Etiket: best

  • OSMANLI DİVAN ŞİİRİ-IV

    OSMANLI DİVAN ŞİİRİ-IV

    Yazan  : J.W.GİBB 

    Kitap : Osmanlı Şiir Tarihi

     Türklerin İranlılardan öğrendikleri tasavvuf felsefesi bu düşünceler üzerinde gelişir ve yüzyıllarca şiirlerinde yankılanır. Mutasavvıf şairlerin dilinde Allah sevgili (maşuk), insan ise âşıktır.  Aşığın sevgilisinden ayrılmaktan dolayı duyduğu elem imajının altında ruhlar âlemine duyulan özlem feryatları yükselir. Sevgilinin acımasız bîgânelik sembolü ile ifadeye gelmez güzelliğinin kısmen de olsa bir an kendilerine aşikar olmasıyla kendilerinden geçmiş aşıklar, zaman zaman ruhlarını aydınlatan, kendilerini bir an gerçekle yüz yüze getiren, sonra varlığı fark edilmeden kaybolan anlık parlayıp sönüşleri tasvir ederler. Şairler, her şeyde hazır ve nazır olan, özellikle de ahsen-i takvim olan insanda Allah’ın varlığını temaşa ederler. Bu itibarla Allah’ın, en mükemmel tarzda zuhur ettiği insanı sevmek ve takdir etmek güzel bir şeydir. Hatta güzel bir yüzde akseden (bizzat Allah’ın cemal sıfatı) ve aşığın gözüyle gören Allah’tan başkası değildir. Böylece tecelli tamamlanmaktadır.

    Ahdi Misak (Bezm-i Elest ), sufizmin bu mistik yönüyle örülmüştür. Kur’an’da geçmektedir; daha mevcudat yaratılmadan Cenabı-ı Hakk’ın ruhlara “Elestü bi Rabbiküm? Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına ruhlar, “Kâlû bela, evet Rabbimizsin” cevabını vermişlerdir. Şairler, zamanın başlamasından önce yapılan bu misakın yankılarını daima ruhlarında hissetmişler, daima bununla uyum içerisinde olmaya gayret etmişler; sonsuzluğun bu elest şarabıyla sarhoş olmuş, vecde gelmişlerdir.

    Şairler
    İlk sufiler, çağdaşları olan aşk ve şarap şairlerinin kullanmakta oldukları ifade şekillerini almışlar bu suretle kendilerine adapte ettikleri terimlere tasavvufi bir anlam yükleyerek sembolik bir dil teşekkül ettirmişlerdir. Mesela, şarap tasavvufi aşk, şarap tüccarı şeyh, meyhane tekke, Sevgili Allah, seven (âşık) ise insandır. Birtakım izahlarla bu kelime hazinesi çok daha işlenmiş ve mükellef bir hale getirilmiştir; Öyle ki şair tarafından anılan her obje bir felsefi veya tasavvufi kavramın simgesi olmuş; mesela, sevgilinin yanağı kainat,saçları Allah’ın sırları vb.

    Hafız üzerinde birçok yorumlar yapılmıştır ve şairin eserlerinin hepsi tasavvufi açıdan şerh edilmiştir. Fakat onun ya da benzer başka bir şairin bu tür mısraları, sistematik olarak açıklandığı gibi düşünüp düşünmedikleri son derece şüphelidir. Bununla birlikte bu sembollerin gölgesi hiçbir zaman bütünüyle çekilmemiş müphem bir yadigâr olarak Türk şiirinin her safhasında varlığını muhafaza etmiştir.

    Şairin mizacında tasavvufun ya da materyalizmin hâkimiyetine göre şairin eserinde de ya sembollerle ya da kelimesi kelimesine verilen anlam hâkim olacaktır. Bir kaide olarak her iki öğe de incelikle işlenmiş ve birbirine karışmış olduğundan bazen biri ön planda olurken diğeri geri planda kalacaktır. Dolayısıyla bu şiir his ve his ötesi arasında akıp gider; aşk ve güzellik en cazibedar kıyafetleriyle ve en güzel biçimde sunulur, fakat bu takdim öyle mahirane yapılır ki, okuyucu istediği gibi yorumlamakta serbesttir. Daha önce de ifade edildiği gibi işret ehlinin hoşuna giden aynı şiir bir dervişi de vecde getirir. Bunların yanı sıra söz ustası, sanatkârı olan birçok şair vardır; eserlerini süslemeye değer gördüklerini alırlar ve arzu edilen estetik tesiri meydana getirebilmek için mısralarına yerleştirirler. Türk şairleri arasında gerçekten mutasavvıf olan ve bütün güçlerini, akidelerinin tarif ve şerhine harcayan birçok şairin bulunmasının yanı sıra büyük bir çoğunluğunun da  sadece tasavvufi fikirler ve terimlerle oynadığı akıldan çıkarılmamalıdır. 

    Türkler, İran şiir sistemini aldıkları zaman bu fikirlerin ve terimlerin çoğunu kullanıma hazır halde buldular ve şairler için birer stüdyo malzemesi görevi gören aynı şekilde elde edilen birçok şeyle birlikte, durumun icap ettirdiği ölçüde bunları eserlerine yerleştirdiler. Bu tür akide (doktrin)lerin İslam tevhidiyle at başı gelişip serpilmesi biraz tuhaf görünebilir.

    Aslına bakılırsa İslam (biz Batılıların) zannettiğimiz kadar katı bir din değildir; Kur’an’da ve hadisler içerisinde tasavvufi yoruma açık pek çok ifade bulunmaktadır ve istisnasız bir şekilde İslâmî tebliği kendilerine görev edinen sufiler de bu yorumlarla konumlarını kuvvetli bir şekilde takviye etmişlerdir. Fakat gözlemlerimiz sonucunda daha sonra ortaya çıkacak olan ve garip görünen birçok şey gibi bunu da layıkıyla anlayabilmek için İran istidadının hakiki tabiatına ilişkin bazı hususları bilmemiz gerekmektedir.

    Asya Kaynaklı fikirler  üzerinde oldukça derinleşen bir mütefekkir yazar14 tarafından ifade edildiği gibi, Avrupalılar hemen hemen şuursuz bir şekilde inançlarına aykırı ne olursa olsun inkar ederek kavramlara bir mütecanislik verirken Doğulu;  insan zihninin algılayabildiği her düşünce kırıntısını muhafaza etmekte daha titizdir.

    Avrupalıların çok sevdiği her şeyin harfi harfine olması Asyalı için, hayalin ötesine açılmaktan alıkoyduğundan ıstırap vericidir. Farklı teoriler ve birbirleriyle mutabık kavramlar aramaya çalışmadığı gibi böyle bir girişimin ne menfaat sağlayacağını da anlamaz. Bu farklı fikir ve teoriler onun için sonsuzluğa farklı yönlerden açılan pek çok farklı pencere demektir. Bu sebeple sonsuzlukla iştigal ederken sınırlandırmalara tahammül eder. Batı Asya, ilk asırlardan beri her çeşit fasit dinî teorilerin yuvası olmuş, bunların hiçbiri de tamamıyla unutulup yok olmamıştır. Şöyle ya da böyle tadil edilerek ya da kılık değiştirerek tekrar su yüzüne çıkmış yüzyıllar boyunca sayısız dinî ve felsefî sistemler doğurup şu veya bu şekilde yaşatmaya devam etmiştir. Bu sebeple ruhiyatla (Batınîlik) ilgili şeyleri elde etme ve öğrenme gayesinde olan bir doğulu düşünürün zihninde, kabul ve tasdik ettiği dininin bir kısım esaslarına aykırı olduğu kadar, mezkûr sistemlerin birbiriyle de çelişen birçok parça buçuk kısımları yan yana varlıklarını sürdürmüşlerdir.

    14.  GOBINEAU (Comte de). ( ‎LES RELIGIONS ET LES PHILOSOPHIES DANS L’ASIE CENTRALE. Troisième édition.)‎