Etiket: Asya

  • Bana Sor

    Yazan : Özcan Atar

    “Yalnızlığı ayrılığı bana sor” , “Hatıran Yeter” dedi ve sustu gençliğimin Arabesk kralı Ferdi TAYFUR. Nice şöhretler yaprak gibi dökülüyor. “Vay!” diyorum. Hatıralarıma dönüyorum çocukluk ve  gençliğimin şöhretleri öldükçe.

    80’li yıllarda plaklarda dinlemeye başlamıştım sonra kasetlerde sonra cd dvd lerde yıl 2025 hala dijital medyada  dinliyorum.

    Esasen arabesk müzik sık dinlediğim bir müzik türü değildir. Fakat bazen bir anda dinleme isteğim çıkar ve dinlerim ve hatta kendimce mırıldanırım.

    Arabesk müzik belki öncelikle Arap müziğinden neşet etmişse de Türkler bu müziği kendi tınıları ile bambaşka bir merhaleye taşımışlardır. Televizyonun olmadığı zamanlarda  radyonun kısa dalga frekansından Türkçe yayın yapan Almanya’nın Sesi radyosundan  Deustsche Welle ile birlikte Arap radyolarını da dinlerdim. Arap kanalları Türkiye’den Ferdi Tayfur, İbrahim Tatlıses gibi arabeskçilerin şarkılarını yayınlıyorlardı. Arap kanallarındaki Arapça bir çok şarkı benim kulağıma ağır, uzun nefesli ve dümdüz ritimsiz sıkıcı gelir.Halbuki aynı tarz Türklerde tam bir şaheserdir. Büyüleyicidir.yani Türkçe de  büyüleyicidir. Türkçemiz mantığın ve sesin harmanlanması ile ortaya çıkmış bir mucizedir.

    Biz Türkler tarih  boyunca karşılaştığımız kültürlere çabuk adapte olmuş  onları alıp kendimize göre biçimlendirmeyi çok iyi başarmışız. Kendimizden de ekleyince  ortaya güzellikler çıkmış. Mesela Halk Edebiyatımızın yanında İranlılardan aldığımız Divan edebiyatını kendimize özgü geliştirmişiz. Avrupa’dan Asya’yadan Orta Doğu’dan Amerika’dan neler almışsak onları işlemeyi bilmişiz (sinema, film hariç ).

    Beynimize kalbimize dokunan nice sanatçılar  şöhretler göçtü. Onlardan bazılarını gelecekte hatırlayacaklar lakin bizi hiç kimseler bilmeyecek. Sessizce yaşayıp sessizce unutulup gideceğiz. Hey dünya!Bu kadar insanı canlıyı cansızı  öğütüp ne yapacaksın.

  • OSMANLI DİVAN ŞİİRİ-IV

    OSMANLI DİVAN ŞİİRİ-IV

    Yazan  : J.W.GİBB 

    Kitap : Osmanlı Şiir Tarihi

     Türklerin İranlılardan öğrendikleri tasavvuf felsefesi bu düşünceler üzerinde gelişir ve yüzyıllarca şiirlerinde yankılanır. Mutasavvıf şairlerin dilinde Allah sevgili (maşuk), insan ise âşıktır.  Aşığın sevgilisinden ayrılmaktan dolayı duyduğu elem imajının altında ruhlar âlemine duyulan özlem feryatları yükselir. Sevgilinin acımasız bîgânelik sembolü ile ifadeye gelmez güzelliğinin kısmen de olsa bir an kendilerine aşikar olmasıyla kendilerinden geçmiş aşıklar, zaman zaman ruhlarını aydınlatan, kendilerini bir an gerçekle yüz yüze getiren, sonra varlığı fark edilmeden kaybolan anlık parlayıp sönüşleri tasvir ederler. Şairler, her şeyde hazır ve nazır olan, özellikle de ahsen-i takvim olan insanda Allah’ın varlığını temaşa ederler. Bu itibarla Allah’ın, en mükemmel tarzda zuhur ettiği insanı sevmek ve takdir etmek güzel bir şeydir. Hatta güzel bir yüzde akseden (bizzat Allah’ın cemal sıfatı) ve aşığın gözüyle gören Allah’tan başkası değildir. Böylece tecelli tamamlanmaktadır.

    Ahdi Misak (Bezm-i Elest ), sufizmin bu mistik yönüyle örülmüştür. Kur’an’da geçmektedir; daha mevcudat yaratılmadan Cenabı-ı Hakk’ın ruhlara “Elestü bi Rabbiküm? Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına ruhlar, “Kâlû bela, evet Rabbimizsin” cevabını vermişlerdir. Şairler, zamanın başlamasından önce yapılan bu misakın yankılarını daima ruhlarında hissetmişler, daima bununla uyum içerisinde olmaya gayret etmişler; sonsuzluğun bu elest şarabıyla sarhoş olmuş, vecde gelmişlerdir.

    Şairler
    İlk sufiler, çağdaşları olan aşk ve şarap şairlerinin kullanmakta oldukları ifade şekillerini almışlar bu suretle kendilerine adapte ettikleri terimlere tasavvufi bir anlam yükleyerek sembolik bir dil teşekkül ettirmişlerdir. Mesela, şarap tasavvufi aşk, şarap tüccarı şeyh, meyhane tekke, Sevgili Allah, seven (âşık) ise insandır. Birtakım izahlarla bu kelime hazinesi çok daha işlenmiş ve mükellef bir hale getirilmiştir; Öyle ki şair tarafından anılan her obje bir felsefi veya tasavvufi kavramın simgesi olmuş; mesela, sevgilinin yanağı kainat,saçları Allah’ın sırları vb.

    Hafız üzerinde birçok yorumlar yapılmıştır ve şairin eserlerinin hepsi tasavvufi açıdan şerh edilmiştir. Fakat onun ya da benzer başka bir şairin bu tür mısraları, sistematik olarak açıklandığı gibi düşünüp düşünmedikleri son derece şüphelidir. Bununla birlikte bu sembollerin gölgesi hiçbir zaman bütünüyle çekilmemiş müphem bir yadigâr olarak Türk şiirinin her safhasında varlığını muhafaza etmiştir.

    Şairin mizacında tasavvufun ya da materyalizmin hâkimiyetine göre şairin eserinde de ya sembollerle ya da kelimesi kelimesine verilen anlam hâkim olacaktır. Bir kaide olarak her iki öğe de incelikle işlenmiş ve birbirine karışmış olduğundan bazen biri ön planda olurken diğeri geri planda kalacaktır. Dolayısıyla bu şiir his ve his ötesi arasında akıp gider; aşk ve güzellik en cazibedar kıyafetleriyle ve en güzel biçimde sunulur, fakat bu takdim öyle mahirane yapılır ki, okuyucu istediği gibi yorumlamakta serbesttir. Daha önce de ifade edildiği gibi işret ehlinin hoşuna giden aynı şiir bir dervişi de vecde getirir. Bunların yanı sıra söz ustası, sanatkârı olan birçok şair vardır; eserlerini süslemeye değer gördüklerini alırlar ve arzu edilen estetik tesiri meydana getirebilmek için mısralarına yerleştirirler. Türk şairleri arasında gerçekten mutasavvıf olan ve bütün güçlerini, akidelerinin tarif ve şerhine harcayan birçok şairin bulunmasının yanı sıra büyük bir çoğunluğunun da  sadece tasavvufi fikirler ve terimlerle oynadığı akıldan çıkarılmamalıdır. 

    Türkler, İran şiir sistemini aldıkları zaman bu fikirlerin ve terimlerin çoğunu kullanıma hazır halde buldular ve şairler için birer stüdyo malzemesi görevi gören aynı şekilde elde edilen birçok şeyle birlikte, durumun icap ettirdiği ölçüde bunları eserlerine yerleştirdiler. Bu tür akide (doktrin)lerin İslam tevhidiyle at başı gelişip serpilmesi biraz tuhaf görünebilir.

    Aslına bakılırsa İslam (biz Batılıların) zannettiğimiz kadar katı bir din değildir; Kur’an’da ve hadisler içerisinde tasavvufi yoruma açık pek çok ifade bulunmaktadır ve istisnasız bir şekilde İslâmî tebliği kendilerine görev edinen sufiler de bu yorumlarla konumlarını kuvvetli bir şekilde takviye etmişlerdir. Fakat gözlemlerimiz sonucunda daha sonra ortaya çıkacak olan ve garip görünen birçok şey gibi bunu da layıkıyla anlayabilmek için İran istidadının hakiki tabiatına ilişkin bazı hususları bilmemiz gerekmektedir.

    Asya Kaynaklı fikirler  üzerinde oldukça derinleşen bir mütefekkir yazar14 tarafından ifade edildiği gibi, Avrupalılar hemen hemen şuursuz bir şekilde inançlarına aykırı ne olursa olsun inkar ederek kavramlara bir mütecanislik verirken Doğulu;  insan zihninin algılayabildiği her düşünce kırıntısını muhafaza etmekte daha titizdir.

    Avrupalıların çok sevdiği her şeyin harfi harfine olması Asyalı için, hayalin ötesine açılmaktan alıkoyduğundan ıstırap vericidir. Farklı teoriler ve birbirleriyle mutabık kavramlar aramaya çalışmadığı gibi böyle bir girişimin ne menfaat sağlayacağını da anlamaz. Bu farklı fikir ve teoriler onun için sonsuzluğa farklı yönlerden açılan pek çok farklı pencere demektir. Bu sebeple sonsuzlukla iştigal ederken sınırlandırmalara tahammül eder. Batı Asya, ilk asırlardan beri her çeşit fasit dinî teorilerin yuvası olmuş, bunların hiçbiri de tamamıyla unutulup yok olmamıştır. Şöyle ya da böyle tadil edilerek ya da kılık değiştirerek tekrar su yüzüne çıkmış yüzyıllar boyunca sayısız dinî ve felsefî sistemler doğurup şu veya bu şekilde yaşatmaya devam etmiştir. Bu sebeple ruhiyatla (Batınîlik) ilgili şeyleri elde etme ve öğrenme gayesinde olan bir doğulu düşünürün zihninde, kabul ve tasdik ettiği dininin bir kısım esaslarına aykırı olduğu kadar, mezkûr sistemlerin birbiriyle de çelişen birçok parça buçuk kısımları yan yana varlıklarını sürdürmüşlerdir.

    14.  GOBINEAU (Comte de). ( ‎LES RELIGIONS ET LES PHILOSOPHIES DANS L’ASIE CENTRALE. Troisième édition.)‎

  • Türk Medeniyeti-III

    Türk Medeniyeti-III

    Yazan: Özcan ATAR

    WWW“Tarafsızlık bir düş, dürüstlük bir vazifedir.”-TÜRK MEDENİYETİ – 3

    Sümer yazılarındaki Türkçe kelimelerin bulunması aslında dünya Medeniyetin oluşmasında nasıl birbirini etkilediği ve Medeniyetin tüm insanlığın ortak mirası olduğunu bize gösteriyor. Kaldı ki Mübahat Türker bir sempozyumda14  şu bilgileri verir:  “Kutadgu Bilig\ yazarken, Yusuf Has Hâcib’in, Farabi’nin etkisinde kalıp kalmamış olduğunu kendimize sorduğumuzda, varsayımının istikametinden yararlanacağımız model, ünlü çivi yazısı uzmanı, gerek Mohencodaro kültüründen, gerekse Girit  kültüründen bir kısım yazıyı, ilk kez de Hititlerin çivi yazısını sökmeye muvaffak olmuş olan Çek bilgini Hrozny’nin teklif etmiş olduğu o toparlayıcı modeldir. Bu istikamet, çok hareketli bir kavim olan, Çin, Hind, İran, Mezopotamya, Bizans, İslâm, ve Batı ile daima temas etmiş bulunan Türklerin tarihlerine de aykırı düşmemektedir. Hrozny’e göre, Fırat ile Dicle’nin birleşerek, Basra Körfezi’ne ulaşmış olduğu yerlerde, yaklaşık M. Ö. 4000-3000’lerde, ilk yazılı uygarlığı kuran Sümerliler, bir Asya kavmidir ve  dilleri de Türkçeye benzer. Hatta, onların, Türkçe ile “Tengri” gibi, tartışmasız ortak kelimeleri bile bulunmaktadır. Türkçede, Tengri, Tangara, tengerlek, Tanrı kelimeleriyle Sümerli dilindeki Dingir kelimesinin ayniyeti üzerinde Sümerologlar birleşmektedirler. İnsanlık kültür ve uygarlığı, Hrozny’e göre, Asya’dan, Pamir-Altay-Hazar üçgeni arasından çıkıp dünyaya yayılmıştır. Ona göre, Sümerliler, Altay’dan kopup gelerek Hazar’ın güneyinden ve kuzeyinden geçmek suretiyle — sonradan, belki, Doğu İran veya Umman kıyısını takip ederek— , Mezopotamya’ya ulaşmışlar, orada, büyük bir “kültür farı yakmışlardır. Bu farın ışıkları doğuda, Çin’e (M. ö . 1200’ler), batıda Girit’e (M. ö . 2000’ler), kuzeyde Anadolu’ya (M. ö . 2000. Hititlere), güneyde Mısır’a (M. Ö. 3000) ve Hind’e (M. Ö. 3000) (Mohencodaro, Harappa) kadar ulaşmıştır.www.Sümer Yazıları )

    Mübahat Türker Küyel

    Yine, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Hititoloji Bölümü’nü kuran Güterbock, Zeus başta olmak üzere, başlıca Yunan tanrılarının Anadolu ve Mezopotamya menşeli olduğunu gösterebilmiş, Homeros Destanının kökünde, Anadolu menşeli Kumarbi Destanının, onun da kökünde, Mezopotamya ve Sümer menşeli Gılgamış Destanının bulunduğunu ortaya koymuştur.”   Gılgamış destanın da Nuh Tufanı ile ilgisi olabileceği malumdur. Nihayet Batı medeniyetinin kaynağı Yunan Medeniyeti ise Yunan Medeniyetinin kökü Sümerlerdir diyebilmekteyiz  ki tüm bu bilgiler bize dünya medeniyet tarihindeki evrenselliği ispatlamaktadır.

    Buraya kadar Medeniyetin evrensel olduğunu farklı açılardan incelemeye çalıştık. Bu bilgiler çoğaltılabilir fakat bizim asıl konumuz Türklerin Medeniyeti olduğundan asıl yoğunluğu Türk Medeniyetinin şimdilik ispatlanabilen en sağlam kaynakları üzerinden gitmeye çalışacağız. Milletlerin ırkların ya da kültürlerin birbirinden üstünlüğünün olmadığını özellikle belirtmekle beraber farklılıklarının olduğunu zaman mekan ilişkisi içinde  milletlerin kültürel gelişimlerinin farklı olduğunu söylemiştik. Mesela  Amerika’da Kızılderililer bir kültür, orada Amerikalılar farklı bir kültür, Avrupa farklı olan bir kültür Asya, Ortadoğu, Uzak Doğu hatta Amazon ormanlarında henüz bugünün insanının bile bilemediği kavimler de dünya üzerinde bambaşka kültürleri temsil ediyorlar. Bizim itirazımız bu başkalıkların birer üstünlük olmadığı şeklindedir. İlim-bilim-gelişmişlik hallerini ve kavramlarını kendinden başka hiçbir millete yakıştıramayan Batı kafasına- onlar bu düşünceyi taşıdıkları müddetçe-  hep karşı çıkacağız. Hatta zamanla bu karşı çıkışlarımız gereksiz bir çaba olarak görülecek belki bir anlam ifade etmeyecekse de biz bundan gocunmayacağız. Niye gocunalım ki şeytan her an nefesini üfürmede…


    Şeytan nefesini üfüre dursun güneş balçıkla sıvanmaz. Hakikat hiç örtülemez. Medeniyet evrenseldir hakikatinin yanında Türk Medeniyeti gerçeği inkar edilemez. Göktürk, Karahan, Selçuklu, Osmanlı gerçekleri ayan beyan ortadayken tüm bunları görmezden gelmek ve hatta görememek en kibar tabirle bile : Akıl tutulmasıdır.

    Uzun zamandır İslam’ı  Türk Medeniyetiniyle  çatıştırmak için çaba gösterenler olmaktadır.  İslamı bir medeniyet dersek İnancı dünyaya hapsetmiş oluruz. İslam bir inançtır. Türkler bu inanca ram olmuş bir millettir öyle ki  TÜRK=İSLAM algısı oluşmuştur. Cengiz Çevik’in çevirisini yaptığı makalede : “Johann Peter von Ludewig, Historia  Rationalis Philosophiae Apud Turcas,Christ. Ern. De Windheim, Halae, 1691” künyeli Latince metnin başlığında bulunan Turcas adı genel olarak İslamın ortaya çıktığı ve yayıldığı Asya ve Avrupa coğrafyasında yaşamış Müslüman olan olmayan tüm filozof ve alimleri kapsamaktadır.”16 diyerek Türk kelimesinin gücünü göstermektedir. Bu güç Türk varlığını ve Türk Medeniyetini bizzat ispat etmektedir.  (yazı devam edecek)    

     

    14. Mübahat TÜRKER, 1984 tarihinde Atatürk Kültür Merkezi’nde verilmiş konferansın

    genişletilmiş şeklidir. Aynca, bkz., “Kutadgu Bilig et Fârâbî”, Eylül 1985, Sempozyum

    (1 990) “Fârâbî ve KB”, cilt 1. Krş., burada not: 32, 33 ve s. 381, 382.

    16. Arkhe-Logos Felsefe Dergisi, Sayı/2, Güz/2016 , s.37 , Türklerde Rasyonel Felsefenin Tarihi, çev. C.Cengiz ÇEVİK

    15https://m.bianet.org/bianet/insan-haklari/104970-semih-vaner-in-ardindan