Gökyüzünün bir tarafı kararmıştı.Tepelerde şimşekler çakıyor; yağmur yağıyordu. Oysa ovaya doğru hava açıktı ve güneş sarı ışıklarını yayıyordu.
Günlük güneşlik olan bu ovada bir nehrin içerisinde çırılçıplak bir halde bir kız yüzüyordu. Beyaz elbisesi dolgun vücuduna yapışmıştı. Bir gümüş balığına benzeyen gelin, göz kamaştırıyordu.Tam o anda kızın başında bir erkek peydah oldu. Gelin bir anlık şaşkınlıktan sonra yüzmeye devam etti. Erkek bu sıcak havada başına deri bir şapka giymişti. Sırtında da eski bir palto vardı. Bir ayağıyla yeri kazmaya çalışırken utangaç bir tavırla nehirde yüzmekte olan genç ve güzel geline bakıyordu. Sırlı gözlerinin aydınlığında saf bir gülüşü vardı erkeğin.
Balık yılından at yılına kadar akasyanın önündeki bank onların düşüncelerine oturak olmaktadır. Bir yıl daha böyle olacağı kesindir. İnşallah at yılı sona erinceye kadar bu bank onların kaderini paylaşacak!
Saatine baktı ve sahiplendikleri banka oturdu. Sigara içmek istedi fakat kibrit çöpü bulamadı. Sigara içen birisini görürüm dercesine etrafına bakınarak, arka tarafında sadece biraz uzakta bankta başını sevgilisinin omzuna yaslayıp mayışmış gibi sessiz oturan kızı gördü. Fakat ikinci defa arkasına dönüp bakmadı. Nedense coşkulu bir duygu vücudundaki kan ile beraber dolaşmaya başladı. Böylece göz önüne çocukluğunda beraber ele ele tutuştuğu koltuklarının altına girerek kahkaha attıkları, ay bulutların arkasına saklanınca sımsıkı sarıldıkları, ” canım sen benimsin ben seninim ” diyerek gelecek için kurdukları mutlu hayat hayallerini hatırladı “sevgiyi her şeyden yücedir.” sözü kulaklarında çınladı.
Karşı taraftan gelen sevgilisi onun yanaklarından tutarak alnından öpmeseydi kim bilir hayalleri son bulmayacaktı.
-Uyumuşsun canım.
-Meleğim benim sen yanımda olmazsan benim için geceyle gündüzün farkı yok.
Birbirilerine sarılarak özlemle hayatlarındaki aşk serüvenlerinin en mutlu dakikalarının gelmesini istedikleri andı.
-Düğünü ne zaman yapacağız? dedi kız cilveyle sevgilisinin bıyıklarını okşayarak.
-Gelinliği alırsak işlerimiz kolaylaşır dedikten sonra sanki utanmış gibi kızın yüzüne bakamadı delikanlı. Ne zaman kızın gözleri gözleriyle karşılaşsa erkeğin kalbi delinecek gibi olurdu.
-Evdekilerden belki duymuşsundur.?
-Evet, evet. Fakat ….o
Tanıştıkları zamandan bu yana aralarında hiç böyle bir olay yaşamamışlardı.
-Söyleyin!
-Şimdilik en önemlilerini alırsak hepsini giymen zor. Zaten bir ömürde moda hızla değişiyor
– Ben başkaları gibi yapmadım yoksa bin som olurdu.
Kız bir şeylerden korkmuş gibi ayağa kalktı.Tıpkı geçer gibi.
– Üzülme senin dediğin gibi olsun. Ben öylesine söylemiştim. Affet.
Sevgilisi kızdan af dileyebilmek için bir pervane gibi dolaşıyordu.
– Kah!kah!
Delikanlı kızın kolunun altına girdiğini karşıdan gelen araba olamasaydı hiç fark etmeyecekti. Şimdi ise kızın dediklerini dinlemeden başını salladı. Kanıyla beraber vücudunda dolaşan sıcak hislerin kaybolmaya başladığını anladı.
BOŞLUKTAKİ KAYGI
Ben aç kalmaktan korkuma hayvancılıkla uğraşıp hep dağlarda yaşadım. Üstelik kimseye komşuluk etmeden hep uzaklarda, kış aylarında bile kimsenin ulaşamayacağı kışlaklarda ev kurdum.
O yıllar bütün köylünün tek kazandan yemek yediği zamanlar. Kendi evimden değil başkalarının evinden duman çıksa “Allah’ım! görmesin” diye dua ederlerdi. Hatta evimin önünden bir atlı geçse misafiri karşılamak için değil ben, çocuklarım bile çıkmazdı. Bunu hissetmiş gibi köpeğimiz Bagaşka da hiç havlamazdı.
Arpa çorbası fazla olmasa da dört-beş kapanımı omzuma atar Kayıp’ın keçilerini hiç kimse görmeden avlardım. Halkın söylemeyeceğine inansam bile 2-3 gün içerisinde kapana hiçbir av gelmediği zaman acaba geyikler yer mi değiştirdi diyerek bir umutsuzluk çökerdi içime. Geyiklerin doğurma zamanı. Yavrularına da pek yazık olacak iyi bir besin olmadan zayıflıktan ölecekler. Aslında yaz ayını nasıl atlatacağımı bilemiyorum.
Gerçeği söylemek gerekirse ilkbahar ayından sağ selamet çıkamayacağımdan korkmaya başladım.
Altıncı ayın sonları. Zor günler geride kaldı. Herkes sakin. Malın bereketli zamanı. Ben mi alışmışım yoksa insanoğlu mu insafsızdır bilinmez, her zamanki gibi kapanları omzuma alıp geyikleri gözetlerdim. Sadece bir tek oğlum bile olsa hayatımda hiç Allah’a isyan etmedim. Büyüdü de bir yiğit oldu. Torunum da yardım ediyor bana. Kurban olayım!
– Baba büyük kapanları şu iki taşın ortasına mı koydun? Yaşlı adam hemen cevap verdi.
– Evet.
– Bana
– Yavrum yarın okula gideceksin. Tatilde sana gösterir öğretirim.
– Okula gitmem baba. Sadece ağabeyime gider gelirim. Sonra bana gösterir misin bana yapar mısın? Her gün tavşan avlayayım.
– Tamam kurban olayım. Yiğidim benim.
Yaşlı karı koca torunlarını köydeki okulda okuması için gönderiyorlardı. Çocuk küçüklüğünden beri babasının yanında atın yelelerinden tutarak büyümüştü.
– Kurban olduğum, güle güle! keşke kapana geyik veya kuş düşseydi de ağabeylerine et götürseydin. Çocuk giderken arkasına bakarak:
– Baba ben gelinceye kadar avlan olur mu? dedi.
Güneş ışıklarını güneş değmeyen yerlere eşit biçimde saçtığı zaman. Çocuk ırmak etrafında gezinerek su kıyısında oraya buraya dolaştı. Hep kapan av düşünen çocuğun aklına ağabeyine et götürürdü diye babasının söyledikleri aklına geldi ve babası ile beraber dün kapan koyduğu yere doğru yöneldi. Dikenlerin içnden geçerek atını bağladı ve yukarı doğru yöneldi.
– Eeh ihtiyar! Kapan üç gündür bakmadık. Elli yıldır bu işle uğraşırım hiç iki günü aşmamıştı bir bakayım.
-İnşallah ayı düşer. Düşmedik sadece o kaldı. Uzun yıllar avcılık yaptığı için tecrubeliydi. Sevinçle koştu, bu gün de büyük av sahibi olacağını hissetmiş gibi koca dağ sırtını nasıl açtığını fark etmedi.
Önceki geniş yola iki üç metre yakın yerde koyduğu kapanında çıkı8ntılı büyük kara şeyi görünce
– Allah’ım kurt kapanıma düşmüş.kurt!dedi.
Ne yapacağını şaşırıp oraya doğru koştu. Öbür taraftaki akbabalar eyvah demmiş gibi ses çıkararak havaya uçtular.
Yaşlı adam aniden korkmuş tavşan gibi. Sonra yüzüstü yatan çocuğu devirdi bağırdığı gibi yıkıldı. Akbabalar ne oldu diye alay edercesine adamın üzerinde ses çıkararak dönmeye devam ettiler.
OYUNCAK
Ben bu hayattan memnunum, alın yazısına razıyım buna rağmen kaderim kötü, hayatın darbelerinden gönlüm dertle kalbim sıkıntıyla dolmuş bir haldeyim.
Gerçeği söylersem bu defa büyük zafer kazandım. Çünkü dün ayrıldığım 4 karımdan kurban olduğum Arsarı aldım. Her şeyden…..Allah’ın emriyle galiba neslim oluverdi.fakat sahip olamadım
– Her zaman anne anne diyorsun. Al bu oyuncağı senin annen olsun tamam mı?
– Gerçekten annen gitti. Hiç dönmemek üzere gitti. Arsar aniden bir babasına bir oyuncağına bakarak ağlayıverdi. Sonra da babasına sordu:
– O zaman kim bana anne olacak?
– Üzülme yavrum sana güzel bir anne bulurum olur mu? Diyerek babası gülümsedi.
– Hayır baba sadece oyuncağım güzeldir diyerek oyuncağının iki yana örülmüş saçını okşayarak bağrına bastı.
– Olur. Sana oyuncağın anne olsun.
Nedense annesi oyuncağı dükkandan yeni getirdiğinde nasıl mutlu olduysa aynen o kadar sevinerek etrafına onu gösterdi. Ve sordu:
O zamanlar kuvvetlinin kuvvetsizi ezdiği, zenginin fakiri aşağıladığı savaşlar yapılırdı. Bir kabile diğer kabileyi tamamen yok etse yiğidini köle kızını cariye yapsa da kimse hiçbir şey diyemezdi. O zamanlar tüm bunlar normal kabul edilirdi. Kabile olarak ayakta kalabilmek için ve yaşayabilmek için ya öldürmek ya da ölmek şarttı. İnsan kaderinin bu iki yolun kesiştiği noktaya rastladığı bir zamandı. Kişi ne kadar çok düşman öldürürse o kadar büyük kahraman olur handan daha büyük bir nam alırdı. Böyle kahramanları çok güçlü kabileler başka kabilelerin itinden bitine kadar her şeyini hükmü altına alır kazanında et kaynatıp döşeğinde kız öldürürdü. Yenilen kabile bağımsızlığını kaybedince galip kabilenin üstünlüğünü kabul etmese dilini konuşmasa yer yüzünde yaşamlarını devam ettirmeleri imkansızdı. O devirlerde yenildiğinden alçak sayılan halk için mankurtluk hayatta kalma yolu ise mankurt olmamak ölüm sebebiydi.
Böylesine çetin bir hayat makus bir talih, büyük nehrin aşağı kıyısında yerleşmiş geleneklerine bağlı, topraklarına sahip çıkmaya çalışan, başka halkın otunu kendi atına yedirmeyen, sakin bir hayat süren küçük bir kabilenin kaderine yazıldı. Komşu kabileler saldırdığında onları sadece geri püskürtmeyle yetinen ve sadece bu yolu doğru gören bu küçük kabilenin de kanı aniden değişti geni bozuldu.Toprakları kendilerine yetiyordu fakat onlar da diğer kabileler gibi topraklarını genişletmeye insan sayısını çoğaltmaya heves edip gözleri haram zenginliğine yöneldi. Haset başladı. Han böyle yapmazsa sanki han gibi han olamazdı. İnsan gibi insan olamazdı. Elma gibi beynine alem gibi haram bir fikir geldi. İnsan, insan olarak yaratıldığından bu yana, kötülük ile iyiliğin kaynağı oldu ve insan oğlunun kara kafasına bir kez daha kara bir düşünce kapladı.
O gün sıradan günlerden bir gündü. Aynen önceki gibi şafak sökmüş yıldızlar kaybolmuş yer yüzü ağarmıştı. Her zamanki gibi hanın çadırından, sade halkın küçücük keçe evlerine kadar her tündükten duman çıkıyor, ormanda kuşlar ötüyor, bahçede hayvanlar meleyor yeni gün her zamanki gibi yeniden başlıyordu. Güneş her gün olduğu gibi şafak kırmızısını yarıp önce yamaca ışığını değdiriyor sonra yavaş yavaş yükselerek bitki üzerindeki çiği eritiyor ve yer ana güneş şulesini emerek üşümüş bedenini ısıtıyordu. Atlara su verilmiş ve bütün hayvanlar otlağa çıkarılmıştı. Nöbetçiler hanın ak çadırının önünde eskisi gibi değişerek nöbet tutuyorlardı. Neyse her şey yerindeydi. Ama tek bir değişiklik vardı: Hanın çadırında her zamankinden farklı olarak sabaha kadar kandil sönmemişti.
Sonra her şey hanın emrine göre yapılmaya başladı. Halk aniden hareketlendi. Dağlar kazılıp ormanlar devrildi. Kağanlığa ait her bir bölgeden meşhur demirci ustalar merkeze çağrılarak savaş silahları dövülmeye başlandı; mızrak de, kılıç de, ok de, sadak de, kalkan de, gürz de, zırh der, miğfer de, badana de saysanız sayı yetmez. O gün karargahın içi dumanla doldu toprak kazılarak ocak yapıldı hayvanlar kesilip yenildi büyük bir bayram oldu.
Karanlık orman aniden tarlaya dönüştü. Ağaç bulamayanlar çadır ağacını satıp verilen her emri yerine getirmeye çalıştı. Hayatın mutat düzeni bozuldu. Sükunet içerisindeki halk alıştığı sıcak yerini terk etti. Bu arada han ne yapıyor ne düşünüyor kimse bilmiyordu. Öğrenmeye de kimse cesaret edemiyordu. Halk “han ağzı hantal” ata sözüyle kendilerini avutuyordu.
Birkaç gün sonra akıllı han emrindeki bütün halkı karargaha topladı. O gün de öbür gündeki büyük bir toplantı oldu. Hanın ne istediği o zamana kadar açıkça söylenmese de telaş içindeki halk nedendir kara günlerin geleceğini sezmişti.
Han tahtını tarlaya kurdurdu, tacını takıp güzel giysilerini giydi ve toplantıyı başlattı. Niyetini kabileye açıkça söylemek için konuşmasına başlarken annesinin uşağı hanın kulağına bir şeyler fısıldamaya başladı. Han konuşmasını durdurup hiddetle ileriye annesinin obasına doğru atıldı. Orada toplanmış halk ne olduğunu anlayamadan şaşırıp kaldı. Han annesinin yüzüstü hareketsiz bir şekilde yatmış olduğunu gördü ve nabzını yokladı. Bileği sıcaktı nabzı atıyor nefes de alıyordu. Han:
– Anne! Diye bağırdığı zaman hareketsiz yatan annesi yerinden doğruldu. Saçları keçelenmiş, çenesi kasılmış, gözleri hayretten fırlayacak bir şekildeydi. Göğsü kabarıp, elleri titriyordu. Oğlunun han olmasına bakmadan onu sıkıştırdı. Oğlu her soruya dalgın ve düşünceli bir şekilde cevap verdi.
– Beni öldür yaptıklarınla.
Oğlu buna da ses çıkarmadan annesine gözlerine ihtirasla baktı sadece . Annesinin konuşmaya bile mecalinin kalmadığını ömründe ilk defa görüyordu.
Yaşlı kadın, ömrünün sonuna yaklaştığını istemeden de olsa düşündü ama sonuçta ihtiyarlığın çaresinin olmadığını biliyordu. Kocakarı oğlunun öyle bir tavır takınması karşısında tekrar yumuşadı. Kötü olsa da içinden çıkan eğri yılana dayanamadı. Gece gördüğü kötü rüyasını anlatarak oğlunu niyetinden geri caydırmaya çalıştı. Bu gayreti de işe yaramadı. Oğlu hâlâ rahat ve endişesizdi. Babasının ruhunu hatırlattı ona fakat olmadı. En sonunda verdiği ana sütüyle yalvardı, ancak han niyetinden asla vazgeçmedi. Annesinin sabahtan beri gösterdiği çaba hiçbir işe yaramadı, oğlu annesinin dediğine muvafakat etmedi.
Tüm işler hanın kontrolünde yapılıyordu. Önce karargahın önüne çukur kazılıp taş atıldı. Önceden hazırlanmış birbirinin benzeri olan taşlar birer birer bir çukura atılıyordu. Niçin böyle yapıldığını kimse bilemedi. “Han istediğini yapardı”. Taşlar çukurun ortasına kadar geldiğinde taş atma durduruldu. Kalabalığın içindeki bütün erkekler çukurun kenarına dizildi. Her birinin çukurdan birer taş alması emredildi. Hanın niyeti belli oldu. Komşu halka saldırma ilânı yapıldı. Harp sabahı herkesin aldığı taşı kaybetmeden, ele geçirdikleri esirlere de bir tane taş vermek kaydıyla geri getirmesi gerektiği emredildi. Askerler atlara binip hanın emrini yerine getirmek için yola çıktı. Hem de hanın tek oğlu askerlerin başında gitti. Han genç oğlunu savaş meydanlarında eğiterek onun savaşlarda diğer halklara boyun eğdirip toprak sahibi olmasını ve bütün hayatı boyunca başkasına bağlı kalmadan iyi yaşamasını istiyordu.
İkinci gün karargaha ikinci büyük haber geldi: komşu kabileye boyun eğdirilmiş, hanın tahtı yıkılmış, karargahı tahrip edilmiş, adetlere göre erkekler köle kadınlar cariye yapılmış, asiler öldürülmüş, omurgalar kıvrılmış kaburgalar kırılmıştı. Hanın isteği gerçekleşmişti. Emeline ulaşan han çok mutluydu. Annesinin rüyası doğru çıkmamıştı.
Savaşa gidenler dönmeye başladılar. Üstelik altın, gümüş, ipek kumaş dolu ganimetlerle geldiler. Hanın çevresindeki bütün kadınlar gelinler, kızlar, altın küpe, yakut yüzük taktılar. Gururlu han ve bütün erkekler iki üç kadınla evlenmenin hazzını yaşadılar. Neden önceden böyle kolay bir yolla ganimet kazanmadıklarına pişman oldular. Ama ilginç olanı hanın annesi kendine gönderilen saç tokasını kabul etmemişti.
Savaştan önce çukurdan taş alan erkekler ve yanlarındaki esirler taş aldıkları çukura taşları tekrar atınca çukur öncekinden daha fazla taşla doldu. Bu durumu han bizzat seyretti. Bu usulle hanın askerlerinin ne kadar insanı öldürdüğü ortaya çıkıyordu. Hanın savaşta galip geldiği halk önünde ispatlanmış oluyordu. Zaferin gözle görünmesini sağlayan bu usulü ilk bu han ortaya koymuştu. Bu usul bir çok savaşta kullanıldı. Böylece kabile, gücünü ispatlıyor ve iktidarını güçlendiriyordu. Han kolay ganimet sahibi olmak öncekinden daha fazla kadınla beraber olup hükmettiği halkı daha fazla ezmek istedi. Tatlıyı yedikçe yiyesi geliyordu ve şöyle diyordu: ” tatlıyı bırakmaktansa midemiz patlasın.” hanın aklı başından gidince halka düşman olur sözü işte böyleleri içindir. Kazılan iki üç ayrı çukura da taş döküldü. Ne kadar çukur o kadar saldırılacak kabile demekti. Yeni yürüyen çocuktan zor yürüyen ihtiyara kadar herkes seferber ediliyordu. Aksi taktirde çukurlardaki taş bitmek bilmiyordu. Çok askerle çok ganimet sahibi olmak hevesi, halkı köle yapmak hevesi, bu kabileyi daha büyük kabilelerle savaşmaya yönlendiriyordu. Böylece han dönerken önceki taşlarını geri getirmek ve esirlere de birer taş getirtmek şartıyla ordusunu gönderdi. Şimdi onlardan sadece ganimet bekleniyordu. Askerler hafif gidip ağır gelirlerse hanın hazinesi dolar ve hanlık genişlerdi.
Büyük kabileleri ele geçirmek için önce küçük kabileleri boyun eğdirmek gerekiyordu ama problem işte bu küçük kabileden çıktı. Küçük olmalarına küçüktüler fakat kalabalık bir orduya engel olmasını bildiler. Bu kabilenin böyle karşılık gösterebileceğini kimse düşünememişti. Hatta buralarda böyle bir kabilenin yaşadığını han hatırlamamıştı bile. Onun için hemen diğer büyük kabilelere saldırmayı emretmişti. Meğer “göze değmeyen bacağa çomak” sözü bunun için söylenmiş. Üstelik insanı doyurmayacak kadar küçük bir kılçık gırtlağa saplanmıştı! Ne içeri giriyor ne de dışarı çıkıyordu. Bu hal biraz daha sürse insanın canı boğazından çıkacak gibiydi. Ne olduğunu kimse bilemezdi…
Han ordusunun başarıya ulaşması için Allah’a yalvarıyordu. Haramlığı Allah’tan dileme belki ondandır. Çoktan unutmuş olduğu Tanrıyı o zaman hatırlayıp Allah’a itaat etti. Ama çaresizdi. Zaferi kendisinden bilen han yenilmeyi de kendisinden bilmek zorundaydı.
Bir tanecik oğlunun da vefat ettiğini duyduğunda perişan oldu, gözü karardı, göğsü sıkıştı hanın. Bu zamana kadar torun sahibi olmadığını ve neslinin de kesildiğini çok geç anladı.
Hazırladıkları çukura artık bir tek taş bile atılmıyordu. Cepheden bir haber daha geldi. O küçücük kabile geri hücuma geçmiş ve kendilerine doğru geliyordu. Artık bütün zenginliklerini verseler de düşman geri dönmeyecekti. Hanın başına bir karanlık çöktü. Her şeyden vazgeçti yavrusundan, halkından, paradan-puldan… ıssız bomboş bir tarlada yapayalnız kalmış gibiydi. Artık onun için hayatın hiçbir anlamı kalmamıştı. Kendi kazdırdığı kuyulara kendisi girip ölmek istedi. Ama yapamadı. Annesi ile son bir defa daha görüşmek istedi ama cesaret edemedi. Atların nal şakırtısı insan haykırışları duyuluyordu. Tereddüde zaman yoktu. Odul nehrinin kıyısındaki çiftliğe doğru yürüdü. Ayaklarının nasıl adım attığının da farkında değildi. Yaşıyor muydu, onu da fark edemedi han.
Kıtaları ve diyarları aşan göçmen Türk halkları, dillerini de kendileri gibi kıvrak bir yapıya sokmuşlardır. Tarihin akışı içerisinde farklı zamanlarda farklı şekillerde ve farklı alfabelerle, konuşma ve yazma ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Her halde yerleşik halkların kurdukları medeniyetler farklı hususiyetleriyle kendine has zenginliklerini ortaya koyarken göçebe kültürüyle yoğrulmuş halklar da farklı iklimlerin süslerini yansıtmışlardır. Yıl 1884. Çin egemenliğine giren Sincan Kırgızlarıyla, Rus egemenliği altına giren Kırgızlar birbirlerinden ayrılıyordu. Artık Sincan Kırgızları dünyası gerçeği vardı ortada. Tarihleriyle gündelik yaşamlarıyla, edebiyatlarıyla başlı başına bir dünya.
İletişim teknolojisinin gelişmesiyle dünya iyice küçülüyor. “Globalleşme” kavramı artık gündelik konuşmalarımızın içerisinde aktif bir kullanılışa sahip ancak Çin içerisindeki Türk halklarının durumumu söz konusu olduğunda – doğal olarak Sincan Kırgızları hakkında da – sağlıklı bilgilere ulaşmak güç. Ahmet EGEMBERDİ Türk Dünyası dergisinde [1]Doğu Türkistan’ın durumu hakkında pek de iç açıcı bilgiler vermez. EGEMBERDİ bölgedeki nüfus ve sağlık sorunlarının dünya kamuoyundan saklandığını ortaya koyar.
Doğu Türkistan’ın nüfusu farklı kaynaklarda farklı oranlarla açıklanır.[2] Bir kaynağa göre 40 milyon başka bir kaynağa göre 30 milyon. Başka bir kaynakta Kırgız nüfusu yüz yirmi bindir. 1980 yılı Çin istatistiki bilgilerine göre ise yüz dokuz bindir.[3]
Kırgızların dört bin kadarı Aksu bölgesinin Köönö şehrinde, 3500 kadarı Aksu bölgesi Uçturgan şehrinde, diğerleri Kaşgar, Hotan şehirlerinde, Mongul Kürö şehrinde, Ule Kazak bölgesinin Tekes yerleşim bölgesinde, Kargalık ve Canısar gibi bölgelerde yaşamaktadır.[4]
Büyük kütleler halinde dünyanın değişik bölgelerine akan Türkler, içine girdikleri her kültürden etkilenerek bir kültür mozaiği oluşturmuşlardır.Tabi kendilerini korumak ve kendilerinden de bir şeyler vermek kaydiyle. Yedinci-sekizinci yüzyıllarda düşüncelerini nakış nakış taşlara oyanlar, maharetli ellerini sadece kılıç sallamak için kullanmadıklarını tüm dünyaya ispat etmişler ve Türk Medeniyetinin damgasını vurmuşlardır. Hep hareket! Hep hareket! Durmamışlar. Bilmediklerini öğrenmişler, bildiklerini öğretmişler, öğrendiklerine inanmışlar, inandıklarını uygulamışlar.
Kırgızlar da Türk halklarının içerisinde en hareketlilerinden oldu tarih boyunca. Hemen hemen bütün tarihçilerin ortak kanaatince Kırgızlar, ismi çok eski zamanlarda bilinen ve hâlâ ismini hiç bozulmadan koruyan ender halklardandır. Göçebe kültürünün yıldızı olan Kırgızların sözlü geleneğe sahip olmaları yazıyı çok geç tanımaları tarihlerinin de bazı noktalarda karanlık veya tartışmalı kalmasına sebep olmuştur. Kırgızlara ait köken bilgileri bölgedeki diğer gruplar tarafından kayda geçirilmiş verilerden ibarettir.
Kırgızlarla ilgili ilk kaynaklar 8. yüzyıla ait epigrafi yazılardır. Çin kaynaklarında Kırgızlara Kok’un ya da Chien-k’un denilirdi. 8. yüzyıla ait eski Türk yazıtlarında Kırgız ismi kullanılmıştır. Eski Bizans kaynaklarında (6. yüzyıl) ve eski Tibet metinlerinde Kırgızların ismi geçmektedir.[5]
Çin kaynaklarında adı geçen Kırgızlar yüzyıllar önce nerede yaşıyorlardı sorusuna cevap verebilmek oldukça güç çünkü farklı tarihçiler farklı tezler sunmaktadırlar. V. Barthold, S.V. Kiselev gibi tarihçiler Kırgızların yaşadıkları yerlerin Batı Moğolistan, L.A. Evtyuhova Kuzey Sibirya, Yudakov, Borovkov ve T.K.Çoroev ise Doğu Türkistan olduğunu savunmuşlardır. Prof.Faruk SÜMER Kırgızların önce Sibiryada bulunduklarını Kalmukların baskısıyla XV. Asırda Orta Asyaya göç ettiklerini yazmıştır.[6]
Dr. Gregory R.Kolduys[7] “bazı tarihçiler X. yüzyıldaki Karahan işgalinin Yenisey Kırgızları’nın Tien-Şan’a göçlerinin bir sebebi olduğunu inanmaktadırlar. İlk göçlere ait bu kuramlar çürütülmüştür; çünkü XVI. Yüzyılda Kırgızlara hâlâ putperest olarak bakılıyordu eğer X.yüzyılda göçmüş olsalardı, İslam’a çok önceden geçmiş olurlardı.
Yenisey Kırgızları, Çıngız Han’ın ilk hedefiydi ve sonuç olarak da 1206-9 yılları arasında fethedildiler. Moğol akınları Kırgızları önce güneye Manöurya’ya daha sonra batıya ve son olarak da şu an yaşadıkları Tienşan ve Pamir bölgesine sürmüştür” fikrini öne sürer.
Ahmet Taşağıl[8] ise “Kırgızalrın esas yurdu Tanrı ve Pamir dağları arası değildi esas yurtları Kögmen dağlarının kuzeyi Yenisey nehrinin kollarından Kem havzası idi.” der.
Kırgızların böylesine hareketleri onların ta Yenisey’den Fergana bölgesine kadar yayılmalarına, bu yerleri yaşama yeri haline getirmelerine sebep olmuştur. Dolayısıyla D.Türkistan bölgesi Kırgızların çok eski zamanlardan bu yana yerleşim bölgeleriydi. 17. ve 18. yüzyıllarda Kırgızlar hem D.Türkistan taraflarında hem de Fergana bölgesinde yaşıyorlardı.
Önce Göktürk egemenliğinde yaşayan Kırgızlar, Mo-Yen-cur zamanında Uygur Hanlığına bağlandılar(758). Kırgızlar 840 yılında Uygurları yerlerinden ettiler ve kısa süreli de olsa Ötüken’de kendi devletlerini kurdular. 920 de Moğolistan’ı ele geçiren Çin Lao sülalesinden K’tanlar tarafından Ötüken’den sürüldüler. Daha sonra Cengiz Han Moğolistan’a tamamen hakim oldu.
1758 yılına gelindiğinde Çin İmparatorluğu Cungar Hanlığını işgal etti ve D.Türkistan’a girdi. Çinliler bu topraklara Yeni “Yer anlamında” Şin-Can dediler. Böylece D.Kırgızlarının, Uygurların ve diğer Türk halklarının makus talihleri farklı maceralara sürüklendi. Onlar için yeni bir tarih sayfası açıldı. Açılan bu sayfada eşsiz bağımsızlık mücadeleleri sergilendi. Aksu Kırgızlarından Zaman Kulubek ve Akımbek 18. yüzyılın ikinci yarısın Çinlilere karşı Uygurlara karşı aktif rol üstlendiler.[9]
19. yüzyıla gelindiğinde D.Türkistan Türk halklarının bağımsızlık mücadeleleri daha da şiddetlendi. 1814-16 yıllarında, 1818-64 yıllarında bitmez tükenmez mücadelelere sahne oldu D.Türkistan. “Hocalar” devrinden sonra 1865-67 yıllarında Yakup Bey’in Kaşgar, Yarkent, Yankı-Hisar, Hoten ve diğer şehirleri ele geçirdiği görülür. Yakup Bey’in Çim İmparatorluğuna karşı akıllı İngilizleri kullanma politikası gerçekten çok başarılı olur. Osmanlı’ya sığınmakla Çin ve Rus baskısından kurtulmaya çalışması tam da Osmanlının en kötü olduğu bir zaman denk geldiğinden sonuçlanamadı.
Kırgızlar bu dönemlerde savaşçı ve cesur özelliklerini çok iyi kullandılar. Yakup Bey’in süvarilerini Kırgızlar oluşturuyordu.
Bir taraftan Çinliler’in diğer taraftan Rusların emperyalist ilerleyişleri diğer Türk Halklarını olduğu kadar Kırgızları da adeta boğdu ezdi. Rusya ve Çin gibi iki hakim gücün 10 yıllık periyotlar içerisinde yaptıkları sınır antlaşmaları sonucunda tamamıyla Çin egemenliğine giren Kırgızlar Çin Kırgızları veya Sincan Kırgızları olarak isimlendirildiler.
Bugünkü Kırgızistan’ın Çarlık Rusyanın hakimiyetine girmesinden sonra elbette onlara karşı Kırgızların direnişleri tarih yapraklarında tam olarak aydınlatılamamışsa da 1916 yılındaki hareketin büyüklüğü ve şiddeti itibariyle gözden kaçmamaktadır. Çinliler güvenirliği zor istatistiklerine göre 1916 da 332 bin Kırgız D.Türkistan’a girmiş daha sonra bunların 290 bine yakını geri dönmüştür. Bu kadar büyük bir kütlenin kaçışı Çar Rusyası’ndaki baskının hangi derecede olduğunu bize göstermektedir. Kırgızların Sincan, Üç Turpan, aksu, Kuca, bögür, Tekeste ve Kaşgar’a yerleşmeleriyle bu bölgelerdeki Kırgız nüfusunun bir anda kabarmasına sebep oldu.
1944 yılında “Doğu Türkistan Cumhuriyeti” kuruldu. 14 Haziranda 1954’te de “Kızıl- Suu Otonom Bölgesi ” kuruldu.
Kısaca tarihini vermeye çalıştığım “Sincan Otonom Bölgesi” nin tarihi hem Türk Halkları için hem de Kırgızlar için büyük önem taşımaktadır. Görüldüğü gibi bölge yüzyıllar boyunca farklı medeniyetlerin beşiği olmuştur. Elbette böylesine büyük medeniyetlerin kurulduğu bir bölgenin kendine has sanatı, tarihi, kültür birikimi, dili, edebiyatı olacaktır. Uygur medeniyetinin ÇİN MEDENİYETinin de tesisiriyle hangi düzeylere geldiği bilinmektedir. Uygur yazı dilinin, Uygur edebiyatının Türk Medeniyeti içerisindeki rolü olduşça fazladır. Bugün Batı kütüphanelerine kaçırılan pek çok yazma eser Uygur Medeniyetinin dolayısıyla Türk Medeniyetinin ne denli bir mirası bıraktıklarını gösteren belgelerdir. Hem Türk hem Dünya medeniyetine bırakılan bu değerler hususunda ne derece bir duyarlılık taşıyoruz bilinmez.
İşte böyle bir ortamda çıkan ve gelişimini sürdüren “Şincan Kırgız Edebiyatı” ayrıca bir değere sahip. Türklük aleminin yegane incilerinden olan “Manas Destanı”nın yaratıcısı olan Kırgızlar, D.Türkistan’da da faal bir şekilde edebiyatlarını tüm dünyaya yayma çabasındalar. Kendilerine Çıngız AYTMATOV’u üstad olarak gören Şincan Kırgızları yer altındaki çıkmak isteyen bir tohum gibi kımıldıyorlar.
Günümüz “Şincan Kırgız Edebiyatı” özellikle 1911 yılından sonra yeşermeye başladı. Hızını alt yapısını Türk halklarının edebiyatlaından alan edebiyatlarını Navican TURSUN’un[10] sınıflandırmasına göre siyasi ve sosyal olaylara bağlı olarak iki devreye ayırmak mümkün:
A-1919-49 Yılları arası.
B-1949’dan günümüze kadar.
1949 yılından sonraki dönem de 3 devreye ayrılır:
1- 1949-66 “Medeniyet Devrimine” kadar olan devir.
2- 1966-77 “Medeniyet Devrimi” dönemi.
3-1977’den bugüne kadarki dönem.
1911 ile 1949 yılları arasında “Kırgız Sincan Edebiyatı”, Kırgız sözlü edebiyatından, Sovyet edebiyatı ve Uygur edebiyatından beslenmiştir. Bu devir Şincan Kırgız Edebiyatının oluşum dönemidir. Doğu Türkistan bu tarihlerde Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurmaya başladı. Rusların tesiriyle yeni okullar açılmaya başladı, Sovyetlere öğrenciler gönderilmeye başlandı. Böylece yeni bir dünya görüşü kazanan Şincan Kırgızları bugünkü edebiyatlarını şekillendirdiler. Bu dönemde edebiyata yön veren edebiyatçılar Isıkbek Mamunov, Abdıkadır Toktonov, Amantur Bayzakov, Cusup Mamay gibi isimlerdir.
1944-49 yıllarında yeni bir canlanma görülür. Genç edebiyatçılar kendilerini göstermeye başlarlar. Amantur Bayzakov, Abdıraşit Cakıp, Cumakun Mambet, Tursun Mirza, Asanbay Matili, Mambet Sabir, Mambet Asan Ergi, Momun Turdu,Irısbek Abıkan gibi isimler Şincan Kırgızlarının içinden çıkan yetenekli edebiyatçılardır. 1950-60’lı yıllarda Kırgız edebiyatçılar çoğunlukla şiire yöneldiler. AMANTUR Bayzakov’un “Matan” ” İzdeymin” “Ömür” şiirleriyle tanındı ve Amantur Bayzakov şairlerin üstadı oldu.
Tanınmış diğer şair ve yazar da Tursun Mırzadır. Tursun Mırza ilk eserlerinin Uygur dilinde vermiştir. ” Tarım” dergisinde şiirleri yayınlanan Tursun Mırza bu şiirlerinde milliyetçi fikirlerini yansıtır. “Ata curtum”, “Ay Monçok”, “Kagılayın kolunan” isimli şiirleri bilinen ve sevilen şiirlerdir.
Gerçekten elli ve altmışlı yıllarda cilt cilt şiir kitapları ortaya konulur. 1956’da “Algı Irlar” 1961. yılında “Kerme Too” isimli ciltlerde Şincan Kırgız edebiyatçılarının şiirleri toplanır.
Düz yazı da şiirlerden farklı değildir bu yıllarda. 50’li yıllarda Çin baskısının Doğu Türkistan’daki bütün Türk halklarına uygulandığı görünür.Yine de Doğu Türkistan’da ve Şincan Kırgızlarında bu dönem edebiyat açısından oldukça verimli bir dönemdir. Gerek Tursun Mırza, gerek Amantur Bayzakov gerekse Kalık Makeş bu yıllarda hikayeleriyle tanınan isimlerdir. 1980’lere gelindiğinde batı edebiyatından da yararlanarak ortaya konulan eserler sadece Kırgız edebiyatında değil Uygur edebiyatında da kendini göstermiştir.
Çin’in 1980’li yıllarda daha özgür bir yaratım sergilemesi Doğu Türkistan Türk halkları için edebiyatlarını yayınlamalarında iyi bir fırsat oldu. Şincan Kırgızları “Şincan Kırgız Edebiyatı” dergisini çıkarmaya başladılar.
Toktoniyaz Abdılda’nın roman türünde çok başarılı eserlere imza attığı görülür. “Gülkayır”, “Tiyan Şan biyliğinde akılduu bala” eserlerinden bazılarıdır. Şincan Kırgız Edebiyatının en önemli romanı “Tagdır Colu” ismiyle yayınlanan Momun Turdu’nun romanıdır. (1990)
Turgunbay Kılıçbek de Şincan Kırgız Edebiyatının en parlak simalarından birisidir. 1982.yılında “Zalkar Toolordo” isimli kitapta çıkan hikayelerinin Kırgızca Uygurca ve Kazakça olarak yazmıştır. “Çolpon” isimli hikayesi Kırgızca olarak yayınlanmıştır. Aynı eserler Çince, Moğolca ve Japoncaya da çevrilmiş ve Kırgız Edebiyatı bu ülkelerin edebiyatçıları tarafından tanınmıştır. Gerçekten Şincan Kırgız edebiyatı Çinceyi de kullanarak eserlerinin daha geniş ve daha farklı kültür alanlarında da tanınmasına sebep olmuştur. Bu yönleriyle bile Türk medeniyetinin dünyaya yayılmasında önemli bir görevi yerine getirmektedirler.
Tügölbay Sıdıkbekov, Aalı Tokonbaev, Çıngız Aytmatov, Kasımalızlı Bayalinov, Şükürbek Beyşenaliev gibi Kırgızların büyük üstadları Kırgız ve Uygur edebiyatlarının önünde meşale olmuşlardır. Çıngız Aytmatov özellikle genç Şincan Kırgız edebiyatçılarının neredeyse vaz geçilmez şairleri olmuştur. Uygur edebiyatının Şican Kırgız edebiyatına tesiri oldukça fazladır. Uygur medeniyetinin muhteşemliği Kırgız edebiyatına da yansımış ve Zunun Kadır, Abdurahim Ötkür, Alkam Aktam, Talipcan Aliev, Nihim Şahit, Ahat Turdu, Abdukarim Kcaev gibi büyük Uygur edebiyatçıları Kırgız edebiyatçılarının da üstatları olmuşlardır.
D.Türkistan Kırgızları edebî neşriyatları ile göz doldurmaktadırlar.Şincan Aydın Yayınevi I. ve II. sınıflar için kitap yayınları yapmakta, Şincan Halk Yayınevi Manas Destanı ciltleri ile Çince-Kırgızca sözlük çıkarmıştır. Kızıl Suu yayınevi Çıngız Aytmatov’un “Kılım Karıtar Bir gün [Gün Olur Asra Bedel] ” romanını, Kızıl-Suu gazetesi de yayınlarıyla Kırgız medeniyetini zenginleştirmekte ve Kırgız medeniyetinin dünyada tanınmasında bir görevi yerine getirmektedirler. Şiirler, hikaye ve makaleler “Sincan Kırgız Edebiyatı”, “Tenir-Too” “Tarım” “ Kaşgar Adabiyatı”, “Şincan Geziti” gibi edebiyat ve gazetelerde yayınlamaktadır.
Şincan Kırgız Adabiyatı dergisi Cun-too yazarlar birliğinin bir organıdır. Dergi 1984 yılının Teke() ayında çıkmaya başladı.
Dergi yukarıda anlatmaya çalıştığımız pek yazara içerisinde yer vermiş. Tursun Mırza, Useyın Acı, Turgunbay Kılıçbek vs.
Sadece hikaye ve şiir değil Folklor, Etnografya, ilmi ve edebi makaleler de yayınlanmaktadır. Akraba Türk halklarının edebiyatı, Hanzu edebiyatı, Dünya edebiyatından şiir, drama, çeviri yapan genç kalemler, edebiyat eleştirileri vs. yüzden fazla yazarın katılımıyla ele alınmaktadır. Kırgız Milli kültürünün korunması için çaba gösteren dergi Kırgızistan’da ve diğer Türk Cumhuriyetlerinde yaşayan okurlarının da şiir, makale ve hikayelerini değerlendirmekte sayfalarında yer vermektedir.
Derginin redaksiyonu Irısbek Abıkan, Turganbay Kılıçbek, Süleyman Ömür, Cacınbay Asanalı, Tursun Cumalı, Toklun Turdu tarafından yapılmaktadır. “Şincan Kırgız Adabiyatı” dergisi D.Türkistan’da okunduğu gibi diğer Türk Cumhuriyetlerinde de okuyucu bulmaktadır.
Şincan Kırgız edebiyatında önemli bir yere sahip olan bu derginin hâlâ Arap harfleriyle çıkıyor olması derginin daha fazla okunmasına engel olmakta ve Sincan Kırgızlarının edebiyat sahasındaki faaliyetlerinin neler olduğu bilinmemektedir. Acaba Şincan’da Kırgızlar neler düşünüyorlar? Onların ne gibi problemleri var? Destanlarında, şiirlerinde, makalelerinde ve hikayelerinde neler anlatmak istiyorlar?
Asya bozkırlarından Venedik kanallarına kadar uzanan çizgide elbette sert rüzgarların kollarında, coşkun denizlerin dalgalarında mücadelelerini sürdüren Türkler, dillerini, adetlerini korumakla beraber güçlü kültürlerin tesiriyle değişimin helezonik kıvrımlarında da sürüklenmişlerdir. Keskin ve köşeli yazılarını terk edip kavisli yazıları tercih etmişler. At nallarından çıkan sese benzeyen kelimelerinin yanına deve yürüyüşünün ahengine benzetilen sesler de eklenmiştir. Maharetli eller kıvrım kıvrım yazılar yazmaya başlamışlardır.
Türkler tarih boyunca 5 büyük alfabe kullanmışlardır. VII. Asırdan bu yana takip edebildiğimiz Orhun Alfabesi ortak bir alfabe idi. Bilge Kağan, Kül Tigin ve Tonyukuk anıtları bu harflerle yazılmış ve 300 yüz yıl gibi bir zaman diliminde kullanılmıştır.
8. 15. yüzyıllar arasında kullanılan ikinci Türk alfabesi Uygur afabesidir. D.Türkistan’da kullanılan bu alfabe daha çok Uygurlar arasında yayılmıştır. Dünyadaki kütüphanelerde bu alfabeyle yazılmış pek çok metin vardır.[11]
Türklerin kullandığı büyük alfabelerden birisi de Arap harfleriyle yazılmış alfabedir.
Ta 10. asırdan başlayarak tam 10 asır bu alfabe kullanılmıştır. Bu gün Uygur alfabesi Arap harfleriyle yazılmaktadır. D.Türkistan Kırgızları, Moğollar zamanında Çağatay yazı dilini ve Çağatay alfabesini kullanıyorlardı. Çağatay harfleriyle Kubat Bey, Çin hükümdarlarına mektuplar gönderiyordu.[12]
Kırgızistan’da 1920 yılında gene Arap harfleriyle İşenaalı Arabaev’in , “Kırgız Alippesi” adıyla oluşturduğu Kırgız alfabesi kullanılmaya başlandığında D.Türkistan Kırgızları da aynı alfabeyi aynen kullanmaya başladılar. Açılan yeni okullarda bu alfabeyle eğitim öğretim verdiler.
1954 yılında D.Türkistan Kırgızlarının tanınmış dil bilimcilerinden Abdıkadır Toktor Uulu, Kullanılmakta olan alfabeye, D.Türkistan Kırgızlarının ihtiyacı fonetik özellikleri de karşılayan yeni harfler ekleyerek, 30 harfli yeni bir alfabe meydana getirdi. Bu gün Arap harfli alfabe, D. Kırgızistan Kırgızlarının ulusal alfabesidir.
Yukarıda da anlatıldığı gibi içerisinde pek çok hikayenin,makalenin, şiirin ve eleştirinin yer aldığı bu derginin Arap harfleriyle yazılması yanında pek çok zorluğu da beraberinde getirmektedir. Öncelikle Kırgızistan’da yaşayan bir Kırgız’ın bu derginin içerisindeki pek çok konuyu okuması zor hem de imkansız olabilmektedir. İşte bu zorluk göz önüne alınarak transkripli Latin alfabesi çalışmasını ortaya koyduk. Fakat çalışmamıza konu olan geniş kapsamlı derginin içerisinde ancak hikayelerinin bir kısmının transkrip çalışmasını yapabildik. Bir kısmını yapabildik çünkü 5 cildin bir arada verilmesiyle oluşan bu dergide hikayeler çok fazla bir yer tutmaktadır.
Hikayeye ilgi duyan, Şincan Kırgızlarının hikayelerinin küçük bir örneğini görmek isteyen, hikayeleri okuyunca ufak bir fikir sahibi olmak isteyen, Şincan Kırgızlarının ruh dünyalarını, ilgi alanlarını, dünyaya bakış açılarını, geleneklerini, hikaye tekniklerini, hikayelerinde yoğunlaştıkları konuları anlamak ve öğrenmek isteyenlere kapı aralamak amacıyla yapılan bu çalışmada Kırgız Türk ve okuyucular dikkate alınmıştır.
Kırgız araştırıcılarının ve okuyucularının Latin alfabesiyle hikayeleri daha rahat okumaları (gelecekte Latin alfabesini kullanacakları varsayımıyla) amaçlanırken Türk okuyucularının da Türkçe’ye aktarılmış haliyle hikayeleri okumaları ve Şincan Kırgız hikayeleri hakkında az da olsa bir fikir yürütmeleri hedeflenmiştir.
Çalışmada Ali Şir Nevayi formatının kullanıldı. Arapça “ﻉ” şekliyle gösterilen sesler transkrip yapılırken “à” şeklinde gösterilmiştir. Halbuki “è” apostrofu ile gösterilmesi gereken ﻉ sesinin “à” şeklinde gösterilmesiyle yazıdaki okunduğu anlamı ve söyleyişi korumak hem de yazıdaki karmaşıklığı önlemek maksadı güdülmüştür. Meselâ “زورﻋﻭ” “zorèo” şeklinde transkrip edilmesi gereken bu kelime “zorào” şeklinde transkrip edilmiştir. ﺍﻴﻋﺮﺪﺍﻥ “ayèırdan” olarak gösterilmesi gerekirken “ayàırdan” şeklinde gösterilmiştir. Zaten Şincan Kırgız alfabesinde غsesi ع şeklinde gösterilmiştir. Dolayısıyla “à” şekli görüldüğünde bunun “gayn” sesini verse de “ayn” şeklinde yazıldığı bilinmelidir.
Şincan Kırgız Adabiyatı dergisinin 1993 yılındaki 1.2.3.5. ve 6. sayılarında toplam 20 hikaye mevcut. Hikayeler ve yazarları şunlar:
Yukarıdaki hikayelerden, 1.ciltten : Burul At, Canılgan Kuday, Carım Es, Taş Tüşpögön Çunkur 2.ciltten : Alıksı Teskey Böktördö. 3. Ciltten: Carık Etme angemeler ve Bozbaytal 5. Ciltten: Tagdır olmak üzere 8 hikayenin transkriplerini ve Türkçe aktarmalarını vermeye çalıştım.
Dergideki hikayeler genellikle amatör genç hikayecilerin. Dolayısıyla hikayelerdeki kullanılan dil, olay örgüleri, sebep sonuç ilişkileri, anlatım tekniği oldukça zayıf.
Hikayelerin konuları farklı olmakla birlikte ağırlıklı olarak köy hayatı ve atla ilgili. Mesela Buurul At ile Bozbaytal hikayelerinde atların bütün özellikleri anlatılır. Atlar aynen bir insan gibi konuşturulur, insan gibi düşündürülür, aynen bir insan gibi üzüntü ve sevinçlerini gösterirler.
Yukarıda da bahsedildiği gibi Şincan Kırgız hikayecileri büyük Kırgız üstatlarının yolunda gitmişler ve hikayelerini neredeyse onların bir kopyası halinde kaleme almışlardır. Çıngız Aytmatov’un “Gulsarat” hikayesindeki Gulsarat’ın özellikleri Burul atta ve Bozbaytal’da gösterilir. Yapılan tasvirler bir çok yönüyle Aytmatov’un hikayelerindeki tasvirlere benzer. Atlar çok hızlı koşarlar baygelerde (yarışma) birinci olurlar, sahipleri atları sayesinde tanınıp şöhret olurlar. Atlar yaşlandıkça sahipleri de toplumda önceki statülerini kaybederler. Kış ayı bütün hayvanlar için oldukça tehlikelidir. Yılkıları kurtlardan korumak ve onları çok iyi beslemek gereklidir. Atların birbirlerine karşı olan hisleri oldukça dramatik bir şekilde anlatılır. Hikayenin sonunda at ya ölür ya da sahibinden ayrılır. Hatta Aytmatov’un Gulsarat hikayesinde geçen “akan yıldız” ifadesi Bozbaytal hikayesinde de geçer.
Hikayelerde insan tipleri de her yönüyle gösterilir. Kurnazlık, yalancılık, kıskançlık vs. “Taş Düşmeyen Çukur” hikayesinde hükümdar kötü karakteri temsil eder. “Buurul At” hikayesinde kötü kişi Birimkul ve Aalı’dır.
Hikayelerdeki olay örgüleri merak ve heyecanı fazla uyandırmamakla birlikte yapılan benzetmeler, tasvirler, eşyaların ve insanların resmedilişi iyi. Özellikle tabiatın resmedilişi gerçekten çok güzel. Buurul At hikayesindeki şu tasvir beğenilmeye değer:“Nazlı rüzgarın bayır aşağı hafif hafif eserek salladığı, bir göl dalgası gibi dalgalandırdığı bol ottan yiyen mallar gevşiyordu. Karlı dağlardan akıp gelen berrak su, tertemiz dup duru. Göz kamaştıran rengiyle çevre bir başka güzel, her yerde bir bolluk.” “Yarım Akıl” hikayesinin son paragrafında hikaye şöyle biter: “Ejderha ağzından çıkan ateş gibi kırmızı şimşeğin ışığında kırmızı örtüsünü sallayarak su boyunda koşan genç gelinin hayâli, ona bakan dünyanın kocaman göz bebeğinde nefis bir tablo gibi çerçeveye alındı.”
Kırgızların gelenek ve görenekleri, korkuları, inançları, aşkları hikayelerde aksettirilir. Kız istemeye gelen erkek tarafının karşılanışı, kız tarafının erkek tarafına davranışı, hastaların iyileşmek için üfürükçüleri ve mollaları çağırmaları, onlara olan saygıları vs.
Sadece gelenek ve tarih çerçevesinde yoğunlaşmayan hikayeler çağdaş hikaye anlayışına da sahip. Konularını günümüz insan ilişkilerini de kapsamaktadır. “ yarım akıl” hikayesinde gerek insan tahlili, gerek olay şekli ve gerekse anlatım tekniğinin ustalığı görülür. kısa bir hikayede köydeki bir saf gencin portresi çizilir ve karakter özellikleri verilir. Köyün bu gence yaklaşımı detaylı bir biçimde sunulur. saf (yarı akılsız) gencin ana babası evlatlarına köy köy kız arar. Nafile saf genç bu bulunan geline ısınamaz. Isınamaz çünkü aklında ve gönlünde her nedense ya köyün en güzel ya da en zengin kızı vardır. Köyün çoluk çocuğu dahi onunla eğlenir. Hele ırmak kenarında güzel bir kızın saf gençle alay etmesi ve onu istemeden de olsa ırmakta boğulmasına sebep olması her halde dünya insanlığının iyiye saf gönüllüye değer vermediğine işaret anlamı taşımaktadır. İyilik bu yarı akıllı gencin kişiliğinde sembolize edilmektedir. Kız hırsın gururun enaniyetini ve akılsızlığın temsilcisi oluyor. Hele bu gencin bu halinden yararlanan akıllı köylülere ne demeli; işi olan bu gence her bir işini yaptırır ve gence ne para ne de yiyecek ikram edilir. Olsun genç nasılsa niçin bana bir şeyler vermiyorsunuz demiyor ki!
Bu hikayeyle ilgili olarak aynı derginin farklı sayısında edebiyat eleştirmeni olan Toklun Turdu : “ Yarım Es’teki bu kadar canlı bir imaj o kadar da kolay yazılabilecekmiş gibi gelmedi bana. Hikayedeki olayların gelişimi çok tabii ve canlı bir şekilde verilmiş. Bu özellik yeni edebiyatımızda fazla görülmüyor” demektedir ki bu Sincan edebiyatında genç kuşağın verimini ortaya koymaktadır.
Hikayelerin içerisinde Çin kültürünü yansıtan bir hikaye yok. Herhangi bir Çinlinin bir sözü bir olay ve düşünce tarzı, Çinli örf adeti, atasözü veya Çince bir kelime ya da Çinceden etkilenmiş Kırgızca bir kelime yok. Tarihte Ruslarla da karışmış olmalarına karşın Rusça kelime de yok. Aksine saf bir Kırgızca kullanılmıştır. Bugün Kırgızistan Kırgızlarının kullanmadığı bazı kelimeleri kullanmaktalar.
Zamanın ezici kuvveti Şincan Kırgızlarını ezemediği gibi karşı karşıya bulundukları güçlüklerden dolayı kültürlerine ve dillerine daha fazla bağlanmalarına sebep olmuş. İşte bu çalışma şuan farklı bir iklimde ve kendine özgü güçlükler içerisinde yaşayan, bilinmeyen bir dünyadan elini uzatanların ellerinden tutmaya çalışan bir çalışmadır.
Aslında daha sıkı bir çalışmayla dergideki tüm yazılar okunarak (masal,şiir, makale vs.) Şincan Edebiyatı hakkında daha yönlü çalışmalar yapılmış olsa hem Kırgızistan Kırgızlarının hem de diğer Türk ellerinin edebiyat bahçelerinde farklı bir çeşni olur, hem de kültür hazinelerine katılan cevher olurdu.
[1]Türk Dünyası Tarih Dergisi, sayı.123, Ekim 1997, sayfa. 23
[2]Alatoo Dergisi (özel sayısı), yıl 1997, “Şam” basması, sayfa 26, Bişkek
[3]Alatoo Dergisi (özel sayısı), yıl 1997, “Şam” basması, sayfa 57, Bişkek,
[4]a.g.e
[5]Türkler Ansiklopedisi, cilt.2, sayfa . 37
[6]Türk Dünyası Tarih Dergisi, sayı.96, Aralık 1994, sayfa.6
[7]Türkler Ansiklopedisi, cilt.2, sayfa.520-521
[8]Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 100, Şubat 1996, sayfa.127
[9]Alatoo Dergisi (özel sayısı), yıl 1997, “Şam” basması, sayfa.19, Bişkek
[10]Ala-too dergisi özel sayısı, Bişkek, Şam baskısı, 1997,sayfa 171.
[11]Örneklerle Türk Alfabeleri, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara, 1996, s.9
[12]Makalek Ömürbay, Alatoo Dergisi, Şincan Kırgız Adabiyatı özel sayısı 1997, s.186http://
Batmakta olan güneşin şulesi yavaş yavaş kaybolurken koyu kırmızı bulutlar ak tepeli dağların etrafında dolanıp duruyordu. Dağ yamaçlarından gürüldeyerek aşağı bayıra doğru akmakta olan su, bahar havasına girmiş ağaçları yararak aralıyordu. Ağaç gölgesindeki ak çadır suyun dibine kondurulmuş çadırın hemen yanında ata binmek için hazırlanırken kart-kart geğirerek yolcu etmek için çıkan Kurgalday eneye döndü:
-Gelininizin hastalığı sadece sıcak çarpmasındanmış dünürüm. Ateş gibi sıcak bir suya girsin! Suya bir iki girse iyileşir diyerek Kargalday Ene’nin gönlüne su serpti.
Kargalday Ene iki gözü yiyecekle dolu heybeyi Moldabay’ın atının üzerine koyarken Moldabay onun nefesine olan güvenle şöyle dedi:
-Çocuklarımın hayrını gör. Allah yolunu açık etsin. Bu küçük hediyeleri yeğenlerim yesin. Sağlık sıhhatin oldukça daha…Kargalday Enenin sözü bitmiyordu.
Moldobay gülerek :
– Zahmet oldu dünürüm
Ha ha ha! Böylece nefesi en tesirli üfürükçülerden birisi daha uzaklaşıp gitti.
Hastalıklı Salkın her gelenin söylediklerini uygulayarak daha bir gücünü kaybetti. Salkın hastalanıp yattığından beri Kargalday Ene eli hafif üfürükçüleri bir biri ardına çağırıyordu. Ne yapsın? Onun biricik tek gelini. Onun için üfürükçülerden elinde olanı esirgemezdi ancak üfürükçüler okusalar da tütsüleseler de Salkın’ı bir türlü iyileştiremiyorlardı. Demek Salkın bir ruh hastası değildi. Artık bunu evde yaşayan üç insan kendi gözleriyle şahit olmuşlardı.
Esen ile Salkın köydeki hastanenin uzaklığını göze alarak gitmeye karar verdiler. Ne yazık ki onları bu güne kadar köydeki hastane hiç kabul etmedi. Karı Ene’nin yalvarmasına da aldırmadan Salkın’ı hastaneye götürmeye kararlıydı Esen. Böyle zamanlarda Karı Ene’nin yüreğini ağrıtan hataları olduğunda kendisini suçlayan Salkın için için üzülüyordu. Şuan bile evin içerisinde bir o ya bir bu yana dönüp duruyor ve utancından yüzünü örterek yatıyordu. Tedavi olursa ancak sudan olur diye düşünen Kargalday Ene gelininin üstünden düşmüş olan yorganı alıp üzerine örttü ve:
– Ne kadar da sıcaksın ya! dedi.
Zifiri bir karanlık vardı. Göz gözü görmüyordu. Hava buz gibiydi. Gökyüzünü kaplayan bulutlar Çisil çisil yağmur serpiyordu. Derin bir sessizlik hakimdi fakat sessizliği bozan Kaşaalı suyunun gürleyen sesiydi.
Bu anı bekleyen Karday Ene gelinine :
– Kalk kızım vakit geldi! Diye seslendi.
– Bu sabah iki defa suya girersen acaba nasıl olur…
Esen bu defa annesine hiç cevap vermedi. Kaba bir hareketle karısının üstünde duran baltayı aldı ve duvara astı. Kapıyı açıp dışarıya çıktı. Çadırın dibine çöküp derin düşüncelere daldı.
Yağmur hafif hafif yağmaya devam ediyordu. Salkın yorgun ve hasta bedenini büyük bir zorlukla dışarı çıkarabildi. Evin dibinde donuk bir halde oturmakta olan kocasının hiç farkına varmadı. Bütün elbiselerini çıkardı çırılçıplak bir halde etrafı kara taşla çevrili göle girdi. Sıcak bedeni dağlardan gelen buz gibi suya girince irkildi. Sonra üşüyüp titremeye başladı. Tüm gücünü ve cesaretini toplayarak kendini suya bırakan Salkın başını suya sokup sokup çıkarıyor ve bedenini yıkamaya çalışıyordu. Bir anda kemikleri sızlayıp yüreği dup dup atmaya başladı. Böyle yapmayı üfürükçülerden öğrenmişti. Hatta böyle yapmak gerektiğini üfürükçüler söylemişlerdi. Şimdi ise Salkın göleğin ortasında çırılçıplak duruyor sanki birisi kendisine saldıracakmış gibi etrafı gözetliyordu.
Sanki zifiri karanlıkta, hayali varlıklarla gökyüzünden uçarak gelip Salkın’ın saçını koparacak yüreğini çıkaracaklarmış gibiydi. Tam o sırada “ çık hey çık oradan!” diye bağıran bir sesi adeta kulağına inmiş bir yumruk gibi duydu. “ haydi yürü diyen” öfkeli sesi duyunca Salkın sırılsıklam bir halde sudan çıkmaya çalışırken bayıldı. Acı çığlığı duyup dışarı fırlayan Kargalday Ene gördükleri karşısında kemikleri sızladı. Aklını kaçıracak gibi oldu. Esen Salkını sudan çıkarmak için uğraşıyordu. Kargalday Ene Salkın’a korkuyla baktı ve:
– Gözünü aç lütfen ben köpeğe git demiştim köpeğe!
Diyerek Salkın’ın baygın bedenine yapışıp onu silkeledi. Salkın’ı eve götürüp yatırdılar. Karagay Ene korku içerisinde “Eyvah! Eyvah!” diyerek evin içerisinde bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu. Salkın’ın yüzüne su serpip kendi kendine tövbe ediyordu. Esen ise böyle olacağını bilseydi eve girmeye çalışan ite bu kadar bağırmazdı.
Henüz konuşamayan Salkın’ın yüzü soluktu. Yüzünde sağlıklı olduğunu gösteren tek emare onun neye baktığı belirsiz açık gözleridir. Gece yarısında Salkın ancak kendine geldi. O zamana kadar arkasına yaslanmış Karı Ene elindeki okutulmuş su fincanını yere koydu ve felaketi hissetmiş gibi yüreği yerinden oynadı.
– Çok korkmuş galiba. Şimdi ne yapsam. Git atına bin Moldobay’ı bul ve onu eve getir dedi Esene.
Rengi kaçmış Esen hiç birşey diyemediç atı neredeydi? Kime gidecekti onu da anlamadı. Öylesine dışarı çıktı.
Dağın soğuk rüzgarı Esen’in yüzünü kesiyordu. Yağmurun ne zaman öfkeleneceği bilinmez. Yani Tiyanşan’ın Kuzey tepelerine kar kaplamıştı. Zamansız yağan karın soğuk havası eli yüzü dondurup ciğerlere değiyordu. Kör karanlıkta kar bembeyaz parlıyordu. Bu karanlıkta Esen karın üstünde sık ağaçların arasından gitti. Karın düşmesinden eğilen dallar, akkunun kanadı gibi yeri çiziyordu. Bir ağacın dalı çatırt! diye kırıldı. Esen evden uzaklaşmadan kırılan dalın sesiyle birlikte evdeki Salkın’ın anlamsız acı çığlığı duyuldu.
Artık Salkın ömür boyu hastalıklı olarak kalacaktı.