Etiket: Fars

  • Osmanlı Şiiri-I

    Osmanlı Şiiri-I

     Osmanlı  kültür ve edebiyatını çok iyi bilen J.w.Gibb’in  Osmanlı Şiiri üzerine yazılarını aktaracağım. Aktardığım ilk yazı  Osmanlı Şiiri-I sonraki günlerde aynı yazının devamı Osmanlı Şiiri-II-III-IV olarak devam edecek. Türk Dili bakımından Gibb önemli bir bilim insanı. Bizi bizden iyi bilen biri. https://tr.wikipedia.org/wiki/Elias_John_Gibb  

    Osmanlı Şiiri- I ( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )

    WWW.Osmanlı Şiiri-II ( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )
    WWW.Osmanlı Şiiri-III( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )

    WWW.Osmanlı Şiiri- IV ( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )WWW.Osmanlı Şiiri- V ( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )

    Yazan : J.W.GİBB 

    OSMANLI ŞİİRİNİN HUSUSİYETİ ve SAHASIGibb

    Önümüzde uzun bir yol var. Osmanlı Türklerinde şiirin gelişmesini ve yükselişini göreceğiz. Türklerin edebiyat tarihi uzun yıllar önce başlamış ve hâlâ devam etmektedir, ilk olarak, imparatorluğun kurulmasından uzun zaman önce  şiirde yapılan ilk gayretlere bir göz atmaya çalışacağız; sonra Osmanlı gücünün tedrici olarak inkişafıyla beraber çeşitli yönlerde şiirin seyrini; daha sonra kültürün zenginleşmesinin getirdiği refah ve emniyetle birlikte daha emin adımlarla açılıp yayıldığını; muhteşem doğuyu tasarrufu altına aldığı IT.yy.’daki ihtişamını izlemeye çalışacak, sonra da müteakip yıllardaki çapraşık seyrini takip edecek, nihayet Sultan Süleyman veya Ahmed döneminde olduğundan daha fazla ümid verici, daha neşeli, daha taze bir hayatla bu son  günlerde yeniden ileri atılışını; gayretleri ve başarısızlıkları müşahede edeceğiz.

    Fakat asırlar arasındaki yolculuğumuza başlamadan önce Osmanlı şiirinin hedefleri ve temayüllerinin neler olduğu, hangi şartlar altında inkişaf ettiği ve hangi nazım şekilleriyle ifade bulduğu ile ilgili bu uzun yolda teçhizatımız olacak olan birtakım bilgilerle donanmak daha doğru olacaktır. Bunun yanı sıra, her şeyden önce ilk olarak bu şiirin umumi hususiyetleri ve bu hususiyetler üzerinde etkili olan durumlar hakkında bazı bilgiler edinmeye çalışacak ve bu şiirin dış yapısını inceleyeceğiz.

    Osmanlı şiiri eski (veya Asya kolu) ve yeni (Batı kolu) diyebileceğimiz iki büyük kola ayrılır. Birincisi başlangıçtan 19. asrın ortalarına kadar rakipsiz olarak devam etmiş ta ki, ikinci kolun birkaç yıl içerisinde artık yıpranmış olan rakibine üstünlük sağlamasına kadar. Bu ikinci kol sadece nazım şeklinde değil, birçok yönden farklılıklar gösterir, fakat bu yönün, incelenmesini daha sonraya bırakıp şimdilik sadece eski ekolü ele alacağız.

    Osmanlı şiiri yaklaşık altı asırlık bir süreyi içine alır. Bu uzun zaman içerisinde tabii olarak birçok safhalardan geçmesine, birçok değişikliğe uğramasına rağmen, yekpareliğinden asla bir şey kaybetmemiştir. On dördüncü asırdaki şekli ve maksadı ne idi ise bütün asli vaziyetiyle on dokuzuncu yüzyılda da odur.

    Bu ekolü hâvî olan beş yüz yıllık süreyi dört döneme ayırabiliriz, ilk dönem 1300 ile devletin tam manasıyla tesis edildiği 1450 arasını kapsar. Teşkil aşaması olarak isimlendirebileceğimiz bu dönemde Türk dilinin Batı kolu edebi bir dil haline gelmeye çalışıyordu. 1450 ile 1600 arasını kapsayan ikinci dönem İse dilin başlangıçtaki zorluklarının giderildiği ve başında meşhur Câmi’nin bulunduğu çağdaş İran ekolünün metotlarını Öğrenmek ve yeniden ortaya koymak  için  şairlerin  bütün  dikkatlerini  sarf etmeye  çalıştıkları  dönemdir. Üçüncü dönem ise on yedinci yüzyılı içine almaktadır; edebi birer model olarak Cami, Urfi ve Sabit etkisiyle Osmanlı şiirinde İranîleşmenin daha belirgin olduğu dönemdir. On sekizinci yüzyılı ve   on dokuzuncu yüzyılın yarısını içine alan dördüncü dönem bir belirsizlik dönemi olarak diğerlerinden farklıdır. Önceleri şairlerin çoğu İranlı Şevket’i izlerken daha sonra İranîleşmeye bir tepki doğar ve şiire daha fazla Türk karakteri verme yolunda başarısız bir teşebbüse girişilir. Bunu, bütün temel kaidelerin kaybolmaya yüz tuttuğu ve şiirin tekrar çaresiz bir şekilde kısır ve renksiz bir İranîleşmeye doğru sürüklendiği dönem izler. Bu ümitsiz ve can çekişmekte olan asrın üzerinde, ölümün karanlık gölgelerini kovan gelecek için parlak yeni bir ümit vâdeden Batı kültürü yükselmeye başlar.

    Bu dört dönemle ilgili zikredilen tarihler katı ve metin hudut çizgileri olarak değerlendirilmemelidir; zira son derece hassas olan edebi temayüller herhangi bir ile tarih kesinlikle sınırlandırılmayacak kadar nezaket gerektirir. Fakat daha geniş çerçeveden bakıldığında bu dönemlerin birçok farklı temayüllere cevap verdiği görülecektir. Ayrıca bu şiirin gelişmesinin sistematik olarak incelenmesinde son derece yararlı olacaktır.

    Osmanlıların  ait  olduğu  Doğu  ve  Batı  kültürünün  yanı sıra  Tatarlar, Türkmenler ve Moğollar adıyla anılan büyük ırk hiçbir zaman asla şahsi hususiyetlerinin damgasını taşıyan ne bir din ne bir felsefe ve ne de bir edebiyat _ meydana getirmişlerdir. Bunun sebebi, bu büyük milletin asıl istidatlarının tefekkür üzerinde değil aksiyonda olmasındandır. Türkler ve onlarla aynı ırktan olan akrabalarının hepsi askerdir. Orta Asya’da İslam’ın zuhurundan önce ilk zamanlarda cemiyetlerin bir araya gelmesinin asıl maksadı özellikle askeri amaçlıdır. Sefer sona erdiğinde, ortak gaye ile bir araya gelen kabileler, aileler ve fertler umumiyetle dağılır, kısa sürede yeni ve aynı ölçüde de sürekli olmayan toplulukların birer üyesi olurlar. Başka bir şey de olmuş olmasaydı, sonu gelmek bilmeyen hayat tarzı, bu insanların, kainat hakkında tafsilatlı ve ferin teoriler üretmesi  ya da halk türkülerinin  ötesinde  edebiyat yolunda herhangi bir şey meydana getirmesini önlemek için yeterli olacaktı.

    Türk ırkının belirgin nitelikleri, özellikle askeri vasıflar olan cesaret ve itaattir. Cesaretleri hususunda konuşmak gereksizdir; bütün dünya, başlangıçtan   günümüze her Türkün doğuştan getirdiği cesaretinin nasıl olduğunu bilir. İtaatleri ise cesaretlerinden daha az değildir ve birçok yönüyle kendisini göstermiştir. Belki de Osmanlı edebiyatının en çarpıcı niteliği olan bu bağlılık aynı zamanda onun temelini teşkil eder; İslâm’la olan münasebetleri buna iyi bir örnektir. Türkler mizaç itibariyle güçlü dini hisleri olan insanlar değillerdi; hatta kendi hallerine bırakılmış olsalardı, kat’î olarak belirli bir dinleri olmayacaktı; içlerine yabancı tebliğcilerin karışmadığı kadîm zamanlarda dinî zanları müphem, tabii tapınmaları sınırlıydı.

    Zamanla içlerinden bazıları belli bir etki altında kalmadan Budist ya da Hristiyan oldular; sonra da büyük bir çoğunluğu islâm’ı kabul etti. Bu dini kabul etmelerindeki sebep doğuştan gelen istidatlarıyla ahenk içerisinde olması değil, içinde bulundukları durumların neticeleri itibariyleydi. Fakat Türkler o gün bu gündür bağlandıkları bu dini boyun eğmez bir cesaret ve sarsılmaz bir sadakatle müdafaa etmişlerdir. Din hakkında bir münakaşaya girmedikleri gibi bunu başka milletler üzerinde de bir baskı unsuru olarak kullanmamışlardır; fakat ne zaman bu dine bir saldırı olmuşsa en başta onlar müdafaasını yapmışlar ve bu davranış şekliyle ırklarının askeri ruhunu aynı ırktan bütün müttefiklerine taşımışlardır. Sadık birer asker olarak, bir emir aldıklarında tartışmadan, nedenini sormadan itaat etmişlerdir. Zira bu millet, kabul ettikleri sistemin, her zaman tartışmasız yanında yer almıştır. Kabul ettikleri prensiplere soru sormaksızın itaat, Türk karakterinin temelinde vardır. Edebiyatları üzerinde de bunun nasıl icra mevkine konulduğunu göreceğiz.

    Irklarının gerçek hususiyetlerini ortaya koyacak olan bir edebiyat vücuda getirememiş olsalar da Türk insanı, kültürü küçümsemekten hatta onu önemsememekten de oldukça uzaktır. Netice itibariyle, İranlılarla yakın temasa geçtikleri zaman onları fazlaca övünen ve korkak kimseler olarak görseler de bilgi ve kültürdeki üstünlüklerini derhal kabul etmişlerdir. Böylece Türkler bütün İran edebiyat sistemini derhal en ince teferruatına kadar, İslam’ı nasıl soru sormaksızın ve samimi bir tarzda benimsemişlerse öylece benimsemişlerdir. Yine bu İran kültürünün kendi ırki hususiyetleriyle ahenk içerisinde olup olmayacağını düşünmek için bile bir ara vermemişler, hatta onu kendi istidatlarına uygun bir halde değiştirmeye bile teşebbüs etmemişlerdir. Aksine onu kendilerine adapte etmeye, Farsça metinleri anlamak için gayret sarf etmeye hatta her şeye bir İranlı gözüyle bakmaya çalışmışlardır. Bu suretle, kabul edilen sisteme sadakatleri eski Osmanlı şiir ekolünün uzun sürmesinin sırlarını izah eder  ve hakikaten en ufak bir ananeye bile beş yüz elli yıl süren bu sadakat, şiirin bize göstereceği en gerçekçi Türk karakteridir.

    Osmanlılar    daha    edebiyatlarının    başlangıcında    Tatar    lehçesindeki  eksiklikleri gidermek için gerekli gördükleri Farsça ve Farsçalaşmış Arapça kelime ve deyimleri seçmeye ve dillerine dahil etmeye başlamışlardır. Orijinal şekillerini aynen muhafaza etmekle birlikte  yeni lisana adapte olmuş diyebileceğimiz bu yeni sözcükler her hususta Türkçe telaffuz kaidelerine tabi tutulmuşlar; bu sebeple dilin Turanî esaslarına uymuş sözcükler için Farsçalaşmış Türkçe değil Türkçeleşmiş Farsça demek daha uygundur. Zaman geçtikçe bu şekilde çok daha fazla ilaveler yapılmıştır. Farsça fikirler ve üslup kaideleri kabul edilmiş ve bir ittifak sağlanmıştır. Böylece ikinci ve daha sonraki dönemlerin dili oldukça işlenmiş bir mozaik haline gelmeye başlamıştır.

    Beş yüz elli yıllık eski edebiyat döneminde özellikle de üçüncü dönemde her Farsça ve Arapça kelimenin aynı zamanda bir Osmanlıca kelime olduğunu söylemek fazla abartılı bir ifade sayılmaz. Böylece iki klâsik dilden de malzeme alan bir yazan kendi bilgisinin sınırları ve zevklerinden başka, kısıtlayan herhangi bir şey kalmamıştır. İhtiyaç halinde, yapılması gereken bütün işlem yabancı kelimeleri Türkçe dilbilgisi kurallarına göre ifade etmekten ibarettir. Yeni edebiyatın başlangıcıyla birlikte bu serbestliğin büyük ölçüde kısıldığı görülecektir. Türkçeleşmemiş kelimeleri terk etme temayülüyle birlikte bu uygulamanın gerçekten sadece gerekli olan terimlerle -özellikle ilmi ve teknik alanda- sınırlandırılmasına çalışılmıştır. (Bizim Grek ve Latin kökenli kelimeleri aynı maksatla kullandığımız gibi; bunların çoğu da kendi dillerinde bilinmeyen şekiller ve terkipler halinde olmuştur.

    Ancak kural değişmemiş; Fransızlarla temasa girildiği günlerde daha dikkatli olunmakla birlikte, daha önce Arapça ve Farsça kelimelerle yapılan işlem aynen tekrar edilmiştir. Yeni bir medeniyeti taşıyan, yeni fikirleri ifade etmekte gerekli olan batılı kelime ve deyimler, kadim Asya ifade şekillerini bir zamanlar şerefle oturduğu tahtından indiriyor, zamanın yaşayan dilinin esas kısmı haline geliyordu. Bu katkısız dilin yeni durumundan bahsedilecek olursa, biri ikinci döneme, biri dördüncü döneme ve biri de yeni edebiyat dönemine ait üç şiiri birbiri arkasından okuyunca elde edilecek olan tesir, genel karakterde olduğu gibi çok değişken bir manzarada görülen birbiri arkasından gelen parlak terkiplerle -bugün yeni edebiyatçıların her birinin açık ve net bir şekilde karşı çıktığı- teferruatta değişmek kaydıyla, hasıl olan tesire benzetilebilir.

    Bu özümseme (asimilasyon) sistemi elbette sadece kelime ve deyimlerle sınırlı değildi. Edebiyatla ilgili her şeyi kapsıyordu. Osmanlı şiirinin biçim ve ahunun model olarak kabul edilen yabancı edebiyatlardan fevkalade etkilendiğini göreceğiz; imaj, konu ve nazım şekli hususunda bu yabancı edebiyatlara çok şey borçludur. Türk şiirini bizzat incelemeye geçmeden önce eski edebiyat üzerinde son derece etkili olan ve kabul edilen İran edebiyatı hususunda, İran’ı Osmanlıların bir edebiyat hocası haline getiren durumların neler olduğuna bakalım.7  13.yy.’da Cengiz Han’ın ordusunun zulmünden dolayı Orta Asya’daki yuvalarını terk edip Anadolu’ya, Süleyman Şah’a sığınan okumamış kaba saf Türk kabileleri bulunuyordu. Zamanla Osmanlı kudretinin özünü oluşturacak olan bu yeni gelenler o zamana kadar tamamıyla İranlı hocalarının önderliğinde kültürde hayli mesafe katetmiş olan Selçuklu Türklerini buldular. Bu Selçuklu Türkleri de Osmanlıların ataları gibi haşin Tatar kabilesindendiler. On birinci yüz yılın ortalarında İran’ı istila etmişler ve umumiyetle olduğu gibi bu kaba fatihler de medeni kölelerinin kültürünü kendilerine adapte etmişlerdi. Selçuklu Türkleri fetihlerini hızla batıya doğru kayarlarken kendileriyle birlikte İran kültürünü de taşımışlar, nihayet 12. yüzyılın sonunda Konya’nın başkent olduğu meşhur Selçuklu Anadolu Türk Devlet’ini tesis  etmişlerdir. Bu sebeple yaklaşık yüz elli yıl sonra Süleyman Şah’ın oğlu Ertuğrul Gazi ve halkı Anadolu’nun içlerine nüfuz ettiklerinde, halkın günlük dil olarak Selçuklu Türkçesini kullanmalarıyla birlikte, Farsça’nın devlet dili haline geldiğini, Fars edebiyatı ve kültürünün fevkalade hakim olduğunu gördüler.

    Ertuğrul, derhal kendisini Selçuklu sultanının tebaası kabul etmiş, onu daha sonra devletin ilk hükümdarı olarak kabul edilen ve devlete ismini veren oğlu Sultan Osman izlemiştir. Artık zayıflamış olan Selçuk hanedanı Osman’ın ve azimli tebaasının cesaret ve yiğitliğinin farkına varıp onlara devletin kuzey-batısında Bizans’la hem-hudud olan bir toprak bahsetmiştir. Osman’ın bu bölgeye yerleşmesinden kısa süre sonra da Selçuklu Devleti Moğolların karşı konulmaz saldırılarıyla parçalanıp dağılmıştır. Devletin batı kısmı ufak tefek on beyliğe ayrılmış ve bağımsız olarak varlıklarını sürdürdükleri süre içinde de devletin adı bu küçük devletçiklerin başında bulunan kişilerin adıyla anılmıştır. Daha sonra gerçekte Selçuklu olan bütün bu küçük birimler Osmanlılarla kaynaşmış ve zamanla Osmanlı adını benimsemişlerdir.

    Osmanlılar edebi varlıklarını, içlerinde erittikleri Selçuklulara borçludurlar. Binaenaleyh Fars edebiyatı ve kültürü onlar için de kaçınılmaz bir kabul olur, Zira Selçuklular Fars edebiyatından başka birşey bilmiyorlardı. Üstelik daha devletin kuruluşundan itibaren Osmanlı hakimiyetine giren bütün Türk kavimlerine bu kültürü taşımışlar ve işte “Osmanlı şiiri” dediğimiz edebi ürünler, yalnızca politik anlamda Osmanlı olan insanların ortaklaşa meydana getirdikleri edebi ürünler olmuştur.”7.  Bazı edebiyat uzmanları Türklerin İran edebiyatını değil, Arap edebiyatını model olarak aldıklarım söylemektedir. Ancak dinî ve fıkhı konuların dışında, söylendiği gibi değildir. Edebiyatta özellikle de şiirde İran takip edilmiştir. Hiçbir Osmanlı şairi bir Arap şairini kendisine model olarak kabul etmemiş; oysa her Osmanlı şairi İranlı üstadlannın yaptığı şekilde eserler üretmeye gayret etmişlerdir. 

    Kaynak: Osmanlı Şiir Tarihi

    Yazar: E.J.W Gibb