Mustafa İslamoğlu’na ait İnsanın yaratılışına dair en tatmin edici makalelerden birini alıntılıyorum.
Baki olan sadece Allah’tır. Ruhun ölümsüzlüğü akidesi, hem ‘Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğu’, hem de ‘Allah’tan başka her şeyin fani olduğu’ kur’ani ilkelerine aykırıdır.
Böyle bir zihni hal, bir İranlı için de son derece tabii iken, tamamıyla bir aksiyon adamı olan ve hiçbir zaman hayalperest olmayan bir Türk için oldukça yabancıdır. Bununla beraber böyle bir zihin durumunun akislerini Osmanlı şiirinde oldukça sık görürüz; bunun sebebi başka cihetlerde olduğu gibi Türk şairlerinin düşüncelerini, İranlılarınki ile bağdaştırmak için eserler meydana getirmeye çalışmalarıdır.
İran’da ve Türkiye’de bulunan çok sayıda tarikat, üç aşağı beş yukarı tasavvufla ilgilidir. Her tarikat meşhur bir sofi ya da şeyhle başlayıp, ismini de genellikle bu kişiden alır. Bağlılarının her biri kendilerine sofi demekle birlikte birçok durumda tarikat liderinin öğretilerine pek az dikkat sarf ederler.
Bu son durum İran ve Türk şairlerinin ilginç uygulamalarına ilave bir güç verir, şöyle ki sûfîleri acımasızca itham edenlerin çoğu aslında sufinin ta kendisidir. Şairlerin görünüşte mantığa aykırı bu tutumları, birinci planda ilk sûfîlerin bilgi ve takvalarının kendilerine büyük bir şöhret sağlaması ve çevrelerine birçok müridin toplanması dolayısıyla, kendilerini sufi olarak tanıtan vicdansız bazı kişilerin de çevrelerine ehli sefahat ve iki yüzlü fanatikleri toplamalarına dayanmaktadır. Bu bilgisiz kalabalıklar da kendilerini haklan olmadıkları halde sûfî diye isimlendirmişlerdir. Şairlerin sufilere karşı hücum etmelerinin sebebi de bu cahil mukallit çoğunluğun kendilerini öyle tanıtmaları sebebiyledir.16
Bu şiirin zahiri yönüne baktığımızda, Türk nazmının başlangıçta son derece basit ve sade olduğunu görürüz; ne zaman ki İran şiiri tesirini iyice gösterir, işte o zaman Türk şiiri de kendini bir tezyinat(süs,bezeme) yığınının ortasında bulur. Herkesin çok iyi bildiği gibi İran belagatiyle sanatı birbiriyle atbaşıdır ve özellikle dekoratiftir. Hüneri ise münhasıran (özel) teferruattaki güzelliktedir. Bütüne göre parçaların ikinci planda kalması gibi bir kaidesi yoktur. İran şiiri, üslubundaki gibi birbiriyle aykırı ve ilgisiz bir süs yığınıyla kaplanmıştır. Mecazlar, teşbihler, cinaslar, tevriyeler, telmihler vs. birbiri arkasından sanki okuyucuyu şaşırtmak için ellerinden ne geliyorsa yapıyormuşcasına sıralanırlar. Bu figürler tek tek zarif ve ustaca olabilir, ancak bir fikir şeklinde bütünüyle bir araya getirilememektedirler. Netice elbette parlak, hatta bazen göz kamaştırıcı olmakta ancak tahdit (sınırlandırma) ve tedipten (düzenleme) mütevellit (oluşmuş) bir kıymet bulunmamaktadır.
İran şiiri bu hususiyetiyle de Orta Çağın hünerini göstermektedir. Doğu, bir bütün olarak, ele alınan konudan çok onun ayrıntılarına karşı daha hassastır. Bu zihnî tutum fizikî, maddî, bütün fenomenlerin varlığında devam ettirilir; gerçek bir doğulu ağaca bakıp ormanı göremeyen bir adam durumundadır. Sistemin felsefesini oluşturan iki ayrı cinsten (heterojen) birbirine karıştırılmış parçaların bir tek neticesini görürüz: Şiirin dekoratif unsurunu teşkil eden karmaşık ve birbirinden farksız tezyinat (süsleme,bezeme) mevzunun (konunun) muhtelif (çeşitli) safhalarının (aşamalarının) aynı şekilde idrak edildiği bu zihni faaliyet pratikte birçok tereddüdü de beraberinde getirir. Bu sebeple Batılılar; Doğulular hakkında fert veya millet olarak, bütün zeka ve cesaretlerine rağmen, sebat sahibi – kendilerine yabancı – bu kişileri birçok hususta bu sebeple hiç de hak etmedikleri şekilde yargılarlar.
İranlılarda olduğu gibi zoraki kavramlar ve her türlü müphem ifadeyle yüklü zevke düşkün bu şiir kaçınılmaz olarak son derece sun’îdir ve gerçekte bu sunilik şiirin en önemli hususiyetidir. Bu da tabi olarak bir samimiyetsizlik doğuracaktır. Başka milletlerin edebiyatlarında da dil ve hayal inceliklerinin ortaya çıkarılmasının takip edildiği dönemler olmuştur, dolayısıyla yukarıdaki yargımızın ne derece isabetli olduğu düşünülmelidir.
Türklerin, büyük ölçüde de taklit ederek yeniden ürettiği İran şiiri, özellikle gazel ve mesnevi alanında oldukça şahsîdir. Şairler, harici nesnelerle nadiren beslenirler. Şiirlerinde içkiden, güzelliklerden, kadından, gülden ve bülbülden zikrederler. Bunlardan bahsetmelerinin sebebi büyük ölçüde bu varlıkların, şairin üzerinde bir tesir meydana getirmesinden* çok zihinlerinde bıraktığıdır. Belki de lirik şiirlerden beklenen de budur, fakat mesnevi hususunda daha objektif olunduğu söylenebilir. Sınırlı da olsa böyle olduğunu, özellikle ilk dönem şiirlerinde söyleyebiliriz. Ancak hikâye -yüzlerce kez tekrar tekrar yinelenen- romantik aşk hikayeleri Farsça mesnevilerin en az ehemmiyeti haizdir. Fakat böyle yapılması da, şairin ya edebi kabiliyetini teşhir etmek istemesinden ya da sadece bir öğretiyi (doktrini) dile getirmek istemesinden, mazur görülebilir; üstelik hikâye bir alegorik unsur olarak tamamen de ortadan kalkmış değildir.
Bu şiirin geleneklere de son derece bağlı olduğu görülür. Tavsiflerle ve teşbihlerle doludur; yüz, Ay’a; kamet, serviye; dudak, yakuta benzetilir ve usandırıcı bir tekrarla baştan sona yer alır. Aynı şekilde bol miktarda birbirini çağrıştıran unsurlar yer alır; bülbül zikredildiği zaman arkasından gülün geleceğini; sem zikredildiğinde pervanenin geleceğini bilirsiniz. Fakat bütün bunlara rağmen İran şiiri belirli sınırlar içerisinde fevkalade verimlidir ve hem düşünce hem de ifade yönünden fevkalade zariftir.
Şiirin, İranlıların Türklere sunduğu bu tabiatı ırk özellikleriyle ahenk içinde olmamakla beraber bütünüyle kabul edilmiştir. Bu sebeple ilk Osmanlı şairleri ve onların halefleri Türkçe kelimelerle İran şiirinden pek farklı olmayan bir şiir meydana getirmek için bütün gayretleriyle çalışmışlardır. Fakat elbette bu, şuurla gidilen bir hedef değildi. Şiirde millî hisleri yok denecek kadar azdı. Şiir onlar için, ifade ettikleri dilde, ortak kültürün bölünmez bir bütünüydü.
Daha önce İran şiir ruhunun birçok yönden Türk tabiatına yabancı olduğunu söylemiştik; özellikle iki haslet Türk mizacına tamamen zıttır. Türk mizacı sade, İran’ınki ise zariftir. Türk halk türküleri objektiflikte ne kadar aşırı ise İran nazmı da sübjektiflikle o kadar aşırıdır. Türk şiiri zaman zaman zayıf çığlıklar atmaya çalışmışsa da yaklaşık dört yüz yıl İran şiirinin hakimiyeti dolayısıyla kuvveti kesilmiş ve uygulamada sessiz kalmıştır. Ancak on sekizinci yüzyılın başlangıcında milli ruh şiirlerde daha açık ve ısrarlı bir şekilde yankılanmaya başlamıştır. Şairler, sadece Farsça kitaplarda okudukları şeyleri değil, kendi gördükleri ve hissettiklerini terennüm etmekten belli bir zevk almaya başlamışlardır. Mısraları daha şen ve mesut bir hava kaplamaya, hayatın zevklerinden ve hayattan, daha tabi bir sürur oluşmaya başlamıştır. Daha sade, zevkli ve neşeli Türk ruhu menfez bulmuş; doğrusunu söylemek gerekirse Türk şiirinde artık fısıldamaya başlamıştır. Ancak İran şiirinin etkisinden de henüz kurtulabilmiş değildir. İran geleneğinin her türlü izlerini, reformcuların nisyan zindanına süpüreceği vakte kadar da birçok çatlak ve lekeler halinde bozuk bir şekilde varlığını sürdürecektir.www.Gorgon
Fikir ve sanat hayatında ürkek adımlarla önderliğini sürdüren, gerçekte de son derece yararlı ve yardımcı olan İran kültürü umumi olarak Türkler için hâlâ talihsiz bir yüktür. Bütün güzellik ve asaletiyle kuşattığı edebiyatta hâlâ milli ruhu felç eden bir Gorgon17 gücüne sahiptir. İran Şiirinin diğer dillerdeki hakimiyeti de, mesela Tatar, Afgan, Urdu, Osmanlıların ilk dönemlerindeki gibidir. Her halükarda milli ruh sessizdir, konuşan ruh, bütünüyle olmasa da, İran ruhudur. İran Şiirinin diğer dillerdeki hakimiyeti de mesela Tatar, Afgan, Urdu, Osmanlıların ilk dönemlerindeki gibidir. Her halükarda milli ruh sessizdir, konuşan ruh, bütünüyle olmasa da, İran ruhudur.
Osmanlı şiirinin tam teşekkül etmeye başladığı sıralarda yaratıcı İran dehası asla kurtulamayacağı bir kısırlığa maruz kalır. Bütün gayret ve kararlılığıyla 15. asırda İran şiiri ne ise bugün de odur. Ara dönemlerde çeşitli aşamalardan seçmiş, fakat bu sadece kelime seçimi ve ifadede ufak değişiklikler olarak kalmıştır. Asla köklü bir değişiklik ve yeni bir hayat ifadesi olmamıştır. Câmî’nin döneminde şairler ne söylemişlerse, zaman zaman ifade şeklini ve mecazları değiştirerek, fakat asla öze dokunmadan ve yeni temalar ilave etmeden aynı şeyleri söylemeye devam etmişlerdir. Bu suretle Türk şiiri, Türk mizacını yorumlamadan, yeni fikir ülkeleri fethedemeden kısır döngü içerisinde belagat şaheserlerini daha ince ve görkemli bir şekilde yüzyıllarca dokumaya devam etmiştir. İran etkisinde kalan şairlerin kaba Tatar dilinden son derece parlak ve görkemli bir edebi dil geliştirdikleri, estetik zevk alınabilecek bir ahenge ulaştırdıkları doğrudur. Fakat bu güzel dil, o kadar sun’î ve günlük dilden o kadar uzaktır ki, alelade bir insanın okuyup anlaması veya telaffuz etmesi son derece güçtür.
Dolayısıyla Osmanlı şiirinin geniş halk kitlelerine kapalı olduğunu söyleyebiliriz. Özel bir eğitim almadan bu dili anlamak imkanı yoktur. Binaenaleyh şairler ya kendileri için ya da saray çevresi için yazmışlar; geniş halk kitlelerini nazarı dikkate almamışlardır. İran kültürünün zirvede olduğu sıralarda şair olabilmek normal eğitimin ötesinde bir eğitimi gerektiriyordu. Bu sebeple eğitimin derin ve bunu söyleyen belagatin gösterişli olduğu, şiire kıymet verilen dönemde uygulayıcıları da büyük ölçüde ulema, aydın sınıfından kişilerdi.
Böyle bir şiirin kusurlarını -taklit, muğlaklık ve teklik(şahsilik) – sayıp dökmek son derece kolaydır, fakat hünerlerini saymak o kadar basit değildir. Zira bu şiir her şeyden önce bir sanattır. Ve herhangi bir türden bir sanat eserinin hünerini takdir etmek de onu tanımlamaktan daha başka bir şeydir. Eski şairler ilk planda birer üslupçudur (stilist) ve bu şairlerin dilini bilmeyenlere üslup inceliklerini ve güzelliklerini açıklamaya çalışmak boşuna bir gayret olur. Bu şairler için üslup, tavır, konudan önce gelir; söyleyecekleri şeyin ne olduğu onları daha az ilgilendirir önemli olan nasıl söyleyecekleridir. Dolayısıyla bir yığın sınırlı sayıda tema onlara yüzyıllarca kafi gelmiştir. Sürekli artan dil güzelliğiyle sürekli incelen hayal zenginlikleriyle tekrar tekrar aynı temaları sunmuşlar, zevk sahibi ve münevver sınıfın anlayabileceği, parlak zekalarının ve ses armonilerinin teşhir edildiği eserler meydana getirmişlerdir. İran şairlerinin izinde giden Türk şairlerinin hedefi buydu ve bunu fazlasıyla başardılar.
( 16. Karışıklığa meydan vermemek için bu eserde sufi yerine mutasavvıf terimi kullanılacaktır; Türk şairlerince umumiyetle bu mukallitler için “sofu” ifadesi kullanılmaktadır. Gerçek mutasavvıflardan bahsederken bu muğlak sufi (sofu) terimini kullanmaktan kaçınmışlardır. Daha çok uşşak, ehl-i tasavvuf, ehl-i batın, meşayih terimlerini kullanmayı tercih etmişlerdir.)
( 17. Kendisine bakıldığında bakanın taş kesildiği sanılan yılan saçlı üç kadından biri .)