Etiket: dil

  • “Belki” ve “ Erinç”

    Özcan ATAR

    Fonetik olarak ahenkli ve yapı olarak mükemmel Türkçemiz eklerle kendini en geniş anlamıyla ifade eder. Ekler kökler çalışması yaparken “Belki” kelimesinin etimolojisini irdelemek istedim ve birçok kaynakları tek tek taramaktansa Yapay Zekadan hızlıca yararlanmak istedim. Kelimeyi sorguladığımda Belki kelimesinin eski Türkçe karşılığını maalesef bulamadı. “Belki” kelimesinin Farsçadan geldiğinin bilgisini verdi. Türk halklarının dillerinde de Belki kelimesi küçük ses değişimleriyle beraber “Belki” olarak kullanılmakta. Farsça’nın ve Arapçanın Türk dilleriyle etkileşimi oldukça fazla.  Türkçe’nin Arapça/Farsçaya kelime kazandırmasından ziyade bu iki dilin Türkçe’yi zenginleştirmiş olmasına şaşmamak da gerekir. Zira kendi öz dilini küçük görerek eserlerini daha zengin dil diye Arapça ve Farsça yazmak gafletinin yıkıcı sonuçlarını Cumhuriyetin dil devrimine kadar yaşamak zorunda kaldık.

    Belki  sözcüğüne tekrar dönecek olursak. Bu sözcüğün Eski Türkçe karşılığı ERİNÇ olarak geçmekte. Orhun Yazıtlarında Erinç: Gerçek, doğru, şüphesiz, belli ( https://www.turkbitig.com/orhun-yazitlari/sozluk.html) anlamında kullanılmakta. Sözcüklerin zaman içinde almış oldukları anlamlarda değişmeler olmakta. Aynı kelime Divan-ı Lügat-it Türk: Belki, ihtimal  “ol keldi erinç” (Divan-ı Lügat-it Türk, DLT 78) ; Eski Uygur Türkçesi Sözlüğünde:  “ummak, istemek, temennide bulunmak (a.g.e.) ; Kutadgu Bilig’de: Olasılık (a.g.e.); Karahanlı Türkçesi Satır-Arası Kur’an Tercümesinde:“kesinlik anlamı verecek biçimde tasdik edatı olarak kullanılmıştır.(Türkbilig, 2019/38: 67-76. ESKİ TÜRKÇE METİNLERDE GEÇEN “erinç” SÖZCÜĞÜNÜN KULLANIMINDAN HAREKETLE ANLAM ALANI VE ETİMOLOJİK DURUMU İbrahim KEKEVİ); Sesli Sözlükte : Hiçbir eksiği, üzüntüsü ve acısı olmama durumu, dirlik, rahat, huzur; Nişanyan Sözlüğünde : kıvanç, mutluluk, nefret etmek, üşenmek, nimetlenme ve nimetten ötürü sevinme

    Kaynak : Türkbilig, 2019/38: 67-76. ESKİ TÜRKÇE METİNLERDE GEÇEN “erinç” SÖZCÜĞÜNÜN KULLANIMINDAN HAREKETLE ANLAM ALANI VE ETİMOLOJİK DURUMU İbrahim KEKEVİ

    Ne yazık ki  “Erinç” kelimesi işlevsel bir sözcük iken bugün artık ölü bir sözcüktür. Her ne kadar Nurullah Ataç yazılarında bu kelimeye yer vererek diriltme çabaları göstermiş olsa da Yapay Zeka da henüz sözcüğün Belki,ihtmal,olasılık anlamına gelebilecek  varyantını taramalarda karşımıza çıkaramıyor. Muhtemel bundan sonra çıkarır ne de olsa YZ ya bu konuda soru sorduk.

  • 19.YÜZYIL SONUNDAN 20. YÜZYILIN İLK ÇEYREĞİNDE TÜRKÇEMİZ ÜZERİNE YAZILIP KONUŞULANLAR- III-(Halil Nimetullah ÖZTÜRK)

    İlginçtir ki Cumhuriyetin kuruluş yıllarında aktif rol almış olan aydın,entelektüel eğitimli bilim insanları hakkında veriler çok az. Özellikle fotoğraflar karşımıza çıkmıyor. Videolar hemen hiç yok ! Halbuki bu aktivistler, bilim insanların ölüm tarihleri 1950’li yıllar. Fakat mesela Yunus Emre desek doğru yanlış pek çok bilgi dökülürken Cumhuriyetin ilk yıllarındaki aktif bilim insanları yok hükmünde. Halil Nimetullah ÖZTÜRK de bu bilim insanlarından biri. 

    Halil Nimetullah Öztürk

    Harf devrimi zamanında harf devriminin tutarsızlığına değinen Öztürk; Latin harflerine geçmek doğru bir yöntem değildir; asıl sorun harflerde değil, dilin kendi yapısında ve yazım kurallarının henüz oturmamış olmasındadır diye düşünüyor ve Latin alfabesine geçişi en azından çok gerekli görmüyordu. İlerleyen yazılarda belirtecek olduğum  Mustafa Şekip TUNÇ’un ateşli savunmasının tam aksine.

    (daha…)
  • 19.YÜZYIL SONUNDAN 20. YÜZYILIN İLK ÇEYREĞİNDE TÜRKÇEMİZ ÜZERİNE YAZILIP KONUŞULANLAR-I 

    Yazan : Özcan ATAR

    Güzel Türkçemiz binlerce yıldır nesilden nesile aktarılarak bugünlere geldi. Nice zorluklar dilimize darbe vurdu lakin dilimizi yok edemedi ve asla yok edemeyecek.

                Tüm diller gelişim aşamalarından geçerken   birçok değişimlere uğrarlar. Dil canlı bir organizma gibi ise elbette tekâmül aşamalarında bambaşka durumlara evrilecektir.

    Uzun zaman Göktürk Alfabesini kullandıktan sonra Arap Harflerine oradan Latin alfabesine evrilmemiz Türklerin değişimle yaşadığı dansın daha nereye kadaar devam edeceği ile ilgili tereddütler barındırmıyor da değil.

    (daha…)
  • Türkçemiz

    Türkçemiz

    Yazan :Özcan ATAR

    Türkiye’de yaşamanın en büyük lezzetlerinden biri hiç şüphesiz “Türkçe”dir. Beğenmeyenler var Türkçeyi. Sığ görenler var, yetersiz bulanlar var.binlerce yılın içinden süzülerek bugünlere ulaşan harika bir dil olan Türkçe doğrusu yerilmeye değil övülmeyi hak ediyor. Çünkü bu dilde pek çok mana ustaca ifade edilebiliyor. Her sözcükte Fatihin Alpaslanın Yesevinin kokusu var onun için dilimizi kullanırken son derece titiz davranmak zorundayız. Çıkan her sözcük aynı zamanda kalbin ve düşüncenin binlerce yıllık tarihin sesidir.

    Zaman içinde Araplardan Fransızlardan İranlılardan aldığımız sözcükler artık onların değil bizimdir. O sözcüklere “Türkçe” dersek asla hata yapmış olmayız. Ama eğreti cümleleler hala gazetelerimizde kitaplarımızda arzı endam etmiyorlar mı, işte bu bitiriyor beni. Hani dil ırkçısı değilim ama var olan dilimizin güzelliğini ve varlığını da kötüleyip hor görüp öldüremem. Haydi okuyun şu cümleyi : “ …zengin hayat deneyiminden sonra ortaya yine ‘grotesk ulusalcılar’ın damak zevkine uygun, ödünsüz bir ‘Atatürk kültü’ koymasından dolayı da kalbim aynı düzeyde acıdı doğrusu…” dahası bu cümle en masum cümlelerden hele Eğitim Bilimleri kitaplarında kullanılan cümleler okuyanı inanın hiçbir şeyden anlamayan insan haline sokar. Bu konuda “elbette Eğitim Bilimleri kitabı böyle farklı sözcükler barındırır çünkü bu eğitimin kendine has terimleri var” denilebilir. Bu doğru bir düşünce gibi görülebilir ancak cümlede kullanılan yabancı kökenli sözcüklerin yanında bir de “uydurma Türkçe” sözcüklerin kullanılması okunulanın “bilimsel” adı altında anlaşılmasını büsbütün zorlaştırır.  

    Hele bazı eleştiri, tanıtım yazılarında söylenmek istenileni anlamak hepten zorlaşır. Pek çok insan “anlayamıyorum” demeyi bir zül addettiğinden anlıyormuş gibi davranmayı alışkanlık haline getirebiliyor. Şu cümleleleri okuyalım: “ Modern çağlara özgü insan tipleri, davranış prototipleri ve sarsıcı alegoriler taşıyan kurgular neredeyse anonimleşerek modern dünyanın referanslar silsilesini meydana getirirler Örneğin Kafka’nın Gregor Samsa’sı modern hayatta varoluşu hiçleştirilen insanın evrensel metaforudur. Mary Shelley’nin Frankestein’ı ise, modern insanın doğaya egemen olma hırsının trajik bir animasyonunu yapar.” Bir örnek daha verelim:” bu şeyleşme olgusuyla Alain Robbe-Grillet’in romanlarındaki nesne betimlemelerinin,giderek insan bilincinin özerkleşmiş nesnelerle çevrilmeye başlamasının arasında türdeş bir ilişki kuruyor.” “Hayır ben ‘yazınsal yapıtı toplumsal bağlama indirgemek’ istemem.” “veriler ister özdeksel, ister tinsel olsun her zaman bir sebebe mebnidir.” İlk okuduğumuzda ne anladığımız önemli. Elbette bölük pörçük bir şeyler anlaşılıyor fakat anlam bütünlüğüne anında ulaşmak bir hayli zor.

    Cümlelerimizde yabancı sözcükleri, terimleri kullanmayalım demek doğru olmaz. Sözcük dağarcığımızın çok olmasının inanılmaz faydaları var. Çok sözcük kullanabilmek bilgi yükünün var olduğunu gösterir. Bilgi ise alelade bir insan yerine erdemli bir insanı oluşturur. Ancak yükleyici için önemli olan yüklenilenin değeri mi yoksa yükleyenin değeri mi? Şayet ben bildiğim bir bilgiyi karşıya aktarmak istiyorsam bunu en sade en anlaşılır biçimde vermek isterim çünkü önemli olan “ben” değilim “bilgi”dir. Ya da ne kadar bilgi sahibi olduğumun bilinmesi de değildir istediğim.

    Farklı ortamlarda her zaman en basit dili kullanmak zor olabilir. Mesela bir üniversitede akademisyenlere yapılacak bir konuşmada kullanılacak dil elbette bir köy kahvesinde konuşulacak türden olamaz veya doktorlara hitap edilirken tabi ki günlük konuşmalarımızda hiç kullanılmayan pek çok yabancı sözcük kullanılacak. Ancak hiç gereği yokken “hımm afedersiniz exit ne tarafta acaba?” gibi “ay akşamları internette bir saat search yapmadan yatamam” gibi cümleler kurmanın doğru olan yanı yok.

    Dilde sadelik dilin tadıdır. O halde harika bir dil olan Türkçemizi her türlü dikenden ayıklayarak konuşmalı ve yazmalıyız.

  • Osmanlı Şiiri-I

    Osmanlı Şiiri-I

     Osmanlı  kültür ve edebiyatını çok iyi bilen J.w.Gibb’in  Osmanlı Şiiri üzerine yazılarını aktaracağım. Aktardığım ilk yazı  Osmanlı Şiiri-I sonraki günlerde aynı yazının devamı Osmanlı Şiiri-II-III-IV olarak devam edecek. Türk Dili bakımından Gibb önemli bir bilim insanı. Bizi bizden iyi bilen biri. https://tr.wikipedia.org/wiki/Elias_John_Gibb  

    Osmanlı Şiiri- I ( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )

    WWW.Osmanlı Şiiri-II ( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )
    WWW.Osmanlı Şiiri-III( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )

    WWW.Osmanlı Şiiri- IV ( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )WWW.Osmanlı Şiiri- V ( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )

    Yazan : J.W.GİBB 

    OSMANLI ŞİİRİNİN HUSUSİYETİ ve SAHASIGibb

    Önümüzde uzun bir yol var. Osmanlı Türklerinde şiirin gelişmesini ve yükselişini göreceğiz. Türklerin edebiyat tarihi uzun yıllar önce başlamış ve hâlâ devam etmektedir, ilk olarak, imparatorluğun kurulmasından uzun zaman önce  şiirde yapılan ilk gayretlere bir göz atmaya çalışacağız; sonra Osmanlı gücünün tedrici olarak inkişafıyla beraber çeşitli yönlerde şiirin seyrini; daha sonra kültürün zenginleşmesinin getirdiği refah ve emniyetle birlikte daha emin adımlarla açılıp yayıldığını; muhteşem doğuyu tasarrufu altına aldığı IT.yy.’daki ihtişamını izlemeye çalışacak, sonra da müteakip yıllardaki çapraşık seyrini takip edecek, nihayet Sultan Süleyman veya Ahmed döneminde olduğundan daha fazla ümid verici, daha neşeli, daha taze bir hayatla bu son  günlerde yeniden ileri atılışını; gayretleri ve başarısızlıkları müşahede edeceğiz.

    Fakat asırlar arasındaki yolculuğumuza başlamadan önce Osmanlı şiirinin hedefleri ve temayüllerinin neler olduğu, hangi şartlar altında inkişaf ettiği ve hangi nazım şekilleriyle ifade bulduğu ile ilgili bu uzun yolda teçhizatımız olacak olan birtakım bilgilerle donanmak daha doğru olacaktır. Bunun yanı sıra, her şeyden önce ilk olarak bu şiirin umumi hususiyetleri ve bu hususiyetler üzerinde etkili olan durumlar hakkında bazı bilgiler edinmeye çalışacak ve bu şiirin dış yapısını inceleyeceğiz.

    Osmanlı şiiri eski (veya Asya kolu) ve yeni (Batı kolu) diyebileceğimiz iki büyük kola ayrılır. Birincisi başlangıçtan 19. asrın ortalarına kadar rakipsiz olarak devam etmiş ta ki, ikinci kolun birkaç yıl içerisinde artık yıpranmış olan rakibine üstünlük sağlamasına kadar. Bu ikinci kol sadece nazım şeklinde değil, birçok yönden farklılıklar gösterir, fakat bu yönün, incelenmesini daha sonraya bırakıp şimdilik sadece eski ekolü ele alacağız.

    Osmanlı şiiri yaklaşık altı asırlık bir süreyi içine alır. Bu uzun zaman içerisinde tabii olarak birçok safhalardan geçmesine, birçok değişikliğe uğramasına rağmen, yekpareliğinden asla bir şey kaybetmemiştir. On dördüncü asırdaki şekli ve maksadı ne idi ise bütün asli vaziyetiyle on dokuzuncu yüzyılda da odur.

    Bu ekolü hâvî olan beş yüz yıllık süreyi dört döneme ayırabiliriz, ilk dönem 1300 ile devletin tam manasıyla tesis edildiği 1450 arasını kapsar. Teşkil aşaması olarak isimlendirebileceğimiz bu dönemde Türk dilinin Batı kolu edebi bir dil haline gelmeye çalışıyordu. 1450 ile 1600 arasını kapsayan ikinci dönem İse dilin başlangıçtaki zorluklarının giderildiği ve başında meşhur Câmi’nin bulunduğu çağdaş İran ekolünün metotlarını Öğrenmek ve yeniden ortaya koymak  için  şairlerin  bütün  dikkatlerini  sarf etmeye  çalıştıkları  dönemdir. Üçüncü dönem ise on yedinci yüzyılı içine almaktadır; edebi birer model olarak Cami, Urfi ve Sabit etkisiyle Osmanlı şiirinde İranîleşmenin daha belirgin olduğu dönemdir. On sekizinci yüzyılı ve   on dokuzuncu yüzyılın yarısını içine alan dördüncü dönem bir belirsizlik dönemi olarak diğerlerinden farklıdır. Önceleri şairlerin çoğu İranlı Şevket’i izlerken daha sonra İranîleşmeye bir tepki doğar ve şiire daha fazla Türk karakteri verme yolunda başarısız bir teşebbüse girişilir. Bunu, bütün temel kaidelerin kaybolmaya yüz tuttuğu ve şiirin tekrar çaresiz bir şekilde kısır ve renksiz bir İranîleşmeye doğru sürüklendiği dönem izler. Bu ümitsiz ve can çekişmekte olan asrın üzerinde, ölümün karanlık gölgelerini kovan gelecek için parlak yeni bir ümit vâdeden Batı kültürü yükselmeye başlar.

    Bu dört dönemle ilgili zikredilen tarihler katı ve metin hudut çizgileri olarak değerlendirilmemelidir; zira son derece hassas olan edebi temayüller herhangi bir ile tarih kesinlikle sınırlandırılmayacak kadar nezaket gerektirir. Fakat daha geniş çerçeveden bakıldığında bu dönemlerin birçok farklı temayüllere cevap verdiği görülecektir. Ayrıca bu şiirin gelişmesinin sistematik olarak incelenmesinde son derece yararlı olacaktır.

    Osmanlıların  ait  olduğu  Doğu  ve  Batı  kültürünün  yanı sıra  Tatarlar, Türkmenler ve Moğollar adıyla anılan büyük ırk hiçbir zaman asla şahsi hususiyetlerinin damgasını taşıyan ne bir din ne bir felsefe ve ne de bir edebiyat _ meydana getirmişlerdir. Bunun sebebi, bu büyük milletin asıl istidatlarının tefekkür üzerinde değil aksiyonda olmasındandır. Türkler ve onlarla aynı ırktan olan akrabalarının hepsi askerdir. Orta Asya’da İslam’ın zuhurundan önce ilk zamanlarda cemiyetlerin bir araya gelmesinin asıl maksadı özellikle askeri amaçlıdır. Sefer sona erdiğinde, ortak gaye ile bir araya gelen kabileler, aileler ve fertler umumiyetle dağılır, kısa sürede yeni ve aynı ölçüde de sürekli olmayan toplulukların birer üyesi olurlar. Başka bir şey de olmuş olmasaydı, sonu gelmek bilmeyen hayat tarzı, bu insanların, kainat hakkında tafsilatlı ve ferin teoriler üretmesi  ya da halk türkülerinin  ötesinde  edebiyat yolunda herhangi bir şey meydana getirmesini önlemek için yeterli olacaktı.

    Türk ırkının belirgin nitelikleri, özellikle askeri vasıflar olan cesaret ve itaattir. Cesaretleri hususunda konuşmak gereksizdir; bütün dünya, başlangıçtan   günümüze her Türkün doğuştan getirdiği cesaretinin nasıl olduğunu bilir. İtaatleri ise cesaretlerinden daha az değildir ve birçok yönüyle kendisini göstermiştir. Belki de Osmanlı edebiyatının en çarpıcı niteliği olan bu bağlılık aynı zamanda onun temelini teşkil eder; İslâm’la olan münasebetleri buna iyi bir örnektir. Türkler mizaç itibariyle güçlü dini hisleri olan insanlar değillerdi; hatta kendi hallerine bırakılmış olsalardı, kat’î olarak belirli bir dinleri olmayacaktı; içlerine yabancı tebliğcilerin karışmadığı kadîm zamanlarda dinî zanları müphem, tabii tapınmaları sınırlıydı.

    Zamanla içlerinden bazıları belli bir etki altında kalmadan Budist ya da Hristiyan oldular; sonra da büyük bir çoğunluğu islâm’ı kabul etti. Bu dini kabul etmelerindeki sebep doğuştan gelen istidatlarıyla ahenk içerisinde olması değil, içinde bulundukları durumların neticeleri itibariyleydi. Fakat Türkler o gün bu gündür bağlandıkları bu dini boyun eğmez bir cesaret ve sarsılmaz bir sadakatle müdafaa etmişlerdir. Din hakkında bir münakaşaya girmedikleri gibi bunu başka milletler üzerinde de bir baskı unsuru olarak kullanmamışlardır; fakat ne zaman bu dine bir saldırı olmuşsa en başta onlar müdafaasını yapmışlar ve bu davranış şekliyle ırklarının askeri ruhunu aynı ırktan bütün müttefiklerine taşımışlardır. Sadık birer asker olarak, bir emir aldıklarında tartışmadan, nedenini sormadan itaat etmişlerdir. Zira bu millet, kabul ettikleri sistemin, her zaman tartışmasız yanında yer almıştır. Kabul ettikleri prensiplere soru sormaksızın itaat, Türk karakterinin temelinde vardır. Edebiyatları üzerinde de bunun nasıl icra mevkine konulduğunu göreceğiz.

    Irklarının gerçek hususiyetlerini ortaya koyacak olan bir edebiyat vücuda getirememiş olsalar da Türk insanı, kültürü küçümsemekten hatta onu önemsememekten de oldukça uzaktır. Netice itibariyle, İranlılarla yakın temasa geçtikleri zaman onları fazlaca övünen ve korkak kimseler olarak görseler de bilgi ve kültürdeki üstünlüklerini derhal kabul etmişlerdir. Böylece Türkler bütün İran edebiyat sistemini derhal en ince teferruatına kadar, İslam’ı nasıl soru sormaksızın ve samimi bir tarzda benimsemişlerse öylece benimsemişlerdir. Yine bu İran kültürünün kendi ırki hususiyetleriyle ahenk içerisinde olup olmayacağını düşünmek için bile bir ara vermemişler, hatta onu kendi istidatlarına uygun bir halde değiştirmeye bile teşebbüs etmemişlerdir. Aksine onu kendilerine adapte etmeye, Farsça metinleri anlamak için gayret sarf etmeye hatta her şeye bir İranlı gözüyle bakmaya çalışmışlardır. Bu suretle, kabul edilen sisteme sadakatleri eski Osmanlı şiir ekolünün uzun sürmesinin sırlarını izah eder  ve hakikaten en ufak bir ananeye bile beş yüz elli yıl süren bu sadakat, şiirin bize göstereceği en gerçekçi Türk karakteridir.

    Osmanlılar    daha    edebiyatlarının    başlangıcında    Tatar    lehçesindeki  eksiklikleri gidermek için gerekli gördükleri Farsça ve Farsçalaşmış Arapça kelime ve deyimleri seçmeye ve dillerine dahil etmeye başlamışlardır. Orijinal şekillerini aynen muhafaza etmekle birlikte  yeni lisana adapte olmuş diyebileceğimiz bu yeni sözcükler her hususta Türkçe telaffuz kaidelerine tabi tutulmuşlar; bu sebeple dilin Turanî esaslarına uymuş sözcükler için Farsçalaşmış Türkçe değil Türkçeleşmiş Farsça demek daha uygundur. Zaman geçtikçe bu şekilde çok daha fazla ilaveler yapılmıştır. Farsça fikirler ve üslup kaideleri kabul edilmiş ve bir ittifak sağlanmıştır. Böylece ikinci ve daha sonraki dönemlerin dili oldukça işlenmiş bir mozaik haline gelmeye başlamıştır.

    Beş yüz elli yıllık eski edebiyat döneminde özellikle de üçüncü dönemde her Farsça ve Arapça kelimenin aynı zamanda bir Osmanlıca kelime olduğunu söylemek fazla abartılı bir ifade sayılmaz. Böylece iki klâsik dilden de malzeme alan bir yazan kendi bilgisinin sınırları ve zevklerinden başka, kısıtlayan herhangi bir şey kalmamıştır. İhtiyaç halinde, yapılması gereken bütün işlem yabancı kelimeleri Türkçe dilbilgisi kurallarına göre ifade etmekten ibarettir. Yeni edebiyatın başlangıcıyla birlikte bu serbestliğin büyük ölçüde kısıldığı görülecektir. Türkçeleşmemiş kelimeleri terk etme temayülüyle birlikte bu uygulamanın gerçekten sadece gerekli olan terimlerle -özellikle ilmi ve teknik alanda- sınırlandırılmasına çalışılmıştır. (Bizim Grek ve Latin kökenli kelimeleri aynı maksatla kullandığımız gibi; bunların çoğu da kendi dillerinde bilinmeyen şekiller ve terkipler halinde olmuştur.

    Ancak kural değişmemiş; Fransızlarla temasa girildiği günlerde daha dikkatli olunmakla birlikte, daha önce Arapça ve Farsça kelimelerle yapılan işlem aynen tekrar edilmiştir. Yeni bir medeniyeti taşıyan, yeni fikirleri ifade etmekte gerekli olan batılı kelime ve deyimler, kadim Asya ifade şekillerini bir zamanlar şerefle oturduğu tahtından indiriyor, zamanın yaşayan dilinin esas kısmı haline geliyordu. Bu katkısız dilin yeni durumundan bahsedilecek olursa, biri ikinci döneme, biri dördüncü döneme ve biri de yeni edebiyat dönemine ait üç şiiri birbiri arkasından okuyunca elde edilecek olan tesir, genel karakterde olduğu gibi çok değişken bir manzarada görülen birbiri arkasından gelen parlak terkiplerle -bugün yeni edebiyatçıların her birinin açık ve net bir şekilde karşı çıktığı- teferruatta değişmek kaydıyla, hasıl olan tesire benzetilebilir.

    Bu özümseme (asimilasyon) sistemi elbette sadece kelime ve deyimlerle sınırlı değildi. Edebiyatla ilgili her şeyi kapsıyordu. Osmanlı şiirinin biçim ve ahunun model olarak kabul edilen yabancı edebiyatlardan fevkalade etkilendiğini göreceğiz; imaj, konu ve nazım şekli hususunda bu yabancı edebiyatlara çok şey borçludur. Türk şiirini bizzat incelemeye geçmeden önce eski edebiyat üzerinde son derece etkili olan ve kabul edilen İran edebiyatı hususunda, İran’ı Osmanlıların bir edebiyat hocası haline getiren durumların neler olduğuna bakalım.7  13.yy.’da Cengiz Han’ın ordusunun zulmünden dolayı Orta Asya’daki yuvalarını terk edip Anadolu’ya, Süleyman Şah’a sığınan okumamış kaba saf Türk kabileleri bulunuyordu. Zamanla Osmanlı kudretinin özünü oluşturacak olan bu yeni gelenler o zamana kadar tamamıyla İranlı hocalarının önderliğinde kültürde hayli mesafe katetmiş olan Selçuklu Türklerini buldular. Bu Selçuklu Türkleri de Osmanlıların ataları gibi haşin Tatar kabilesindendiler. On birinci yüz yılın ortalarında İran’ı istila etmişler ve umumiyetle olduğu gibi bu kaba fatihler de medeni kölelerinin kültürünü kendilerine adapte etmişlerdi. Selçuklu Türkleri fetihlerini hızla batıya doğru kayarlarken kendileriyle birlikte İran kültürünü de taşımışlar, nihayet 12. yüzyılın sonunda Konya’nın başkent olduğu meşhur Selçuklu Anadolu Türk Devlet’ini tesis  etmişlerdir. Bu sebeple yaklaşık yüz elli yıl sonra Süleyman Şah’ın oğlu Ertuğrul Gazi ve halkı Anadolu’nun içlerine nüfuz ettiklerinde, halkın günlük dil olarak Selçuklu Türkçesini kullanmalarıyla birlikte, Farsça’nın devlet dili haline geldiğini, Fars edebiyatı ve kültürünün fevkalade hakim olduğunu gördüler.

    Ertuğrul, derhal kendisini Selçuklu sultanının tebaası kabul etmiş, onu daha sonra devletin ilk hükümdarı olarak kabul edilen ve devlete ismini veren oğlu Sultan Osman izlemiştir. Artık zayıflamış olan Selçuk hanedanı Osman’ın ve azimli tebaasının cesaret ve yiğitliğinin farkına varıp onlara devletin kuzey-batısında Bizans’la hem-hudud olan bir toprak bahsetmiştir. Osman’ın bu bölgeye yerleşmesinden kısa süre sonra da Selçuklu Devleti Moğolların karşı konulmaz saldırılarıyla parçalanıp dağılmıştır. Devletin batı kısmı ufak tefek on beyliğe ayrılmış ve bağımsız olarak varlıklarını sürdürdükleri süre içinde de devletin adı bu küçük devletçiklerin başında bulunan kişilerin adıyla anılmıştır. Daha sonra gerçekte Selçuklu olan bütün bu küçük birimler Osmanlılarla kaynaşmış ve zamanla Osmanlı adını benimsemişlerdir.

    Osmanlılar edebi varlıklarını, içlerinde erittikleri Selçuklulara borçludurlar. Binaenaleyh Fars edebiyatı ve kültürü onlar için de kaçınılmaz bir kabul olur, Zira Selçuklular Fars edebiyatından başka birşey bilmiyorlardı. Üstelik daha devletin kuruluşundan itibaren Osmanlı hakimiyetine giren bütün Türk kavimlerine bu kültürü taşımışlar ve işte “Osmanlı şiiri” dediğimiz edebi ürünler, yalnızca politik anlamda Osmanlı olan insanların ortaklaşa meydana getirdikleri edebi ürünler olmuştur.”7.  Bazı edebiyat uzmanları Türklerin İran edebiyatını değil, Arap edebiyatını model olarak aldıklarım söylemektedir. Ancak dinî ve fıkhı konuların dışında, söylendiği gibi değildir. Edebiyatta özellikle de şiirde İran takip edilmiştir. Hiçbir Osmanlı şairi bir Arap şairini kendisine model olarak kabul etmemiş; oysa her Osmanlı şairi İranlı üstadlannın yaptığı şekilde eserler üretmeye gayret etmişlerdir. 

    Kaynak: Osmanlı Şiir Tarihi

    Yazar: E.J.W Gibb