısırıp bazıları teperek yanlarına yaklaştırmıyorlardı. Böylece onlar Baytal’ı kenara itmeye çalışıyorlardı. Yayılan sürüyü geri toplayan Çabdar burnunu havaya çevirmiş bir halde Bozbaytal’ın yanına geldi: “ Bir kere daha kokladığı Baytal’ın tertemiz kokusu aygırın kafasını döndürdü. O anda aygırlık, kıskançlık ve bencilliği uyanıverdi ve heybetli sesiyle bir daha kişnedi. Ama o sırada sopasını eline alan Bozbaytal’ın sahibi gelip onu kendi sürüsüne kovaladı. Baytal acele etmeden arkasına bakarak yürüyordu. Kendisine ilgiyle bakan  akan yıldıza dönüp tekrar baktı.

    Aygırın ipek gibi yelesi ve kuyruğu yere dökülmüştü. Sağ ayağıyla yeri eşiyor ve Baytal’a bakıp kişniyordu. “Akan Yıldız” kendi sürüsünde bir yıldız gibi göz kamaştırıyordu.

    Baytal her gün boynuna bağlanmış bir iple aygırın bulunduğu sürüye kaçıyordu.Yılkıcı, Baytal’ı her gün kendi sürüsüne geri getirmekten bıkıp usandı ve diğer sürünün yılkıcısına ‘Bozbaytal nedense sizin sürüye kaçıyor. Onun peşinden gelmekten bıktım artık. Eğer rahatsız olmazsan o burada kalsın. Kurtlardan ve yırtıcı hayvanlardan korunsun yeter’ diye rica etti. Böylece Bozbaytal “Akan Yıldızın” sürüsünde kaldı. Şimdi artık Bozbaytal akan yıldızı istediği kadar görebiliyordu. İlk günlerde aygır Bozbaytal’ın kokusuyla semirdi güçlendi Gök gürlemesi gibi kişniyor, nazlanıyor, zıplıyor, şımarıyordu. Doğrusu yılkıcıya çok zahmet verdiriyordu.

    Bazen Baytal’ın yelesini ısırıyor bazen kafasını Bozbaytal’ın boynuna koyuyordu. Bütün bunlar Baytal’ın en güzel duygularını uyandıran sevgisini arttıran en mutlu anlardı.

    Bu yaz Baytal çok keyifliydi. Vücudu çabuk etlendi, renklendi. Güzel bir endam ortaya çıktı. Çabdar her zaman onun yanında bulunuyordu. Birlikte otlar, su içer, oynarlardı. Eğer aygır biraz uzaklaşsa bile Baytal hemen yanına gelirdi.

    Geceleyin çimenlere kırağı indi, sonbahar geldi. Yayladaki otlar kışlağa çekilmeye başlandı. Bozbaytal’ın sahibi de gelip onu kendi sürüsüne getirdi. Bir günden sonra Bozbaytal yılkıcılarıyla birlikte batıya doğru göç etti. Bozbaytal korkunç bir sessizliğe gömüldü. Etrafındaki atlara rağmen kendini yalnız hissediyordu. Aklına her an akan yıldızı ve onun gök gürlemesi sesi, nazik davranışları geliyordu. Bozbaytal  hayatının en zor bir dönemlerini yaşıyordu. akan yıldızın hasreti onu günden güne eritiyordu. Parlayan yünleri buruştu. Kunan Baytal beş yaşına geldiği halde hâlâ bir tay gibiydi. Onun için kimsenin dikkatini çekmiyordu. Yılkıcı için de onun sağ olması yeterliydi.

    Sonbahar geçti ve kış ayları tekrar geldi. Günler ilerledikçe Bozbaytal’ın hasreti daha bir arttı, gözlerinden durmadan boncuk boncuk yaş akıyordu. Akan yıldızın hayali, sesi Bozbaytal’ın yelesinden ısırıp oynadığı zamanlar, birlikte otladığı, su içtiği anlar hep göz önüne geldi. İşte böyle zamanlarda Bozbaytal rahatsız oluyor, sürüsünde sevgilisini bulamayınca acı acı kişniyordu.

    Fakat bu hüzünlü sese bir karşılık kim karşılık verecekti . Baytal akan yıldızın hasretini kış ayında da çekti.Bu hasret Baytal’ı o kadar ezdi ki hiçbir şey yemediği günler olurdu. Vücudu o kadar zayıflamıştı ki ayakları onu götüremiyordu. Bu haldeyken bile o akan yıldızını hiç unutamıyordu. Bilkis onu daha çok görmek istiyor hasreti gittikçe alevleniyordu. İlkbaharın çimenleri yetişmeye başladı. Mavi gökyüzü pamuk gibi beyaz bulutlarla kaplanmış, yeryüzü kırmızı çiçeklerle bezenmiş, dağlar da çimenlerle bürünmüştü. Bozbaytal biraz kuvvetlendi etlendi bıştıya[2] benzemeye başladı. Yılkıcıları sürüyü dışarıya çıkardığı zaman Bozbaytal sürünün aygırına boyun eğmiyordu.

    Yılkıcılar üç günde zorla Akşam yaylasına ulaşabildiler. Akşam yaylası çimenlerle ve rengarenk çiçeklerle bürünmüş, bütün güzelliği ile serilmişti. Bozbaytal Gökyüzüne çiçeklere bakıp köknarın kokusunu alınca aklına geçen yaz geldi. Akan yıldızını çok özlemişti. Bu yaz Baytal başka aygıra verilecekti. Bu yüzden yılkıcının sıkı kontrolü altındaydı. Bu sürünün aygırı Ker Kaşka güzeldi güzel olmasına  ama on yaşına gelmişti ve biraz da ihtiyarlamıştı. Hâlâ genç aygırlara yol vermeyen heybetli bir duruşu vardı. Aygır Bozbaytal’ı keşfetmiş sürü içerisinde takip eder olmuştu. Fakat Bozbaytal’ın cinsî isteği  yoktu.

    Bu sene dağın öbür tarafındaki sürüye akan yıldız nedense geç gelmişti ama Bozbaytal onu ilk geldiği gün hemen hissetmişti. Onun  sesini işitince Bozbaytal başını dağın o tarafına çevirmiş uzun süre o tarafa bakıp kalmıştı. İşte akan yıldızın sesini bir kere daha işitti. Bozbaytal bir anda heyecanlandı. Kalbi atıyor ve o tarafa devamlı bakıyordu. Oraya mıhlanmış gibi hissediyordu kendisini. Fakat Ker Kaşka ve yılkıcıdan dolayı o tarafa gidemiyordu. Ker Kaşka yayılan kısrakları toplamaya çalışırken yılkıcısı ise atının ayaklarını tuşaklayıp otlatmaya çalışıyordu. At tepede yatıp kalmıştı. Bozbaytal akan yıldızın sesini her duyduğunda rahatsızlanıyor olduğu yerde duramıyor sürünün bir başına bir sonuna gidip geliyordu. Bozbaytal buradan kaçmayı düşünüyor ama bir türlü fırsat bulamıyordu. Böylece bu gün de yarın da uygun bir zaman bulamadı.

    Bir gün bir şafak vaktinde sinsice sürüden ayrıldı ve dağların öbür tarafına Akan Yıldızına kaçtı Bozbaytal. Dağın diğer tarafında akan yıldızın sürüsü geçen yazdaki yerde kaygısızca otluyorlardı. Dağdan aşağıya inen yamaç yolda başka bir atın ayak sesini duyan Çabdar kulaklarını dikti. Hemen o yöne baktı Bozbaytal’ı görünce ne zaman nerede onu gördüğünü hatırlamaya çalışıyormuş gibi dişlerini gösterip kişnemeye başladı. Sonra Baytal’ın yanına geldi. Böylece ikisi yine geçen sene buluştukları yerde karşılaştılar. Çabdar Bozbaytal’ı tanıdı onun büyüdüğünün farkına vardı. Çabdar Bozbaytal’ı koklayıp kişnedi gür sesi dağlarda yankılandı. Bozbaytal’ın gözleri parladı ve aygırını doyasıya kokladı.

    Çabdar’ın  kokusu  Bozbaytal’ın tüm vücudunu eriyen kurşuna döndürdü .

    “ Bu sene oğlumu evlendireceğim dedi” bir gün Bozbaytal’ın yılkıcısı. Başka sürünün yılkıcısına “Boz Baytal’ın kemikleri daha iyi. Eğer istersen başka bir ata onu değiştirebilirsin. Akıllı bir kısraktır o. Ama nedense geçen seneden beri hep senin sürüne kaçıyor. Artık peşinde koşmaktan bıktım. Bu sene de senin aygırına kaçmış. Hadi bakalım onu beğenirsen yerine düğün için başka bir kısrak ver” dedi. Onun söylediklerini diğer yılkıcısı da uygun gördü. Çünkü ona hangi at olursa olsun sağ olması önemliydi. Böylece Bozbaytal Akan yıldızın sürüsünde kalmıştı.

    Bozbaytal etlenmiş ve yünleri parlamaya başlamıştı. Her zaman akan yıldızın yanındaydı. Birlikte göle giderler göl kenarlarında çalının arasında aylı gecelerde yan yana gezerlerdi. Böylece hayatın en tatlı günlerini yaşıyorlardı. Şafakla batan günle gündüzle geceyle hiç ilgilenmiyorlardı. Sarı yaprak saçan altın mevsim sonbahar gelip çatmıştı. Bütün kısrakların istekleri dinmişti. Bozbaytal Çabdar’ın sürüsüyle birlikte hiç tanımadığı yerlere Narın ırmağının kenarıyla kısraklara katıldı.

    Bu sene kış oldukça hafif geçti. Arkasından hemen ilkbahar geldi. Bozbaytal ilk tayını bu baharda doğurdu. Kuluncağızı çok güzeldi. Çabdar gibiydi.

    Bir süre sonra atlar Köl-tör’e geldiler. Geçen sene olduğu gibi Bozbaytal’ın mutlu hayatı gene başladı. Bu sene de ikinci yavrusu oldu. Birinci doğurduğunda Bozbaytal’ın sütü azdı ve yavrusunu zor doyuruyordu. İkinci senede sütü çoğaldı. Kulunu celege[3] bağlandı kendisi de sağılacak atların arasına girdi. Bozbaytal’da annelik sevgisi çok güçlüydü. Önceden Çabdar’ı seviyor nasıl yakın buluyorsa sonra da tüm bu sevgisini kulununa verdi. Başka kısraklar gibi olsa bile Bozbaytal akan yıldızı unutmadı. O istediği zaman Çabdar’ın yanında bulunabilirdi.

    Felâketin nereden geleceği belli olmaz ki!

    O sene kış daha sert oldu. Hayvanlara kurtlar saldırır oldu. Birinin atlarına kurt gelmiş,bu kadar kısrağını yemiş, böyle yapmış şöyle olmuş gibi dedi kodular çoğalmıştı.

    Fırtınalı bir gecede sürü bürküt Uya dağının kuytusunda duruyorlardı. Birden yan taraftaki atlar ürktüler ve ön tarafa doğru kaçmaya başladılar. Kurtlar! Çabdar kurtlara doğru koştu ve atlara saldıran kurdun üstüne doğru koşup şahlanarak heybetli sesiyle kişnedi. Atların peşine düşen kurtlar biraz durakladı ve Çabdar’ın etrafını sardılar. Kurtlar gittikçe çoğalıyordu. Kaçan sürü kendi barınağına girmişti. Evinde oturmakta olan yılkıcı aceleyle giyinip tüfeğini aldı ve atına binerek dağa doğru yöneldi.

    Çabdar, kurtların içinden çıkarak şaşkın bir hâlde koşmaya başlamıştı. Arkasında birçok kurt koşarak onu takip ediyordu. Öylesine şiddetli esen fırtınadan hiçbir şey görünmüyordu. Aygır koşa koşa hiç tanımadığı bir tepeye çıkmıştı. Kurtlar da aygırın ayaklarına sarılmıştı. Kalın tuyağı[4] ile kurtları tepiyor, onları kendine yaklaştırmıyordu. Aniden bir kurt Çabdar’ın sol tarafından yaklaştı. Çabdar ondan kaçmaya çalışırken taşlara ayağını vurdu. Bu fırsatı iyi değerlendiren arkasındaki kurtlar ona yetişti.Birisi aygırın boğazını ısırdı. Aygır durmadı daha var gücüyle koşmaya başladı. Yarasından akan sıcak kanın kokusu aç kurtları delirtti. Etrafını kuşatan kurtlar bir türlü aygıra yetişemiyorlardı. Aygır da delirmiş gibiydi. Çok hızlı koşuyordu. Kanı da hiç durmadan akıyordu. Fakat aygır gittikçe gücünü kaybetmeye başladı. Tuyakları yerin üzerinde değil adeta havada koşuyormuş gibiydi. Sanki aygıra kanat takılmış da uçuyor gibiydi.

    Sabah aygırın vücudu Kızıl Yerde bulundu. Aygır yüksek bir kayadan uçmuştu. Bu olaydan sonra Bozbaytal akan yıldızın ölümüne çok üzüldü. Sürüye sığmıyormuş gibi kendini kötü hissetti. Sanki akan yıldız o dağların bir tepesinde sanki akan yıldız kendini bekliyormuş gibi sanki akan yıldız otluyor, sanki oralarda geziyormuş gibi onu aramak istiyor, sürüden ayrılıp dağlarda gezdiği günler oldu. Baytal’ın gittiği yerlerden yılkıcı onu tekrar buluyordu. Bazen uyurken akan yıldızı görür rüyalarında. İkisi dağlarda su kaynaklarında eskisi gibi birlikte gezerlerdi. Fakat uyanınca akan yıldızın hayali göz önünden kaybolur gider kendini kısraklar içerisinde yalnız hissederdi. Sonra gözlerinden damla damla yaşlar aşağı doğru yuvarlanırken o kadar çok ağlardı ki göz yaşlarının izi yüzünde kara bir leke oluşturmuştu. Akan yıldıza olan hasreti Bozbaytal’ı bütün kış boyunca ezdi.Ona olan hasreti doğurduğunda bile dinmedi, tersine alevlendi . Baytal hiç otlamıyor giderek gücünü yitiriyordu. Onun bu hasretine bir de Toru aygırın zorluğu eklendi.

    Çabdar kayalıktan uçtuktan sonra yılkıcı bu sürünün başına hangi aygırı koyacağını bilemedi. Yeni aygır Çabdar gibi olmalıydı. Ondan olacak kulun da iyi olmalıydı. Fakat Çabdar gibi aygır bulamadı. Sonunda Toru aygırı satın aldılar. Toru aygır büyük ve kabaydı. İşte Bozbaytal onun bu kabalığını hiç sevmedi. Bu aygırın ne sesi ne de görünümü Çabdar’a hiç benzemiyordu. Bozbaytal onu yanına hiç yaklaştırmıyordu.

    Hayat böyle işte…

    Kısrakların hepsi bu sene doğurdu. Ama Toru aygırı istemeyen sadece Bozbaytal’dı. Böylece Toru aygır da ona bir düşman gibi davranmaya başladı. Bazen aygır Bozbaytal’ı çiğneyecek olduğunda yılkıcı gelir onları ayırırdı. Toru aygırın eziyetinden usandığında Bozbaytal dağları aşıp tayıyla birlikte önceki sürüsüne kaçtı. Fakat yılkıcısı onun arkasından haykıra haykıra geri kovalayıp geldi. Böylece ne kadar kaçarsa kaçsın ne bu sürüden ne bu aygırdan kurtulamadı. Bugün de her nefes alışında kaburgaları ağrıyor, Toru’nun ısırdığı yerler de canını acıtıyordu.

    Bozbaytal sallanarak yürüyüp çadırın arkasında akmakta olan kaynaktan su içti. Kaynak da sanki ona bir şeyler anlatarak ağlıyormuş gibi göründü. Çabdar’la birlikte buraya gelerek su içtiği anları hatırladı. Gözlerinden yaşlar boncuk boncuk akıyor, kafasını eğmiş duruyordu. Fakat Toru’nun arkadan yaklaşan sesi bu sessizliği bozdu. Toru her zamanki gibi kabaca yaralı ve zayıf Bozbaytal’ın etrafında dönüyordu. Bozbaytal birden kaçtı. O zaman sinirlenen Toru aygır Bozbaytal’ın yelesinden ısırarak onu kendine doğru çekti. Kısrak yere düştü. Kalkmaya dahi gayret göstermedi. Sadece boynunu çevirerek aygıra yelesini ısırtmamaya çalıştı. O anda evden çıkan yılkıcının karısı Bozbaytal’ı kalın tırnaklarıyla vurarak kaldırmaya çalışan aygırı gördüğünde eline bir sopa alıp onlara doğru koştu. Yılkıcının ailesi Bozbaytal’ı korumaya başladı. Yazın en sıcak zamanıydı. Bozbaytal’ın koşma zamanı geldiğinde onun kokusu Toru atı hareketlendiriyordu. Onun istediği sadece Baytal’dı.

    Yılkıcı Baytal’ı ne kadar korumak istese de su içmeye geldiğinde Bozbaytal Toru’ya yakalanıyordu. Üç defadır yılkıcı onları zorla ayırmıştı. ‘Bulaşan hastalık sonunda alır’ denildiği gibi bu kaygılı olay kışlaya göç edeceğiz derken meydana geldi. Uzun zamandır yağmur yağıyordu ve batıdan gelen rüzgar yağmuru kara dönüştürmüştü. Yaylanın bir tarafındaki atlara bu gece kurtlar bastı. Onların ulumaları bütün sessizliği bozdu. Rahat yatmakta olan sürü birden ürktü. Biraz sonra uluyan kurt sesleri daha da çoğaldı. Sürüdeki atlar yılkıcıya da bakmadan aşağı doğru koşmaya başladılar. Bu sürüyü koruması gereken Toru aygır kendi sürüsünü korumak aklına bile gelmedi. Kendi canını kurtarmaya çalışarak ürken atların en önünde koşuyordu.

    Hayvan hayvandır. Ne kadar akıllı olursa olsun böyle bir durumda bir hayvanın yapacağı ilk hareket kaçmaktır. Kurtların korkunç sesi Bozbaytal’ı da korkuttu. Bozbaytal yaralı olmasına rağmen sürüyle birlikte kaçmaya çalışıyordu. Bu korku onun hastalığında da güçlüydü. Hatta koşarken hastalığı bile aklına gelmedi.

    O zaman Sarala atını koşturarak gelen yılkıcının en büyük oğlu atların önüne geçmeye çalıştı. Yılkıcı ise kurtları tüfeği ile ateş açarak kokutmaya çalışıyordu. Bu yukarı dönen atların arasında Toru da vardı. Kurtlardan korkusu giden Toru şimdi de yayla tarafına doğru yönelmişti. O anda yukarıdan aşağı doğru esen rüzgar Bozbaytal’ın kokusunu ona ulaştırdı.

    Burnuna kısrağın kokusu gelen Toru aygır bütün vücudunu döndürüp yukarı doğru bakmaya başladı. Toru aygır Bozbaytal’ın sürü içerisinde olduğunu anladı ve hemen atların arasından yürüyerek Bozbaytal’ı aramaya başladı.

    Bozbaytal su kenarındaki yoldan yukarı doğru yavaşça gidiyordu. O anda Toru aygırın ayak seslerini duydu ama halsiz ve zayıf Bozbaytal hiçbir yere kaçamadan Toru arkasından geldi. Bozbaytal canı acıdığı için acıyla kişnedi. Sürünün içinden kulununun sesini duydu. Tayı o kargaşalıkta kaybolmuştu. Bozbaytal koruyacak birisi bulunmuş gibi bir daha kişnedi. Kendine doğru gelen kulununun sesini işitti. Toru Bozbaytal’a tam şu yolda yakalayacaktı. Kısrak kaçmaya çalıştı ama kaçamadı. Uzun süre çiftleştiler. Bozbaytal artık kan içinde kaldı, gözleri hiçbir şey görmüyor, başı dönüyordu. Halsiz bacakları birden yere çöktü. Aygır şimdi ayaklarıyla ona vurmaya başladı. Tırnakları kısrağın kaburgalarına batıyordu. Bozbaytal kendini kaybetti. Sinirlenen aygır Baytal’ı kaldırmak için yelesinden ısırıp aşağı yukarı çekiyordu. Kısrak hiç kalkmadı. Tırnaklarıyla başına gözüne vuruyordu. Zavallı kısrak. Etrafında koşan kulununun sesini bile duyamadı. Bozbaytal başka bir dünyaya gidiyormuş gibi hissetti kendini.

    Bütün gece kurtları kovalamaya çalışan yılkıcı yıldızlar sönmeye, şafak ağarmaya başladığında sürüsüne geldi ve bu hazin olayı gördü. Yılkıcı bugüne kadar Toru’ya kendini vermiyor diye Bozbaytal’ı suçlamışsa da bu olayı gördükten sonra gözü açılmış gerçeği gözmüş ve Bozbaytal’a hak vermişti. Bozbaytal’ın yapısını, iç alemini ancak anlamıştı. İhtiyar yılkıcının gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Çizgili yüzü yaşlarla doldu. Bel ki o da yıllar önce ölen karısın hatırladı. Karınsın ona yadigar kalan şu büyük oğluydu. Artık çocuklarına sevgi sunamadan son yıllarını büyük maddi sıkıntılar içerisinde yaşıyordu yılkıcı.

    Niye bu kadar ağlıyordu bilinmez. Babasının bu halini görence oğlu da bir o kadar üzülmüştü.

    Bozbaytal ölecekti. Baba oğul anladılar onun öleceğini.

    -Baba haram murdar olmadan keselim Bozbaytal’ı dedi oğlan.

    – Hayır! Diyerek kesti oğlunun sözünü. Sıcak göz yaşlarını eliyle silerek:

    – Bunu ben yapamam, dedi.

    O ana kadar sessiz sessiz ağlayan yılkıcı hıçkırıklarına hakim  olamadı. Hem ağlıyor hem konuşuyordu.

    – Zavallı Bozbaytalım. Sen insandan daha akıllı bir yaratıkmışsın. Bunu kesmeyeceğim oğlum. Bu ata bir insan gibi saygı göstereceğiz. Bozbaytal’ın önünde her ikimiz de insanlık farzımızı yerine getirmeliyiz!

    Oğlu da ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Sürülerin içindeki Toru ata büyük bir nefretle dik dik bakıyordu.

    Şafak sökmek üzereydi. Gök yüzündeki bulutlar dağılmaya başlamıştı. Rüzgar yukarı bayırlardan esiyordu. Kesif bir süt kokusu geldi Bozbaytal’ın burnuna. Biraz dirilir gibi oldu Baytal. Dağlar, tepeler, yaylalar, akşam vakti Köl-För yaylasının muhteşem manzarası canlandı hayalinde. Hele Çabdar’la geçirdiği anları hatırlayınca var gücüyle yerinden kalkmak için çaba gösteriyordu fakat nafile, bir türlü kımıldayamıyordu.  

    Son bir gayretle başını kaldırdı. Sevdiği yaylalara baktı. Sanki Çabdar’ın sesini duyuyordu. Çabdarı’nın hayali, onun gür sesi onu çok uzaklara çağırıyordu. Yavaşça ölürken kuyruğunu rüzgarlarda savuran “kayan yıldızını” gördü Bozbaytal.


    [1] At bakıcısı

    [2] Dört yaşına basan at

    [3] atların bağlandığı yer

    [4]atın tırnağı