Devlet adı verilen büyük mekanizmanın baştan aşağıya sorgulanması dizayn edilmesi görev alanlarının tam anlamıyla tespit edilip dişililerin düzenli ve akışkan bir şekilde işletilmesinin sağlanması gerekiyor. Tabi bu temsil yeteneği çok güçlü bir iradenin uzun soluklu çalışmasıyla ancak üstesinden gelinebilecek bir durum.
20. yüzyılın başlarında belirlenmiş pek köhneleşmiş kurallar bütününün tekrar ve acilen incelenip belirlenmiş olan çağ problemlerinin bir an önce çözülmesi gerekiyor. Beyinlerde oluşturulmuş ama kağıt üzerine düşmemiş teoriler ya da kitaplarda kalmış ama pratiğe geçmemiş bilgiler anlamlandırılmalı yararlı hale dönüştürülmelidir.
Devleti teraziyi tutan bir el olarak düşünmek zorundaysak ki öyledir. Bu terazinin bir kefesinin devamlı yukarıda kalması da benzersiz bir adaletsizliği gösterir. Toplumlar bu dengeyi kendileri sağlamak zorunda kaldıklarında ortaya çıkacak yangının kaç yıl devam edeceğini tahmin etmek de zor. Suriye’de ve diğer ülkelerde çıkan isyanlar hepimizin gözü önünde. Tabi bunlar bizim için bir tiyatro değil.
Onca büyük hacimli kitaplar engin düşünceler teoriler tezler vs. hep insanların gündelik küçük sorunlarının çözülmesi amacıyla üretilir. İnsanlar mutluluğun peşindedirler bu dünyada. Nafile bir bekleyiştir bu aslında ama gerçek gibi yaşanılan bu algılar dünyasında sanal yaşamlarımızın bize sunacağı sevinçler mutluluklar hayal kadar gerçektir de aynı zamanda . Gündelik çaresizliklerimize çareler sunup insana mutluluk vermesi için büyük karmaşık devlet sistemleri oluşturma çabası bir o kadar paradoksal durumdur hakikatte. Devletler, kanunlar, çabalar , arayışlar, buluşlar, fikirler fiziken küçük manen büyük insanın gözlerinden hüzünle bir damla yaş çıkmasın tık tık atan kalbi ızdıraplar içinde çırpınmasın diye değil midir?
Toplumların oluşturduğu ruhsuz mekanikleşmiş devlet sistemleri ne kadar acımasız ve hoyratça ise gönüller o kadar yıpranmakta mutsuz insan cennetleri o kadar çoğalmaktadır. Daha bebeklikten başlayan esir olma ölünceye kadar devam etmekte insanın özgürlük arayışı da hiç bitmemektedir. Çalışıyorsunuz çabalıyorsunuz her yönünüzden ablukaya alındığınızdan “mutluluk” için “diğer alem”i beklemek mecburiyetinde kalıyorsunuz.
Bireylerden yola koyularak oluşturulan Platon’cu devlet sisteminde en ilkel anlamıyla işçilerin (özel sektör çalışanlarının hepsi ki kamuda olanlar korunma kapsamındadırlar haliyle ), bilge ( yöneticiler-devlet içindeki alt-üst memur bürokrat,hakim savcı vs.) ve askerler (paşalar her rütbedekiler vs.) için çalışıp kanaatkar olmaları gibi bir anlayış bugün pratikte uygulanma şansını yakalamış ve kapitalizm ile belki Platon’un safça iyi niyetle söylediği bu sistem daha ileri giderek toplumun tepesinde “öğütme” görevini yapmaya devam etmektedir.
Şu da söylenebilir ki doğrudur sistem/devlet, düzen, kısıtlama aynı zamanda özgürlüğün en geniş manada kullanılması için gereklidir. Evet özgürlük mutluluktur ve özgürlük için de sınırlar gereklidir ancak bu sınırlar ne kadar olmalıdır nasıl olmalıdır kime göre neye göre olmalıdır. Milyarlarca beyinden milyarlarca sınırlama kısıtlama fikirleri çıkarsa o zaman da “özgürlük” sorunu nasıl çözülecek. Var bunun cevabı ancak bu başlıbaşına bir konu.
Bizim devlet sistemi kendi reflekslerinin içinde çözümler bulmuş ve kendi dairesi içinde kendi bireylerini kalkanla koruma görevini hakkıyla yapmaya çalışırken ötekileştirdiği kitleler ile arasını iyice açmaya başlamıştır. Ta Osmanlıdan hatta daha öncesinden gelen bir gelenek olarak gelen “devletin yüceliği” meselesi hala devam etmektedir. Pekala bu devam etsin ancak artık bu mekanizmanın da artık yağlanmaya yenilenmeye bir ihitiyacı yok mu? Elbette var.
Bugün bir Türk düşüncesi oluşturulacaksa tarihsel süreçte oluşmuş kavramsal yapıları ve yorumları mutlaklaştırmadan kendi dilimizin imkanlarını da kullanarak yeni bir düşünme yöntemi ortaya koyulabilir. Şayet Türk düşüncesi, kendi varoluşsal gerçekliğini kaybederse bir kurgu olmaktan kurtulamaz. Mesela Batı felsefesi kendi gerçekliği üzerinden yükselmiştir. Fakat bu tarihsel ve varoluşsal gerçekliğin birikimleri varoluşçu filozoflar tarafından ciddi anlamda tenkit edilmiştir. Bugün Türkiye’de üretilen felsefe kendi tarihsel zemininden ve gerçekliğinden yoksundur. Bunun bir sonucu olarak da sahih ve gerçek olmadığı görülmektedir.1
Türk Medeniyetinin en hayati konularından biri Türk Tefekkür tarihidir. Varoluşsal zorunluluğumuz ancak Türk Medeniyetinin oturacağı zihinsel ve fiziksel geçmişimizin mutlak kaideler üzerine şekillendirilmesi ile mümkün olacaktır. Geçmişten gelen kültürel mirasımızın ilmi süzgeçlerden geçirilip metodolojisinin oluşturulması ve artık gerçekleştirilen sistem üzerine inşa sürecinin başlaması çok geç kalınmış bir çalışmadır. Ya da üzerinde yapılmış çalışmaların bir araya getirilip akli ve duygusal çerçevede bir potada eritilip kalıplaşmış bir şekilde sunulamaması Türk Medeniyetinin bir türlü ihya olamaması sonucunu doğurmaktadır. Kim? Kimler? Yol gösterici olacak?
“W. Kopper, O.Menghin başta olmak üzere bir kısım Batılılar Altaylılar tarafından yaratılan Türk (Bozkır) kültürü, taşıdığı beşeri değerler sebebiyle süratle etrafa yayılarak kısa zamanda doğuda Moğolları ve Kuzey Çinlileri, batıda Hind –Avrupalıların bazı kollarını tesir altına almış ve bir medeniyet vasfı kazanmıştır.”2 demek zorunda kalan Batılının ortaya koyduğu prensipler çerçevesinde bizler kendi varoluşumuzu nasıl devam ettireceğiz?
İnsaf sahibi bazı Batılı bilim insanları tüm “kibirlerinden sıyrılarak “Barbar” düşüncesinden kurtularak doğru objektif bilgiler sızdırmışlardır. Mesela milletlerin karakteristik özellikleri medeniyetin parçalarından biri ise ki öyledir “Sadakat”3 Türk Medeniyet sisteminin varoluşsal özelliklerinin en güzel örneklerinden biridir. Sadakat doğruluk ve dürüstlüğü, doğruluk güzel ahlakı, güzel ahlak, iyi tefekkürü, iyi tefekkür, iyi bir aklı, iyi akıl ise mutlaka ama mutlaka beşeri bir faydayı (buluş, teori, bilgi, felsefe vs. ) ortaya çıkarır. Adalet hasleti de genel Türk karakter özelliğidir. Öyle ki Fransız generallerden Comte de Bonneval: ”Haksızlık, murabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür… Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır.”4 Adalet özelliği hakim bir karakterde insaf olur, empati olur, objektiflik olur, akıl olur akıl düşünceyi , düşünce beşeri faydayı doğurur. Cesaret özelliği münhasıran Türklerin ezelden alıp geldikleri karakterleridir ve bu karakterini Alp5 ismi ile mücessemleştirmişlerdir. Cesaret azmi, azim hareketi, hareket mücadeleyi, mücadele başarıyı, başarı hakimiyeti meydana çıkarır. Artık Göktürler hakimdir, Selçuklular hakimdir, Osmanlılar hakimdir. Asya’dan, Afrika’ya ve Avrupa’ya. Yüzlerce yıl. Tüm bunlardan sonra hala sonuç dünyaya hiçbir şey katmamış olan Türkler Barbarlar(!) hala günümüzde bile onca ulaşılan bilgiye rağmen sonucun böyle olduğuna inanmak veya bu şekilde söylemek ne akla, ne vicdana ne de ilme sığar. Bu olsa olsa kıskançlığın tezahürü olan art niyetli düşünce olabilir.
Öncelikle Türk Medeniyetini üzerine yazmakla diğer milletleri elimizin tersiyle itmiyoruz. Bilakis birilerinin elinin tersiyle ittiği ve ısrarla görmezden gelmeye çalıştığı Türk Medeniyetini üzerine basa basa tekrar ediyoruz. Evet, ilk sayfalarda da belirttiğim gibi mücadele ediyorlar tüm aksiyonları, tüm argümanlarıyla. Bizzat objektiflik, aklilik, bilimsel adları altında vurdukça vuruyorlar. Bize ne yazıyı, ne felsefeyi, ne, bilgiyi, ne teoriyi, ne tarihi yakıştıramıyorlar. Ancak zaman ilerliyor ve her şey apaçık ortaya dökülüyor ve aslında Batılının tüm dünyaya zorladığı karanlık tarih ve kültür bilinci, bilginin yoğunluğu ve bilgiye ulaşımın kolaylığı nedeniyle tarihin müsveddeler çöplüğüne atılıyor. Hayatın gerçekleri ve sürprizleri onların yalan bilgilerini parçalayıp fırlatıyor. Her şey aslına rücu ediyor.
Batılılarca kabul görmese de, hayali, farazi, imani, sübjektif, dogmatik gibi sözcükler arkasına gizlense de yüzyıllardan beri insanlığa ışık tutan dini kaynaklar ve özellikle de Kuran bize insanlarla ilgili araştırılsa da ulaşılamayacak, uğraşılsa da deneye tabi tutulamayacak ancak; düşünce, zihinsel bir çaba ve kalbi bir hissiyat ile anlam kazanabilecek durumları somut dile çevirerek aktarmıştır. Örneğin insanın ilk konuşması, dillerin farklılaşması, ırkların çoğalıp dağılması, insanın ilk yazısı, ne yazdığı, yazmayı nasıl keşfettiği, isimlerin ilk halleri, isimlerin nasıl ne şekilde belirlendiği gibi bilgiler üzerinde çalışılsa da nesnel verilerle ortaya çıkarılabilecek bilgiler olarak görünmüyor. Madde, isim, evrimleşme, gelişme, düşünme bileşenlerinin varoluşları ve ahenkle birbirine insanda nasıl entegre oldukları dünya gerçeklikleri içinde belirlenebilmesinden ziyade üzerinde felsefe dediğimiz düşünsel faaliyetler ile yorumlamalar yapılabiliyor. Aslında felsefe, Batılıların(Cermenler) hegemonyasından kurtarıldığında bize ilk insandan beri gelen ve tüm insanlığa şamil olan bir değerdir. Kuranda ilk felsefi yorumlamalar İbrahim peygamber üzerinden somutlaştırılır. Elbette İbrahim peygamber öncesinden de düşünce hep vardı. Ne? Nasıl? Niçin? Sorularının bir insan ağzından cümlelere dökülmesi İbrahim peygamber ile başlar. “Allah’ım! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” dedi. “Yoksa inanmıyor musun?” deyince “Evet, inanıyorum ama kalbim iyice tatmin olsun diye” dedi. (2; 260).(Kendi kendine) “Gece çökünce yıldız gördü: ‘İşte bu Rabbim!’ dedi. Yıldız batınca ‘Batanları sevmem’ dedi. Ayı doğarken görünce: ‘İşte bu Rabbim!’ dedi. O da batınca ‘Eğer Rabbim yol göstermezse şaşıranlardan olurum’ dedi. Güneşi doğarken görünce ‘İşte bu Rabbim, bu daha büyük’ dedi. O da batınca ‘Ey halkım! Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım’ dedi.” (6; 76-78).İbrahim peygamber kimin peygamberiydi? Türklerin mi? Araplar, Avrupalılar, Asyalılar, Afrikalıların mı? Kimin? Tarihin bilinmeyen bize kadar ulaşan bu sorulara muhatap olanlar kimler ve hepsinden önemlisi hiçbir şeyi düşünemeyen insan tipinden düşünen insan tipine evirilmeye inanan Avrupalı için İbrahim Peygamber düşünen insan tipi ise o da sadece Avrupalılarda varsa acaba sadece Avrupalıların atası mı? Bilginin çıkışı yükseliş evreleri Batılılar tarafından kimlere dayandırılıyor? Gelişmemiş insan ile (Homo Habilis) (!) , gelişmiş (Homosapiens) (!) en yüce ırk Avrupalılar (Cermenler) ise; dışarıda kalan varlıklar acaba Arami, Sami,Türk halklarından olan insanlar mıdır? Güya entelektüel hareketlerin kaynağı Cermen halklarından fışkırırken en iptidai hareketler kaynağı diğer halklardan neşvünema mı etmektedir. Elbette yazmak, düşünmek ve okumak gibi muhteşem özellikler dünya üzerinde belli bir azınlığa, zümreye, millete takdir edilmiş değildir. Hiçbir şey düşünmediğini varsaydığımız bir insan bile sadece on dakikalık bir çabayla bu hasletlerin evrensel olduğunu çözebilir. Yani okumak, yazmak ve düşünmek tüm insanlara özgüdür. İbrahim peygamber insanlığa bir örnektir. Pagan bir insan için İbrahim’in ne önemi vardır o da ayrı bir tartışma konusudur.
Yukarıda insanların okumak, yazmak, tefekkür gibi özelliklerinin evrensel olduğunu yazmıştım. Bu özelliklerin insana özgü olduğunu Kuran belirtir ve : “ Oku, Rabbinin adını anarak oku,…….o kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak suresi, 1.2.4.5. ayetler)Kuran insanların okuma, düşünme ve yazma eylemlerini Hz. Muhammed’e bildirilirken zaman vermemiştir. Ancak ilk insana konuşma özelliği verildikten sonra ona eşyaları isimlendirebilme özelliği de verilmiştir.7 Hatta Tevrat’ın yaratılışı anlattığı bölümde de ilk insana isimlendirme yapması söylenir : “Yar.2: 19 RAB Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi. Adem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı.Yar.2: 20 Adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir Yardımcı bulunmadı.” 8 Bu eski kadim kaynaklar bize insanın konuşma, isim verme, düşünme, yazma gibi eylem ve bilgileri edindiklerini açıkça göstermektedir. Yani bilgi evrenseldir. Düşünce de sanat da her şey kâinatın işleyişinde pay sahibidir ve üstünlüklerden ziyade farklılıklar vardır.
Bilginin evrensel olduğu kesin olmakla birlikte bilgiyi kullanan insanların bu değeri hangi zaman diliminde ne kadar yoğunlukta kullandığı tarihin sayfalarında her millet için ayrı bir çalışma haline gelmiştir. Kültürlerin kökeninde evrensellik varsa da bilginin kullanılış şekli zamanı ve yoğunluğu elbette farklılıklar göstermiştir. Burada önemli olan bulunan her bilginin sağlam deliller üzerinde yükseliyor olmasıdır. Evet, biz Türklerin izini takip ediyoruz. Ve onların izini Orhun Abidelerinde keşfediyoruz. Tabi en eski yazılı kaynak olarak. Zaman bizi daha eskilere alıp götürebilir bunu da yapılan çalışmalar gösterecek.
Orhun Abidelerine geçmeden önce birçok faktörün bileşiminden oluşan medeniyetin içinde Türklere özgü demir ve atın önemini çok kısa hatırlatmakta fayda var. Çünkü demir gücü, at göçü vurguluyor Türk Medeniyetinde. Dünya hakimiyetleri en nihayetinde bu ikisiyle başladı. Ayrıca at ve demir kadim zamanlarda belki de düşünce eyleminden biraz daha önemli olmuş olabilir. Belki insanlığın düşünce evreleri yavaş yavaş yolunu bulup ilerlerken at, ateş, demir hızla öğrenilip daha fazla ihtiyaç olma özelliği taşıyordu.
Bu medeniyetin merkezinde elbette birçok faktör rol oynamıştır ancak “demir” ve “at” fiziki medeniyet varoluşunun temel taşları olmuştur Türk Medeniyeti için. Elbette Türklerdeki Darkan, Tarhan, İlhan, Timur gibi isimler demirin Türk Medeniyetindeki önemini bize gösterir. “Türkistan’da demir kültürünün M.Ö. 2000’lerde varlığına dikkat çekilerek, yukarıda belirtilen görüş desteklenmiştir. Ayrıca demirin Türk kültür çevresinde eskiden varlığı M.Ö. 1022 yılına ait Çin kayıtlarında dikkat çekilmiştir. Bu kayıtta “lüks kılıç” anlamında “king-luk” kelimesi Türkçede “ikiyüzlü bıçak” manasında günümüzde dahi kullanılan “kingirlik” kelimesiyle özdeşleştirilmiştir (Togan, 1981: 30). Bütün bu verilerden hareketle Türk kültür çevresinde aşağı yukarı M.Ö. 1200’lerde demir kullanımı yaygınlık göstermiş ve demirden birlikte savaş gereçleri yapılmaya başlanılmışt.ır.”9
Efsaneye göre Türk, gökyüzünden yeryüzüne atlı olarak inmiştir. Ayrıca Tanrı ile iletişim kurmak da kanatlanıp uçabilen bu hayvana binilerek yapılabiliyordu. Belki de doğudan doğruya kağan ile Tanrı arasında iletişimi sağlamaktaydı. Azerbaycan destanlarında olsun ve gerekse Türk destanlarında olsun at, kahramanın birinci derecede yardımcısıdır. Kaşgarlı Mahmut’un kaydettiği gibi “Kuş kanadı ile Türk atı ile”dir. İkisinin birbirinden ayrılması söz konusu bile olamaz. 10 Binlerce yıllık tarihin hakim unsuru elbette at olacaktır. Öten bir oku, devasa topları Türklerde gören bir dünya belki atın en iyi şekilde nasıl binildiğini de Türklerden görmüştür.
Kültürün bileşenlerinden olan hayvancılığa hiç değinmiyorum bile. Nihayetinde medeniyetin unsurlarında hayvanlıcık, çiftçilik vardır fakat ilerleyen yüzyıllar içinde medeniyetin en temel ve en ilkel unsurları olarak kaldığından gelişmişlik anlamındaki Medeniyetin ölçüsü olamıyor. En ilkel durumların(avcılık, toplayıcılık, çiftçilik, hayvancılık vs.)tüm dünyanın başına gelmiş olması muhtemeldir ki bu yönüyle evrenseldir de. Bu evrensellik beyaz Avrupa’nın bir an evvel kurtulması gerektiği bir süreçtir ki bugün artık Amazonun ormanlarında kalan insanlar ile aynı paralelde bulunmak ne kadar içi burkucu bir haldir(!).
Peki nereden alacağız meseleyi. Medeniyet yolculuğunu en eski yazının bulunmasından diyenler olduğu gibi petroglifler ile başlaması gerektiğini düşünenler de vardır. Her iki tezde de Türklerin medeniyet izlerine rastlamak mümkün. Yazı düşünmenin bir ürünüdür ve kabullenilmek zorunda kalınmış tarihi bilgilere göre yazının ilk görüldüğü yer Sümerlerdir. M.Ö 3000 yıllarına kadar gittiği söylenen çivi yazısı örneklerine Mezopotamya dediğimiz bölgede karşılaşılır.11 Yani Medeniyet başlangıcı. Ural Altay dil grubu olan Fin, Macar, Sümer dilleri, Tunguz, Moğol, Türk, Kore ve Japonların dilleri eklemeli diller gurubudur. İlginçtir ki dünyadaki bilinen en eski Sümer dili eklemeli bir olmasının yanında yapılan araştırmalarda Sümercede 168 adet Türkçe kelimeye rastlanmıştır.12 Buna rağmen kâğıdın, tarihi kayıtların, belgenin bulunmadığı dönemlerde araştırmak ve insanların bilgisine sunmak son derece zor olmuştur. Bunun bir sonucu olarak Türk tarihi ve kültürünün varlığı, klasik anlamda tarihî belgelerin ve bilgilerin uzandığı yıllardan başlatılmıştır. Hatta bu bir gelenek durumuna getirilmiştir. Dolayısıyla Türkler, genel olarak, birkaç bin yıllık tarihe ve kültüre sahip bir millet olarak kabul edilmiştir. Pek çok tarih bilimcisi; insanların yaşadığı olaylar, yazının bulunması ile kayda alındığını düşünerek tarihî çağları yazının bulunuşu ile başlatmak hatasına düşmüş veya kasıtlı olarak böyle bir yola gitmiştir. Hâlbuki insanoğlu, yaşadığı olayları, petroglifler vasıtasıyla kayalar üzerine nakşetmiştir. Tarih bilimcilerin bu gerçeği neden görmezden geldiği veya göremediği gerçekten merak konusudur. 13 İster M.Ö 3000 yılına Sümerlere kadar uzanalım ister daha eski uzak zamanlardaki pedrogfillere gidelim araştırmalar bize Türklere ait birçok ize ulaştırmaktadır. Bu durum elbette sadece Türklere has bir özellik değil dünyada yaşayan diğer milletler için de geçerlidir. Bu bize yukarıda da söylediğimiz gibi doğrudan Kuranın verdiği bilgilere götürür. yani milletlerin ırkların kültürlerin üstünlüğü değil farklılığı söz konusudur.
1. TÜLÜCE H.Adem, (2018). Türk Tefekkür Tarihini Temellendirmede Yeni Bir Yorum Denemesi, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 18 (1), 513-533.
2. SARI İbrahim, Türkün Destanları, Net Medya Yayıncılık, İstanbul, 2016, s.11
9.İlhami DURMUŞ, ASYA A R A ŞTIR M A LA R I D E R G İSİ THE JOURNAL OF ASIAN STUDIES, Cilt / Volume : 1 Sayı/ Issue : 1 Güz / Autumn 2017,s.19
10. Eyüp AKMAN, TÜRK KÜLTÜRÜNDE VE AZERBAYCAN DESTANLARINDA AT Mart 2003 Cilt:11 No:1 Kastamonu Eğitim Dergisi 233-248
11. Hümeyra GÜMÜŞHAN, “YAZININ TARİHSEL GELİŞİMİ VE BU SÜREÇTE YAZININ ÇEŞİTLİ YÜZEYLERE UYGULANABİLİRLİĞİ” , 6. ULUSLARARASI MATBAA TEKNOLOJİLERİ SEMPOZYUMU, İSTANBUL ÜNİV. 1-3 KASIM 2018, İSTANBUL
12. A.Bican ERCİLASUN, Türk Dili Tarihi, Akçağ yayınları, 2004,Ankara, s.35
13. Necati DEMİR, Zeitschrift für die Welt der Türken Journal of World of Turks, TÜRK TARİHİNİN VE KÜLTÜRÜNÜN KAYNAĞI OLARAK KAYA ÜZERİ RESİMLER (PETROGLİFLER) VE YAZILAR , ZfWT Vol. 1, No. 1 (2009)