Etiket: tarih

  • Türk Edebiyatı Tarihi-4 cilt

    Edebiyatın bilim mi sanat mı olduğu tartışıladursun, ortaya konan edebi eserlerin incelenmesi ve okura aktarılması sorunu günümüzde daha da önem kazanmıştır. Türk edebiyatı gibi kökleri çok eski çağlara dayanan bir edebi gelişimi belirli ve statik değer yargıları çerçevesinde incelemek elbette mümkün değildir. Bir toplumun tarihini yazmak ile o toplumun edebi tarihini yazmak farklı durumlardır. Bu nedenle tarih yazıcılığı belirli dönemlerde bir meslek halini almışken edebiyat yazıcılığı diye bir durum söz konusu olmamıştır.

    (daha…)
  • Kayıp Aydınlanma

    S. FREDERICK STARR/ KAYIP AYDINLANMA ORTA ASYA’NIN DÜŞÜNCE, KÜLTÜR VESİYASİ TARİHİNE BAMBAŞKA BİR BAKIŞ

    Görsellerle zenginleştirilmiş bu sürükleyici kitap Orta Asya’nın orta çağdaki karanlıktakalmış olan Aydınlanma Çağı’nı tarihi sıralamaya sadık kalarak ama kuru bir anlatımdançıkartarak ortaya koyuyor. Dönemin en büyük zihinlerinin maceralı hayatları, büyüleyicibaşarıları ve modern dünyanın oluşumunu nasıl hazırladıklarını açık bir dille anlatan eser,olup biteni sebep-sonuç dairesi içinde okura sunarak zihinlerdeki sorulara cevap veriyor.Kitaba konu olan neredeyse tüm isimlerin Arapça yazmış olmasından ötürü Arapoldukları yönündeki yanılgıyı bertaraf eden kitap bugün Kazakistan’dan Afganistan’a veSincan’a kadar uzanan Orta Asya’da Türki ve İranî halkların nasıl büyük medeniyetler inşaettiklerini gözler önüne seriyor.

    (daha…)
  • 113 Yıl Önce Aydın

    113 Yıl Önce Aydın

    Yazan: Özcan ATAR

    Bugün Aydın sokaklarında dolaşırken aklıma bundan 100  yıl önceki hali geldi. Zeki Mesud ALSAN çocukluğunda Aydın sokaklarında gördüğü bir olayı şöyle anlatıyor:

    “…Bu sırada mahallede bir kaynaşma sezildi. Çocuklar yola doğru koşuştular. Kadınlar ileriye baktılar. Mustafa da anasının yanın­dan ayrılarak çocuklara yetişti. Ve kalabalık arasında garip kıyafetli, ve şim­diye kadar hiç görmediği iki insan şekliyle karşılaştı. Bunlardan biri oldukça yaşlı ve kısa boylu idi. Diğeri uzun boylu ve gençti. Koyu lâcivert renginde ve  kat kat denecek surette geniş kıvrımlı uzun fistanlar giymiş olan bu kadınların  başlarındaki alâmet daha çok seyre değerdi. Nasıl yapıldığına insanın aklının eremeyeceği kar gibi beyaz bir şeyler bunların başını iyice sarmış, onları biraz da heybetlendirmişti. Onları ilk görenler gece görseler mutlaka korkarlardı. Bir şeyler… gerçekten bu iki kadın kafasını, saçlarından -eğer varsa-bir telini bile göstermeyecek surette kapatan bu külahlar, tek bir parçadan ibaret değildi.,. Kanatlı, yelpazeli, girintili, çıkıntılı bir çok şekillerin birleşmesinden meydana gelmiş karışık bir nesne idi. Bellerinde  kemer gibi bir kuşak vasrdı. Yanlarında koca taneli ve birkaç devirli tesbihler asılı idi. Tesbihin fistanların eteklerine yakın uçlarında madeni birer haç sarkıyordu. Kollarında koyu renkli, küçük kamış çantalar vardı.Kadınlardan ve çoluk çocuktan mürekkep bir kalabalık onların etrafını, sardı… Onlar gülümsüyorlar, ve işaretlerle meramlarını anlatmağa çalışıyorlardı. Mustafa Hüseyin’in anasına sordu:

    – Teyze kimdir bunlar? Fatma kadın cevap verdi:

    – Onlar yedi kızlardandır. Hiç görmedin mi? Hasta çocuklara ilâç dağıt­mak için, ara sıra mahalleleri dolaşırlar.

    – Yedi kızlar kimlerdir? Neden ilâç dağıtıyorlar. Bu eteklerindeki istav­roz ne oluyor?

    – A çocuğum, onlar gâvurdur. Senin anlayacağın onlar kadın papazlar­dır. Tâ şu Rum mahallesinde bir manastırda otururlar.

    Mustafa, her adım atışlarında haç ile tesbih tanelerinin birbirine vurma­sından husule gelen bir çangıltı ile ilerleyen bu kadınlara hayretle bakmak­tan kendini alamayarak Fatma teyzenin son izahatını o anda kâfi gördü. Za­ten teyze de o sırada yedi kızlara işaret ederek onları evine doğru götürdü. Maksadı anlaşılmıştı, Hasta çocuğunu bu kadın papazlara gösterecekti. Ha­cıdan, hocadan medet görememiş, şimdi yedi kızlardan çare umuyordu. Genci kapıda kalarak ihtiyarı içeri girdi. Sundurmada bir şilte üstünde takat­siz yatan Hüseyin’in başını, bileğini yokladı. Diline baktı. Ve çantasını aça­rak bir kutu içinden birkaç hap çıkardı. Parmaklan ile sayı işaretleri yaptı-Ve onları Hüseyin’in anasına verdi. Dışarıda bekleyen genç yedi kız da, o sı­rada başka bir çocuğun nemli ve çipilli gözlerine bir merhem sürüyordu. Bu suretle davetli davetsiz, birkaç ev, birkaç çocuk daha muayene edildi. Haç & di. Kimse istavroza aldırış etmiyor ve dilleri anlaşılmayan bu garip kıyafetli yabancılardan çekinmiyordu. Artık gün batmak üzere idi ki, yedi kızlar, manastırlarının yolunu tuttular ve mahalledeki kadınlar…”

    Aydında Yahudileri şöyle anlatıyor Alsan:

    “Aydının Yahudi mahallesinde Yahudiliğin her tipine rastlanırdı, Hat bo­yunda Avrupa biçimi giyinen, güzel ve alafranga döşenmiş evlere sahip, olan, Fransızca konuşan, zengin denilebilecek haylî Yahudi ailesi vardı. Bunlar sarraflıktan, faizcilikten, ticaretten, komisyonculuktan para kazanır­lardı, Yeni yetişen oğullan, kızları Aydın Yahudiliğinin dar muhitinden dı­şarı taşarak onunla, dünyanın dört bir köşesi arasında münasebet tesis eder­lerdi… Bu suretle Aydın’da kazanılan paraların bir kısmı, dünyanın başka köşelerindeki Yahudi teşebbüsleri için de sermaye teşkil ederdi.

    Cumartesi günleri Yahudi mahallesi büsbütün başka bir manzara alırdı, Dükkânlar kapalı kalırdı. Zengin, fakir bütün Yahudiler o gün yeni elbisele-rırû giyerler. Ve akşam piyasasına intizaren kapıları önünde daha sakin ve rahat otururlardı. Vakit geçirmek için, kabak ve karpuz çekirdeği yerler, ve çenelerinin âyannı bu suretle muhafaza etmeğe çalışırlardı. Akşama doğru gençler kolkola piyasaya çıkarlar ve yaşlılar da evlerinin önünde birbirine daha sokularak hep bir ağızdan konuşmağa başlarlardı. Piyasa yerinin hu­dudu Yahudi mahallesinin hududunu pek geçmezdi. Çünkü daha ileri git­mek Yahudi dünyasından dışarı çıkmak demekti ki, buna ancak pişkin Yahudiler cesaret edebilirdi.”

               Rum mahalleleri hakkında şunları söylüyor :

    …“demiryolu garptan şarka Aydın’ı ikiye ayırdığı gibi, Aydın çayı da onu şimalden cenuba ikiye bölüyordu. Bu çay birçok Anadolu çayları gibi karar­sız, kaprisli ve faydalı olduğu kadar da zararlı bir çaydı. Yazın, küçülür, kü­çülür ve bazan da tamamen kururdu. Fakat kışın ve ilkbaharda azar, âdeta bir nehir manzarası alırdı. Üzerinde köprüler vardı. Ovaya doğru akar öte­de beride, arzusuna göre durur, gölcükler teşkil eder ve nihayet Menderes’e

    kavuşurdu.

    İşte Rum mahallesi bu çayın şark tarafında ve ovaya bakan tatlı bir mevki üzerinde idi.

    Üç arkadaş, çarşıdan sonra karanlık köprü denilen ve etrafı kapalı oldu­ğu için, köprü olduğu üzerinden geçilirken anlaşılmayan bir köprüden Rum mahallesine girdiler, Mustafa için, bu giriş, ilk girişti. Bu sebepten Mustafa etrafına merakla bakıyor ve yeni bir âleme dalmış insan vaziyetinde herşeyi görmeye, herşeyi anlamaya çalışıyordu.

    Eski Aydm’ın Rum mahallesi, hiç şüphesiz bütün Aydın’ın en mamur, ve en şenlikli bir yeri idi. Umumi vaziyetinden belli idi ki, burada oturanlar, hem zengin, hem bilgili, hem uyanık insanlardı. Oradaki kahveler, Türk kahvelerine benzemiyordu. Salon geniş, duvarları aynalar ile süslenmiş, ma­salar, sandalyeler cilâlı, büfe de çok zengindi. Tabiî bunlarda içki de vardı. Zaten Mustafa bunlara gazino denildiğini de işitmişti. Bu gazinolar fena bir şeymiydi ki, Türklerde böyleleri yoktu? Olsa olsa Türklerinkinde içki bulundurulmazdı. Fakat Mustafa’nın şimdi önünden geçtiği bu gazinolarda içen­lerin hepsinin Hristiyan olmadığı da görülüyordu. Dizlikli ve çepkenli şu genç adamlar efeler değil mi idi? Bunların bazılarında çalgı da vardı. Fakat söz ve ahenk Türkçe değildi….”

    Efeler ile ilgili aşağıda şu ilginç olayı belki de ilk defa okuyacaksınız:

    “…Mustafa, Aydın’da böyle bir tavassuta ve bunun neticesinde, ince Hüse­yin çetesinin dağdan inmesine şahid olmuştu…Hükümet kuvvetleri ile ince Hüseyin çetesi arasında hayli çarpışmalar olduktan sonra, çetenin reisi nasıl olsa bir gün galebenin hükümet tarafına kalacağını düşünerek affedilmek suretiyle bu işten sıyrılmayı muvafık görmüştü. Arkadaşları da onun fikrine iştirak ettiler. Bunun üzerine çete, hem tol*, hem de hükümet nezdinde sözü sayılan ve her tarafça sevilen Sadık Bey’e uzlaştırma rolünü oynaması için haber gönderdi. Sadık Bey de Kâmil Paşayla haberleşti. Mesele prensib itibariyle kararlaştıktan sonra mütareke şartları tesbit edildi. Çete, nereye kadar silâhlaı ile inecek, nerede silâhlarını bırakacak ne suretle kasabaya girecek, nerede kalacak ne vakit ve nasıl da­ğılacak, bütün bunlar iki tarafın mümessilleri arasında kararlaştırıldı…

    Bir gün Sami Bey, Mustafa’ya “yarın akşam İnce Hüseyin çetesini alma­ğa gideceğiz.” deyince, Mustafa birdenbire bunun mânâsını anlayamadı. Mustafa İnce Hüseyin çetesinin hikâyelerini işitmişti. Fakat onun affedilme­sinden ve bunun etrafındaki müzakerelerden tabiî haberdar değildi. Sami Bey biraz daha izahat verdi:

    – İnce Hüseyin affolundu. Bey babama dehalet ettikleri için, kendilerini buraya getirecek trende benim bulunmamı şart koşmuşlar. Ancak bu suret­le kendilerini emniyet altında görebileceklermiş.  Sen de gelirsin, olmaz mı?

    Mustafa memnuniyetle razı oldu. Hem bir seyahat. Hem efeleri görmek, Bu kaçırılacak bir fırsat değildi.

    Ertesi günü, ikindi vakti, Sami Bey lalası, Sadık Be/in kâtibi Kıbrıslı Ah-med Efendi ve Mustafa, küçük bir lokomotifle bir yolcu vagonundan mürek­kep hususî bir katarla Aydın istasyonundan Umurlu istasyonuna doğru ha­reket ettiler. Aydın’dan Denizli istikametinde ikinci istasyon olan Umurluya az bir zaman sonra varıldı.

    İnce Hüseyin efe ve arkadaşları, trenin muvasalatını tertibat aldıkları yerden bekliyorlarmış ki, daha istasyona yaklaşmadan muhtelif noktalardan silâhlan ile bir iki, meydana çıkan efeler işaretler yaptılar ve treni istasyon­dan evvel durdurdular…

    Ahmed Efendi, bu tertibatı bildiği için, Mustafa’nın hayret ve endişesine • iştirak etmeyerek vagondan indi. Ve bir efenin delâleti ile, înce Hüseyin’i^ bulunduğu yere doğru ilerlemeye başladı. Üç efe de silâhları tetikte küçük katan sarmışlardı. Sami Bey, Hacı Ali paşa zade Sadık Bey oğlu Sami Bey şimdi onların elinde idi. İsteseler dağa kaldırırlar ve belki de beş bin altın “fidye-i necat” alabilirlerdi. Fakat efe ölür, sözünden dönmezdi. Şimdi Saıfl Bey, onlan yeniden cemiyet hayatına kavuşturmak için gelmişti. Müzakere bitmiş, sulh yapılmıştı, Kancıkça hareket efelerin şanından değildi…

                İşte İnce Hüseyin ile öteki arkadaşları da geliyorlardı. Bunlann hepsi ye­di kişiydi. Hepsi de henüz otuzuna gelmemiş, genç yakışıklı, efelerdi. Üzer­lerindeki zeybek esvabları kadar, işlemelisine, yakışıklısına pek az olarak rastlanırdı… ipek kefiyeler… ipek gömlekler.,. Silâhlıklarında işlemeli kama­lar. Bütün bunlara bakınca insan, bu efelerin güvey girecek bir zeybek titiz­liği ile giyinmiş olduklarına hükmederdi…

    Hele ince Hüseyin. O ne endamdı? Eğer Fidyas ona rastlamış olsaydı, muhakkak dünyada onun heykeli ile erkek güzelliğinin ideal tipini vermiş olurdu…

    İnce Hüseyin hareket tertibatını aldı. Kendisi ile Sami Beyin, daha bir efe­nin lokomotifle, diğer efelerin de vagonda seyahat etmeleri kararlaştırıldı. İnce Hüseyin, pratik zekâsiyle, bu yolda hareket etmeyi emniyeti bakımın­dan daha muvafık görmüştü…

    Bu tertip altında Aydın’a dönüldü. Grup yaklaşmıştı. Tren zamanı olma­yan bu saatte istasyonda kimse bulunmazdı. Rehine vazifesini gören Sami Bey efelerin ortasında olduğu halde konağın yolu tutuldu. Tenha sokaklar­dan geçilerek akşam ezaniyle beraber Sadık Beyin selâmlığına varıldı.

    Artık efeler Sadık Beyin misafiri idiler. Hükümet tarafından bir tuzak kurulabilmesi endişesi de zail olmuştu.

    Efeler, üç gün Sadık Beyin selâmlığında kaldılar, Martinleri ile selâmlığa giren efeler, ertesi sabah martinsiz Aydın çarşısında dolaştılar. Alış, veriş yaptılar… Hâdise Aydın’da şayi olmuştu. Herkes efelere bakıyor, arkalarından maşallah diyordu. Galiba silâhlar, hükümete teslim edildi. Ve efelerde üç gün selâmlıkta yiyip, içtikten, Aydın’da gezdikten sonra dağıldılar. Bu olayla artık kahramanlık devrine son vererek her biri günlük hayatın mihnet ve meşakkatine tekrar dönmüş oluyordu….”

    İşte Aydından yüz yıl önce böylesine güzel ilginç heyecanlı yaşanılası bir yerdi.

  • Sincan Kırgız Edebiyatı

    Sincan Kırgız Edebiyatı

    Yazan:  Özcan  ATAR

    Kıtaları ve diyarları aşan göçmen Türk halkları, dillerini de kendileri gibi kıvrak bir yapıya sokmuşlardır. Tarihin akışı içerisinde farklı zamanlarda farklı şekillerde ve farklı alfabelerle, konuşma ve yazma ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Her halde yerleşik halkların kurdukları medeniyetler farklı hususiyetleriyle kendine has zenginliklerini ortaya koyarken göçebe kültürüyle yoğrulmuş halklar da farklı iklimlerin süslerini yansıtmışlardır.
    Yıl 1884. Çin egemenliğine giren Sincan Kırgızlarıyla, Rus egemenliği altına giren Kırgızlar birbirlerinden ayrılıyordu. Artık Sincan Kırgızları dünyası gerçeği vardı ortada. Tarihleriyle gündelik yaşamlarıyla, edebiyatlarıyla başlı başına bir dünya.

    İletişim teknolojisinin gelişmesiyle dünya iyice küçülüyor. “Globalleşme” kavramı artık gündelik konuşmalarımızın içerisinde aktif bir kullanılışa sahip ancak Çin içerisindeki Türk halklarının durumumu söz konusu olduğunda – doğal olarak Sincan Kırgızları hakkında da – sağlıklı bilgilere ulaşmak güç. Ahmet EGEMBERDİ Türk Dünyası dergisinde [1]Doğu Türkistan’ın durumu hakkında pek de iç açıcı bilgiler vermez. EGEMBERDİ bölgedeki nüfus ve sağlık sorunlarının dünya kamuoyundan saklandığını ortaya koyar.

    Doğu Türkistan’ın nüfusu farklı kaynaklarda farklı oranlarla açıklanır.[2] Bir kaynağa göre 40 milyon başka bir kaynağa göre 30 milyon. Başka bir kaynakta Kırgız nüfusu yüz yirmi bindir. 1980 yılı Çin istatistiki bilgilerine göre ise yüz dokuz bindir.[3]

    Kırgızların dört bin kadarı Aksu bölgesinin Köönö şehrinde, 3500 kadarı Aksu bölgesi Uçturgan şehrinde, diğerleri Kaşgar, Hotan şehirlerinde, Mongul Kürö şehrinde, Ule Kazak bölgesinin Tekes yerleşim bölgesinde, Kargalık ve Canısar gibi bölgelerde yaşamaktadır.[4]

    Büyük kütleler halinde dünyanın değişik bölgelerine akan Türkler, içine girdikleri her kültürden etkilenerek bir kültür mozaiği oluşturmuşlardır.Tabi kendilerini korumak ve kendilerinden de bir şeyler vermek kaydiyle. Yedinci-sekizinci yüzyıllarda düşüncelerini nakış nakış taşlara oyanlar, maharetli ellerini sadece kılıç sallamak için kullanmadıklarını tüm dünyaya ispat etmişler ve Türk Medeniyetinin damgasını vurmuşlardır. Hep hareket! Hep hareket! Durmamışlar. Bilmediklerini öğrenmişler, bildiklerini öğretmişler, öğrendiklerine inanmışlar, inandıklarını uygulamışlar.

    Kırgızlar da Türk halklarının içerisinde en hareketlilerinden oldu tarih boyunca. Hemen hemen bütün tarihçilerin ortak kanaatince Kırgızlar, ismi çok eski zamanlarda bilinen ve hâlâ ismini hiç bozulmadan koruyan ender halklardandır. Göçebe kültürünün yıldızı olan Kırgızların sözlü geleneğe sahip olmaları yazıyı çok geç tanımaları tarihlerinin de bazı noktalarda karanlık veya tartışmalı kalmasına sebep olmuştur. Kırgızlara ait köken bilgileri bölgedeki diğer gruplar tarafından kayda geçirilmiş verilerden ibarettir.

    Kırgızlarla ilgili ilk kaynaklar 8. yüzyıla ait epigrafi yazılardır. Çin kaynaklarında Kırgızlara Kok’un ya da Chien-k’un denilirdi. 8. yüzyıla ait eski Türk yazıtlarında Kırgız ismi kullanılmıştır. Eski Bizans kaynaklarında (6. yüzyıl) ve eski Tibet metinlerinde Kırgızların ismi geçmektedir.[5]

    Çin kaynaklarında adı geçen Kırgızlar yüzyıllar önce nerede yaşıyorlardı sorusuna cevap verebilmek oldukça güç çünkü farklı tarihçiler farklı tezler sunmaktadırlar. V. Barthold, S.V. Kiselev gibi tarihçiler Kırgızların yaşadıkları yerlerin Batı Moğolistan, L.A. Evtyuhova Kuzey Sibirya, Yudakov, Borovkov ve T.K.Çoroev ise Doğu Türkistan olduğunu savunmuşlardır. Prof.Faruk SÜMER Kırgızların önce Sibiryada bulunduklarını Kalmukların baskısıyla XV. Asırda Orta Asyaya göç ettiklerini yazmıştır.[6]

    Dr. Gregory R.Kolduys[7] “bazı tarihçiler X. yüzyıldaki Karahan işgalinin Yenisey Kırgızları’nın Tien-Şan’a göçlerinin bir sebebi olduğunu inanmaktadırlar. İlk göçlere ait bu kuramlar çürütülmüştür; çünkü XVI. Yüzyılda Kırgızlara hâlâ putperest olarak bakılıyordu eğer X.yüzyılda göçmüş olsalardı, İslam’a çok önceden geçmiş olurlardı.

    Yenisey Kırgızları, Çıngız Han’ın ilk hedefiydi ve sonuç olarak da 1206-9 yılları arasında fethedildiler. Moğol akınları Kırgızları önce güneye Manöurya’ya daha sonra batıya ve son olarak da şu an yaşadıkları Tienşan ve Pamir bölgesine sürmüştür” fikrini öne sürer.

    Ahmet Taşağıl[8] ise “Kırgızalrın esas yurdu Tanrı ve Pamir dağları arası değildi esas yurtları Kögmen dağlarının kuzeyi Yenisey nehrinin kollarından Kem havzası idi.” der.

     Kırgızların böylesine hareketleri onların ta Yenisey’den Fergana bölgesine kadar yayılmalarına, bu yerleri yaşama yeri haline getirmelerine sebep olmuştur. Dolayısıyla D.Türkistan bölgesi Kırgızların çok eski zamanlardan bu yana yerleşim bölgeleriydi. 17. ve 18. yüzyıllarda Kırgızlar hem D.Türkistan taraflarında hem de Fergana bölgesinde yaşıyorlardı.

    Önce Göktürk egemenliğinde yaşayan Kırgızlar, Mo-Yen-cur zamanında Uygur Hanlığına bağlandılar(758). Kırgızlar 840 yılında Uygurları yerlerinden ettiler ve kısa süreli de olsa Ötüken’de kendi devletlerini kurdular. 920 de Moğolistan’ı ele geçiren Çin Lao sülalesinden K’tanlar tarafından Ötüken’den sürüldüler. Daha sonra Cengiz Han Moğolistan’a tamamen hakim oldu.

    1758 yılına gelindiğinde Çin İmparatorluğu Cungar Hanlığını işgal etti ve D.Türkistan’a girdi. Çinliler bu topraklara Yeni “Yer anlamında” Şin-Can dediler. Böylece D.Kırgızlarının, Uygurların ve diğer Türk halklarının makus talihleri farklı maceralara sürüklendi. Onlar için yeni bir tarih sayfası açıldı. Açılan bu sayfada eşsiz bağımsızlık mücadeleleri sergilendi. Aksu Kırgızlarından Zaman Kulubek ve Akımbek 18. yüzyılın ikinci yarısın Çinlilere karşı Uygurlara karşı aktif rol üstlendiler.[9]

    19. yüzyıla gelindiğinde D.Türkistan Türk halklarının bağımsızlık mücadeleleri daha da şiddetlendi. 1814-16 yıllarında, 1818-64 yıllarında bitmez tükenmez mücadelelere sahne oldu D.Türkistan. “Hocalar” devrinden sonra 1865-67 yıllarında Yakup Bey’in Kaşgar, Yarkent, Yankı-Hisar, Hoten ve diğer şehirleri ele geçirdiği görülür. Yakup Bey’in Çim İmparatorluğuna karşı akıllı İngilizleri kullanma politikası gerçekten çok başarılı olur. Osmanlı’ya sığınmakla Çin ve Rus baskısından kurtulmaya çalışması tam da Osmanlının en kötü olduğu bir zaman denk geldiğinden sonuçlanamadı.

    Kırgızlar bu dönemlerde savaşçı ve cesur özelliklerini çok iyi kullandılar. Yakup Bey’in süvarilerini Kırgızlar oluşturuyordu.

    Bir taraftan Çinliler’in diğer taraftan Rusların emperyalist ilerleyişleri diğer Türk Halklarını olduğu kadar Kırgızları da adeta boğdu ezdi. Rusya ve Çin gibi iki hakim gücün 10 yıllık periyotlar içerisinde yaptıkları sınır antlaşmaları sonucunda tamamıyla Çin egemenliğine giren Kırgızlar Çin Kırgızları veya Sincan Kırgızları olarak isimlendirildiler.

    Bugünkü Kırgızistan’ın Çarlık Rusyanın hakimiyetine girmesinden sonra elbette onlara karşı Kırgızların direnişleri tarih yapraklarında tam olarak aydınlatılamamışsa da 1916 yılındaki hareketin büyüklüğü ve şiddeti itibariyle gözden kaçmamaktadır. Çinliler güvenirliği zor istatistiklerine göre 1916 da 332 bin Kırgız D.Türkistan’a girmiş daha sonra bunların 290 bine yakını geri dönmüştür. Bu kadar büyük bir kütlenin kaçışı Çar Rusyası’ndaki baskının hangi derecede olduğunu bize göstermektedir. Kırgızların Sincan, Üç Turpan, aksu, Kuca, bögür, Tekeste ve Kaşgar’a yerleşmeleriyle bu bölgelerdeki Kırgız nüfusunun bir anda kabarmasına sebep oldu.

    1944 yılında “Doğu Türkistan Cumhuriyeti” kuruldu. 14 Haziranda 1954’te de “Kızıl- Suu Otonom Bölgesi ” kuruldu.

    Kısaca tarihini vermeye çalıştığım “Sincan Otonom Bölgesi” nin tarihi hem Türk Halkları için hem de Kırgızlar için büyük önem taşımaktadır. Görüldüğü gibi bölge yüzyıllar boyunca farklı medeniyetlerin beşiği olmuştur. Elbette böylesine büyük medeniyetlerin kurulduğu bir bölgenin kendine has sanatı, tarihi, kültür birikimi, dili, edebiyatı olacaktır. Uygur medeniyetinin ÇİN MEDENİYETinin de tesisiriyle hangi düzeylere geldiği bilinmektedir. Uygur yazı dilinin, Uygur edebiyatının Türk Medeniyeti içerisindeki rolü olduşça fazladır. Bugün Batı kütüphanelerine kaçırılan pek çok yazma eser Uygur Medeniyetinin dolayısıyla Türk Medeniyetinin ne denli bir mirası bıraktıklarını gösteren belgelerdir. Hem Türk hem Dünya medeniyetine bırakılan bu değerler hususunda ne derece bir duyarlılık taşıyoruz bilinmez.

    İşte böyle bir ortamda çıkan ve gelişimini sürdüren “Şincan Kırgız Edebiyatı” ayrıca bir değere sahip. Türklük aleminin yegane incilerinden olan “Manas Destanı”nın yaratıcısı olan Kırgızlar, D.Türkistan’da da faal bir şekilde edebiyatlarını tüm dünyaya yayma çabasındalar. Kendilerine Çıngız AYTMATOV’u üstad olarak gören Şincan Kırgızları yer altındaki çıkmak isteyen bir tohum gibi kımıldıyorlar.

    Günümüz “Şincan Kırgız Edebiyatı” özellikle 1911 yılından sonra yeşermeye başladı. Hızını alt yapısını Türk halklarının edebiyatlaından alan edebiyatlarını Navican TURSUN’un[10] sınıflandırmasına göre siyasi ve sosyal olaylara bağlı olarak iki devreye ayırmak mümkün:

     A-1919-49 Yılları arası.

    B-1949’dan günümüze kadar.

    1949 yılından sonraki dönem de 3 devreye ayrılır:

    1- 1949-66 “Medeniyet Devrimine” kadar olan devir.

    2- 1966-77 “Medeniyet Devrimi” dönemi.

    3-1977’den bugüne kadarki dönem.

    1911 ile 1949 yılları arasında “Kırgız Sincan Edebiyatı”, Kırgız sözlü edebiyatından, Sovyet edebiyatı ve Uygur edebiyatından beslenmiştir. Bu devir Şincan Kırgız Edebiyatının oluşum dönemidir. Doğu Türkistan bu tarihlerde Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurmaya başladı. Rusların tesiriyle yeni okullar açılmaya başladı, Sovyetlere öğrenciler gönderilmeye başlandı. Böylece yeni bir dünya görüşü kazanan Şincan Kırgızları bugünkü edebiyatlarını şekillendirdiler. Bu dönemde edebiyata yön veren edebiyatçılar Isıkbek Mamunov, Abdıkadır Toktonov, Amantur Bayzakov, Cusup Mamay gibi isimlerdir.

    1944-49 yıllarında yeni bir canlanma görülür. Genç edebiyatçılar kendilerini göstermeye başlarlar. Amantur Bayzakov, Abdıraşit Cakıp, Cumakun Mambet, Tursun Mirza, Asanbay Matili, Mambet Sabir, Mambet Asan Ergi, Momun Turdu,Irısbek Abıkan gibi isimler Şincan Kırgızlarının içinden çıkan yetenekli edebiyatçılardır. 1950-60’lı yıllarda Kırgız edebiyatçılar çoğunlukla şiire yöneldiler. AMANTUR Bayzakov’un “Matan” ” İzdeymin” “Ömür” şiirleriyle tanındı ve Amantur Bayzakov şairlerin üstadı oldu.

    Tanınmış diğer şair ve yazar da Tursun Mırzadır. Tursun Mırza ilk eserlerinin Uygur dilinde vermiştir. ” Tarım” dergisinde şiirleri yayınlanan Tursun Mırza bu şiirlerinde milliyetçi fikirlerini yansıtır. “Ata curtum”, “Ay Monçok”, “Kagılayın kolunan” isimli şiirleri bilinen ve sevilen şiirlerdir.

    Gerçekten elli ve altmışlı yıllarda cilt cilt şiir kitapları ortaya konulur. 1956’da “Algı Irlar” 1961. yılında “Kerme Too” isimli ciltlerde Şincan Kırgız edebiyatçılarının şiirleri toplanır.

    Düz yazı da şiirlerden farklı değildir bu yıllarda. 50’li yıllarda Çin baskısının Doğu Türkistan’daki bütün Türk halklarına uygulandığı görünür.Yine de Doğu Türkistan’da ve Şincan Kırgızlarında bu dönem edebiyat açısından oldukça verimli bir dönemdir. Gerek Tursun Mırza, gerek Amantur Bayzakov gerekse Kalık Makeş bu yıllarda hikayeleriyle tanınan isimlerdir. 1980’lere gelindiğinde batı edebiyatından da yararlanarak ortaya konulan eserler sadece Kırgız edebiyatında değil Uygur edebiyatında da kendini göstermiştir.

    Çin’in 1980’li yıllarda daha özgür bir yaratım sergilemesi Doğu Türkistan Türk halkları için edebiyatlarını yayınlamalarında iyi bir fırsat oldu. Şincan Kırgızları “Şincan Kırgız Edebiyatı” dergisini çıkarmaya başladılar.

    Toktoniyaz Abdılda’nın roman türünde çok başarılı eserlere imza attığı görülür. “Gülkayır”, “Tiyan Şan biyliğinde akılduu bala” eserlerinden bazılarıdır. Şincan Kırgız Edebiyatının en önemli romanı “Tagdır Colu” ismiyle yayınlanan Momun Turdu’nun romanıdır. (1990)

    Turgunbay Kılıçbek de Şincan Kırgız Edebiyatının en parlak simalarından birisidir. 1982.yılında “Zalkar Toolordo” isimli kitapta çıkan hikayelerinin Kırgızca Uygurca ve Kazakça olarak yazmıştır. “Çolpon” isimli hikayesi Kırgızca olarak yayınlanmıştır. Aynı eserler Çince, Moğolca ve Japoncaya da çevrilmiş ve Kırgız Edebiyatı bu ülkelerin edebiyatçıları tarafından tanınmıştır. Gerçekten Şincan Kırgız edebiyatı Çinceyi de kullanarak eserlerinin daha geniş ve daha farklı kültür alanlarında da tanınmasına sebep olmuştur. Bu yönleriyle bile Türk medeniyetinin dünyaya yayılmasında önemli bir görevi yerine getirmektedirler.

    Tügölbay Sıdıkbekov, Aalı Tokonbaev, Çıngız Aytmatov, Kasımalızlı Bayalinov, Şükürbek Beyşenaliev gibi Kırgızların büyük üstadları Kırgız ve Uygur edebiyatlarının önünde meşale olmuşlardır. Çıngız Aytmatov özellikle genç Şincan Kırgız edebiyatçılarının neredeyse vaz geçilmez şairleri olmuştur. Uygur edebiyatının Şican Kırgız edebiyatına tesiri oldukça fazladır. Uygur medeniyetinin muhteşemliği Kırgız edebiyatına da yansımış ve Zunun Kadır, Abdurahim Ötkür, Alkam Aktam, Talipcan Aliev, Nihim Şahit, Ahat Turdu, Abdukarim Kcaev gibi büyük Uygur edebiyatçıları Kırgız edebiyatçılarının da üstatları olmuşlardır.

    D.Türkistan Kırgızları edebî neşriyatları ile göz doldurmaktadırlar.Şincan Aydın Yayınevi I. ve II. sınıflar için kitap yayınları yapmakta, Şincan Halk Yayınevi Manas Destanı ciltleri ile Çince-Kırgızca sözlük çıkarmıştır. Kızıl Suu yayınevi Çıngız Aytmatov’un “Kılım Karıtar Bir gün [Gün Olur Asra Bedel] ” romanını, Kızıl-Suu gazetesi de yayınlarıyla Kırgız medeniyetini zenginleştirmekte ve Kırgız medeniyetinin dünyada tanınmasında bir görevi yerine getirmektedirler. Şiirler, hikaye ve makaleler “Sincan Kırgız Edebiyatı”, “Tenir-Too” “Tarım” “ Kaşgar Adabiyatı”, “Şincan Geziti” gibi edebiyat ve gazetelerde yayınlamaktadır.

    Şincan Kırgız Adabiyatı dergisi Cun-too yazarlar birliğinin bir organıdır. Dergi 1984 yılının Teke() ayında çıkmaya başladı.

    Dergi yukarıda anlatmaya çalıştığımız pek yazara içerisinde yer vermiş. Tursun Mırza, Useyın Acı, Turgunbay Kılıçbek vs.

    Sadece hikaye ve şiir değil Folklor, Etnografya, ilmi ve edebi makaleler de yayınlanmaktadır. Akraba Türk halklarının edebiyatı, Hanzu edebiyatı, Dünya edebiyatından şiir, drama, çeviri yapan genç kalemler, edebiyat eleştirileri vs. yüzden fazla yazarın katılımıyla ele alınmaktadır. Kırgız Milli kültürünün korunması için çaba gösteren dergi Kırgızistan’da ve diğer Türk Cumhuriyetlerinde yaşayan okurlarının da şiir, makale ve hikayelerini değerlendirmekte sayfalarında yer vermektedir.

    Derginin redaksiyonu Irısbek Abıkan, Turganbay Kılıçbek, Süleyman Ömür, Cacınbay Asanalı, Tursun Cumalı, Toklun Turdu tarafından yapılmaktadır. “Şincan Kırgız Adabiyatı” dergisi D.Türkistan’da okunduğu gibi diğer Türk Cumhuriyetlerinde de okuyucu bulmaktadır.

    Şincan Kırgız edebiyatında önemli bir yere sahip olan bu derginin hâlâ Arap harfleriyle çıkıyor olması derginin daha fazla okunmasına engel olmakta ve Sincan Kırgızlarının edebiyat sahasındaki faaliyetlerinin neler olduğu bilinmemektedir. Acaba Şincan’da Kırgızlar neler düşünüyorlar? Onların ne gibi problemleri var? Destanlarında, şiirlerinde, makalelerinde ve hikayelerinde neler anlatmak istiyorlar?

    Asya bozkırlarından Venedik kanallarına kadar uzanan çizgide elbette sert rüzgarların kollarında, coşkun denizlerin dalgalarında mücadelelerini sürdüren Türkler, dillerini, adetlerini korumakla beraber güçlü kültürlerin tesiriyle değişimin helezonik kıvrımlarında da sürüklenmişlerdir. Keskin ve köşeli yazılarını terk edip kavisli yazıları tercih etmişler. At nallarından çıkan sese benzeyen kelimelerinin yanına deve yürüyüşünün ahengine benzetilen sesler de eklenmiştir. Maharetli eller kıvrım kıvrım yazılar yazmaya başlamışlardır.

    Türkler tarih boyunca 5 büyük alfabe kullanmışlardır. VII. Asırdan bu yana takip edebildiğimiz Orhun Alfabesi ortak bir alfabe idi. Bilge Kağan, Kül Tigin ve Tonyukuk anıtları bu harflerle yazılmış ve 300 yüz yıl gibi bir zaman diliminde kullanılmıştır.

    8. 15. yüzyıllar arasında kullanılan ikinci Türk alfabesi Uygur afabesidir. D.Türkistan’da kullanılan bu alfabe daha çok Uygurlar arasında yayılmıştır. Dünyadaki kütüphanelerde bu alfabeyle yazılmış pek çok metin vardır.[11]

    Türklerin kullandığı büyük alfabelerden birisi de Arap harfleriyle yazılmış alfabedir.

    Ta 10. asırdan başlayarak tam 10 asır bu alfabe kullanılmıştır. Bu gün Uygur alfabesi Arap harfleriyle yazılmaktadır. D.Türkistan Kırgızları, Moğollar zamanında Çağatay yazı dilini ve Çağatay alfabesini kullanıyorlardı. Çağatay harfleriyle Kubat Bey, Çin hükümdarlarına mektuplar gönderiyordu.[12]

    Kırgızistan’da 1920 yılında gene Arap harfleriyle İşenaalı Arabaev’in , “Kırgız Alippesi” adıyla oluşturduğu Kırgız alfabesi kullanılmaya başlandığında D.Türkistan Kırgızları da aynı alfabeyi aynen kullanmaya başladılar. Açılan yeni okullarda bu alfabeyle eğitim öğretim verdiler.

    1954 yılında D.Türkistan Kırgızlarının tanınmış dil bilimcilerinden Abdıkadır Toktor Uulu, Kullanılmakta olan alfabeye, D.Türkistan Kırgızlarının ihtiyacı fonetik özellikleri de karşılayan yeni harfler ekleyerek, 30 harfli yeni bir alfabe meydana getirdi. Bu gün Arap harfli alfabe, D. Kırgızistan Kırgızlarının ulusal alfabesidir.

    Yukarıda da anlatıldığı gibi içerisinde pek çok hikayenin,makalenin, şiirin ve eleştirinin yer aldığı bu derginin Arap harfleriyle yazılması yanında pek çok zorluğu da beraberinde getirmektedir. Öncelikle Kırgızistan’da yaşayan bir Kırgız’ın bu derginin içerisindeki pek çok konuyu okuması zor hem de imkansız olabilmektedir. İşte bu zorluk göz önüne alınarak transkripli Latin alfabesi çalışmasını ortaya koyduk. Fakat çalışmamıza konu olan geniş kapsamlı derginin içerisinde ancak hikayelerinin bir kısmının transkrip çalışmasını yapabildik. Bir kısmını yapabildik çünkü 5 cildin bir arada verilmesiyle oluşan bu dergide hikayeler çok fazla bir yer tutmaktadır.

    Hikayeye ilgi duyan, Şincan Kırgızlarının hikayelerinin küçük bir örneğini görmek isteyen, hikayeleri okuyunca ufak bir fikir sahibi olmak isteyen, Şincan Kırgızlarının ruh dünyalarını, ilgi alanlarını, dünyaya bakış açılarını, geleneklerini, hikaye tekniklerini, hikayelerinde yoğunlaştıkları konuları anlamak ve öğrenmek isteyenlere kapı aralamak amacıyla yapılan bu çalışmada Kırgız Türk ve okuyucular dikkate alınmıştır.

    Kırgız araştırıcılarının ve okuyucularının Latin alfabesiyle hikayeleri daha rahat okumaları (gelecekte Latin alfabesini kullanacakları varsayımıyla) amaçlanırken Türk okuyucularının da Türkçe’ye aktarılmış haliyle hikayeleri okumaları ve Şincan Kırgız hikayeleri hakkında az da olsa bir fikir yürütmeleri hedeflenmiştir.

    Çalışmada Ali Şir Nevayi formatının kullanıldı. Arapça “ﻉ” şekliyle gösterilen sesler transkrip yapılırken “à” şeklinde gösterilmiştir. Halbuki “è” apostrofu ile gösterilmesi gereken ﻉ sesinin “à” şeklinde gösterilmesiyle yazıdaki okunduğu anlamı ve söyleyişi korumak hem de yazıdaki karmaşıklığı önlemek maksadı güdülmüştür. Meselâ “زورﻋﻭ” “zorèo” şeklinde transkrip edilmesi gereken bu kelime “zorào” şeklinde transkrip edilmiştir. ﺍﻴﻋﺮﺪﺍﻥ “ayèırdan” olarak gösterilmesi gerekirken “ayàırdan” şeklinde gösterilmiştir. Zaten Şincan Kırgız alfabesinde غsesi ع şeklinde gösterilmiştir. Dolayısıyla “à” şekli görüldüğünde bunun “gayn” sesini verse de “ayn” şeklinde yazıldığı bilinmelidir.

    Şincan Kırgız Adabiyatı dergisinin 1993 yılındaki 1.2.3.5. ve 6. sayılarında toplam 20 hikaye mevcut. Hikayeler ve yazarları şunlar:

    Baktıyar ÚALEN “Buurul At”; A.ABDURASUL “Taş Tüşpögön Çuúur”; Bektur ORMUŞ “Cañılġan Úuday”; T.ADI (isimsiz) “Carım Es”; Ö. CEKŞEBEY UULU “Alısúı Teskey Böktördö”; Mamadiyar ANAPİYA “Alıúuldun Tört Mezgili”; T.AYTBAY UULU “Cer Kepe”; S. MAKALEK UULU “Tünkü Coop”; Coldoşalı MOLDALI “Öçkön Cıldız”; Úalıpa SABITÚIZI “Kömüskö Çırmooú”; Orozbek AYTIMBETOV “Boz Batyal”; Canıbek MAADANBEK “Kök Döböt”; Madan BAYĠAZI “Carıú Etme Añgemeler”; Tursun MIRZA “Asmanda Tapúan Aúıl”; Aybek ŞAADAT “Úayra Canġañ Ümüt Şamı”; Úurman BEGIMBAY “Taġdır”; Tolġon ÚAYÚI “Belgisiz Úat”; A.ABDIRASUL UULU “Ötölgö”; A.MATİLİ “Anday Úazanġa Mınday Çömöç”; C. SULTAN UULU “Köz Caş”.

    Yukarıdaki hikayelerden, 1.ciltten : Burul At, Canılgan Kuday, Carım Es, Taş Tüşpögön Çunkur 2.ciltten : Alıksı Teskey Böktördö. 3. Ciltten: Carık Etme angemeler ve Bozbaytal 5. Ciltten: Tagdır olmak üzere 8 hikayenin transkriplerini ve Türkçe aktarmalarını vermeye çalıştım.

    Dergideki hikayeler genellikle amatör genç hikayecilerin. Dolayısıyla hikayelerdeki kullanılan dil, olay örgüleri, sebep sonuç ilişkileri, anlatım tekniği oldukça zayıf.

    Hikayelerin konuları farklı olmakla birlikte ağırlıklı olarak köy hayatı ve atla ilgili. Mesela Buurul At ile Bozbaytal hikayelerinde atların bütün özellikleri anlatılır. Atlar aynen bir insan gibi konuşturulur, insan gibi düşündürülür, aynen bir insan gibi üzüntü ve sevinçlerini gösterirler.

    Yukarıda da bahsedildiği gibi Şincan Kırgız hikayecileri büyük Kırgız üstatlarının yolunda gitmişler ve hikayelerini neredeyse onların bir kopyası halinde kaleme almışlardır. Çıngız Aytmatov’un “Gulsarat” hikayesindeki Gulsarat’ın özellikleri Burul atta ve Bozbaytal’da gösterilir. Yapılan tasvirler bir çok yönüyle Aytmatov’un hikayelerindeki tasvirlere benzer. Atlar çok hızlı koşarlar baygelerde (yarışma) birinci olurlar, sahipleri atları sayesinde tanınıp şöhret olurlar. Atlar yaşlandıkça sahipleri de toplumda önceki statülerini kaybederler. Kış ayı bütün hayvanlar için oldukça tehlikelidir. Yılkıları kurtlardan korumak ve onları çok iyi beslemek gereklidir. Atların birbirlerine karşı olan hisleri oldukça dramatik bir şekilde anlatılır. Hikayenin sonunda at ya ölür ya da sahibinden ayrılır. Hatta Aytmatov’un Gulsarat hikayesinde geçen “akan yıldız” ifadesi Bozbaytal hikayesinde de geçer.

    Hikayelerde insan tipleri de her yönüyle gösterilir. Kurnazlık, yalancılık, kıskançlık vs. “Taş Düşmeyen Çukur” hikayesinde hükümdar kötü karakteri temsil eder. “Buurul At” hikayesinde kötü kişi Birimkul ve Aalı’dır.

    Hikayelerdeki olay örgüleri merak ve heyecanı fazla uyandırmamakla birlikte yapılan benzetmeler, tasvirler, eşyaların ve insanların resmedilişi iyi. Özellikle tabiatın resmedilişi gerçekten çok güzel. Buurul At hikayesindeki şu tasvir beğenilmeye değer:“Nazlı rüzgarın bayır aşağı hafif hafif eserek salladığı, bir göl dalgası gibi dalgalandırdığı bol ottan yiyen mallar gevşiyordu. Karlı dağlardan akıp gelen berrak su, tertemiz dup duru. Göz kamaştıran rengiyle çevre bir başka güzel, her yerde bir bolluk.” “Yarım Akıl” hikayesinin son paragrafında hikaye şöyle biter: “Ejderha ağzından çıkan ateş gibi kırmızı şimşeğin ışığında kırmızı örtüsünü sallayarak su boyunda koşan genç gelinin hayâli, ona bakan dünyanın kocaman göz bebeğinde nefis bir tablo gibi çerçeveye alındı.”

    Kırgızların gelenek ve görenekleri, korkuları, inançları, aşkları hikayelerde aksettirilir. Kız istemeye gelen erkek tarafının karşılanışı, kız tarafının erkek tarafına davranışı, hastaların iyileşmek için üfürükçüleri ve mollaları çağırmaları, onlara olan saygıları vs.

    Sadece gelenek ve tarih çerçevesinde yoğunlaşmayan hikayeler çağdaş hikaye anlayışına da sahip. Konularını günümüz insan ilişkilerini de kapsamaktadır. “ yarım akıl” hikayesinde gerek insan tahlili, gerek olay şekli ve gerekse anlatım tekniğinin ustalığı görülür. kısa bir hikayede köydeki bir saf gencin portresi çizilir ve karakter özellikleri verilir. Köyün bu gence yaklaşımı detaylı bir biçimde sunulur. saf (yarı akılsız) gencin ana babası evlatlarına köy köy kız arar. Nafile saf genç bu bulunan geline ısınamaz. Isınamaz çünkü aklında ve gönlünde her nedense ya köyün en güzel ya da en zengin kızı vardır. Köyün çoluk çocuğu dahi onunla eğlenir. Hele ırmak kenarında güzel bir kızın saf gençle alay etmesi ve onu istemeden de olsa ırmakta boğulmasına sebep olması her halde dünya insanlığının iyiye saf gönüllüye değer vermediğine işaret anlamı taşımaktadır. İyilik bu yarı akıllı gencin kişiliğinde sembolize edilmektedir. Kız hırsın gururun enaniyetini ve akılsızlığın temsilcisi oluyor. Hele bu gencin bu halinden yararlanan akıllı köylülere ne demeli; işi olan bu gence her bir işini yaptırır ve gence ne para ne de yiyecek ikram edilir. Olsun genç nasılsa niçin bana bir şeyler vermiyorsunuz demiyor ki!

    Bu hikayeyle ilgili olarak aynı derginin farklı sayısında edebiyat eleştirmeni olan Toklun Turdu : “ Yarım Es’teki bu kadar canlı bir imaj o kadar da kolay yazılabilecekmiş gibi gelmedi bana. Hikayedeki olayların gelişimi çok tabii ve canlı bir şekilde verilmiş. Bu özellik yeni edebiyatımızda fazla görülmüyor” demektedir ki bu Sincan edebiyatında genç kuşağın verimini ortaya koymaktadır.

    Hikayelerin içerisinde Çin kültürünü yansıtan bir hikaye yok. Herhangi bir Çinlinin bir sözü bir olay ve düşünce tarzı, Çinli örf adeti, atasözü veya Çince bir kelime ya da Çinceden etkilenmiş Kırgızca bir kelime yok. Tarihte Ruslarla da karışmış olmalarına karşın Rusça kelime de yok. Aksine saf bir Kırgızca kullanılmıştır. Bugün Kırgızistan Kırgızlarının kullanmadığı bazı kelimeleri kullanmaktalar.

    Zamanın ezici kuvveti Şincan Kırgızlarını ezemediği gibi karşı karşıya bulundukları güçlüklerden dolayı kültürlerine ve dillerine daha fazla bağlanmalarına sebep olmuş. İşte bu çalışma şuan farklı bir iklimde ve kendine özgü güçlükler içerisinde yaşayan, bilinmeyen bir dünyadan elini uzatanların ellerinden tutmaya çalışan bir çalışmadır.

    Aslında daha sıkı bir çalışmayla dergideki tüm yazılar okunarak (masal,şiir, makale vs.) Şincan Edebiyatı hakkında daha yönlü çalışmalar yapılmış olsa hem Kırgızistan Kırgızlarının hem de diğer Türk ellerinin edebiyat bahçelerinde farklı bir çeşni olur, hem de kültür hazinelerine katılan cevher olurdu.

    [1]Türk Dünyası Tarih Dergisi, sayı.123, Ekim 1997, sayfa. 23

    [2]Alatoo Dergisi (özel sayısı), yıl 1997, “Şam” basması, sayfa 26, Bişkek

    [3]Alatoo Dergisi (özel sayısı), yıl 1997, “Şam” basması, sayfa 57, Bişkek,

    [4]a.g.e

    [5]Türkler Ansiklopedisi, cilt.2, sayfa . 37

    [6]Türk Dünyası Tarih Dergisi, sayı.96, Aralık 1994, sayfa.6

    [7]Türkler Ansiklopedisi, cilt.2, sayfa.520-521

    [8]Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 100, Şubat 1996, sayfa.127

    [9]Alatoo Dergisi (özel sayısı), yıl 1997, “Şam” basması, sayfa.19, Bişkek

    [10]Ala-too dergisi özel sayısı, Bişkek, Şam baskısı, 1997,sayfa 171.

    [11]Örneklerle Türk Alfabeleri, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara, 1996, s.9

    [12]Makalek Ömürbay, Alatoo Dergisi, Şincan Kırgız Adabiyatı özel sayısı 1997, s.186http://

  • Makbule Hanım’ın Hatıraları

    Makbule Hanım’ın Hatıraları

    Habertürk Yazarı: Murat BARDAKÇı

    1 Temmuz 1927’de Makbule Hanım ağabeyi Atatürk’ü karşılıyor.

    10.11.2023Makbule Hanım, 1 Temmuz 1927’de İstanbul’a gelen ağabeyi Reisicumhur Mustafa Kemal’i, Dolmabahçe Sarayı’nın merdivenlerinde elini öperek karşılıyor. Bugün, Atatürk’ün vefatının tam 85. yıldönümü…Dün, bu yıldönümü münasebeti ile Atatürk’ün en yakını olan kişinin şimdiye kadar gizli kalmış hatıralarından çok önemli bazı bölümleri yayınlayacağımı yazmıştım…Bahsettiğim hatıralar Atatürk’ün Kız kardeşi Makbule Hanım’a aittir, senelerdir bir arşivde muhafaza edilmektedir ama hiç yayınlanmamış ve üzerinde hiçbir çalışma yapılmamıştır! Bugün, bu hatıralardan kısa bir bölümü yayınlıyorum! Doğum tarihi olarak kaynaklarda 1885 ile 1889 arasında değişik seneler verilen, Ankara’da bulunan kabrindeki mezar taşında ise 1892 yazan Makbule Hanım ağabeyi Mustafa Kemal gibi Selânik’te doğmuş, Balkan Harbi’nin ardından annesi ve bazı akrabaları ile beraber İstanbul’a göç etmiş, o senelerde Mustafa Lütfi isimli bir askerle evlenmiş, kocası sonraki yıllarda askerlikten ayrılmış, ismini değiştirip “Mustafa Mecdi” yapmış, işadamı olmuş ve “Boysan” soyadını almıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın artık “Makbule Boysan” olan ve devlet katında “Büyük Hanım” diye bilinen kız kardeşi 1930’da ağabeyinin talimatı ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’na girecek, Çankaya Köşkü’nün yakınında inşa edilen Camlı Köşk’te yaşayacak, 1946’da kocasından boşanıp “Atadan” soyadını alacak ve hayata 1956’da Ankara’da veda edecekti…Makbule Hanım ağabeyinin vefatından sonra gazetecilere birkaç defa konuştu. 1953’te bir gazetede dört ay devam eden ve Mustafa Kemal’i gençlik senelerine kadar anlatan fakat bir başkası tarafından yazıldığı hemen farkedilen bir hatırat yayınlandı; 1955’te Şemsi Belli’nin Makbule Hanım ile hasta hanede yattığı sırada yaptığı, yine bir gazetede iki hafta boyunca çıkan ve onunla yapılmış tek mülâkat olan dizi neşredildi. Burada sözünü ettiğim hatıralar ise yayınlanmadı, hep saklı kaldı! BİRKAÇ HAFTA SABREDİN LÜTFEN…Makbule Hanım, nesiller önceki aile büyüklerinden başlayarak ağabeyinin vefatının birkaç sene sonrasına kadar yaşadıklarını anlattığı, tamamı eski harflerle 260 sahife olan bu hatıralarını 1947 ilkbaharında gittiği Niğde’deki Çiftehan kaplıcalarında iki yakın dostuna dikte ettirmiş, metnin sonun a babası Ali Rıza Efendi ile annesi Zübeyde Hanım’a ait birkaç adet şecereyi, yani soyağacını da koymuştu…Hatıralar senelerden buyana bir arşivde muhafaza ediliyor ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın akrabasının, yani kızkardeşinin yazdıkları, şimdi bu yayınla ilk defa günışığına çıkıyor! Makbule Hanım’ın çeşitli arşivlerde bulunan mektuplarını, ağabeyi Mustafa Kemal ile yazışmalarını, diğer evrakını ve kocası Mustafa Mecdi Bey’in yazdıklarını, Cumhuriyet tarihimiz bakımından son derece önemli olan bu hatıralarının tamamı ile beraber önümüzdeki haftalarda kitap olarak yayınlayacağım. Bugün sadece birkaç sayfasını neşrettiğim hatıraların nerede bulunduğunu bu yüzden yazmıyor ve meraklıların sadece birkaç hafta sabretmelerini rica ediyorum…ELEM, IZTIRAP VE KIRIK BİR KALP…Aşağıda yer alan metinde çaresiz bir hastalığın çok sevdiği ağabeyini hayattan alıp götüreceğini farkeden bir kız kardeşin çektiği büyük elem ve dayanılmaz ıstırap vardır. Bu kız kardeş ağabeyinin vefatından sonra kendisinin bir tarafa atıldığını düşünmektedir; yalnızdır, kalbi yaralıdır, bir zamanlar etrafında pervane gibi dönenlerin yüzlerini çevirdiklerini gördüğü için kırgındır, hiddetlidir, üstelik maddî sıkıntıya düşmüştür! Şimdi bir hususa dikkat çekmem gerekiyor: Makbule Hanım ağabeyinin sağlığında olduğu gibi, onun vefatının ardından da İsmet Paşa’ya her şekilde muhaliftir ve daha da tuhafı, Atatürk’ün yakını olan diğer bazı kişileri hatıralarında oldukça sert eleştirmekte, hattâ ağır şekilde suçlamaktadır…Burada hem Makbule Hanım’a, hem de sözünü ettiği kişilere hürmeten, haklarında sert ifadeler kullandığı şahısların isimlerini yazmadım ve parantez içerisinde noktalarla, (…..) şeklinde gösterdim. Okuyamadığım kelimeleri artarda noktalar ile, okunmasında şüphe ettiğim kelimeleri de hemen sonlarına parantez içerisinde soru işareti koyarak işaret ettim…Makbule Hanım’ın anlattıklarının bazı yerlerini abartılı bulabilir yahut suçlamalarının gereğinden fazla ağır olduğunu düşünebilirsiniz…Ama, unutmayalım: Bütün bu ifadeler ve iddialar Mustafa Kemal’in “en yakını”na, yani kızkardeşine aittir ve dolayısı ile söyledikleri Cumhuriyet tarihimiz bakımından her bakımdan önemlidir.Artık, Makbule Hanım’ın derin bir hüzün ile işlenmiş hatıralarına geçebiliriz:DOLMABAHÇE’DE AZAP DOLU GÜNLER…* …Ağabeyimle hususi görüşmelerimize de mâni olmak için birçok yalanlar tanzim etmişlerdi ve birçok kişiler de bunlarla hemfikir idiler.(…..) saraya girdikten sonra ağabeyimle başbaşa kalmak ve millî ıztırapları olduğu gibi kendisine anlatmak fırsatı verilmemiştir. Hattâ, Atatürk beni yatakta hasta hâlinde “Otur, sıkılıyorum, konuşacağım” dediği halde biz konuşurken hemen içeriye, (…..) Bey’e haber çekiyordu. “Birçok evraklar getirdim mühürlenecek ve mahrem görüşülecek Atatürk’ü tenha bulmak isterim” diyordu….çok defa bu tekliflerle beni Atatürk’le başbaşa kalmaklığımıza mâni oluyorlardı.Bu böyle iken ölüm hâlinde yatan ağabeyime candan bakanı olsa idi canım yanmazdı. Herhangi zaman ilâç arasa yerinde yoktur, herhangi zaman su istese yerinde yoktur.Bu hâli gören ben kardeşi, tahammülsüz bir halde telefon başına geçerek Neşet Ömer’i telefon başına çağırdım.- “Doktor bey, anneme Atatürk’ten çok güzel bakıldı. Niçin lâkayıt geçiyorsunuz, yazık değil mi Atatürk’e? Bir kenara bir masa koyun, suyunu ilâcını bir kenara toplasın, aradığı zaman hemen versinler, üzmesinler” dedim. Neşet Ömer (…..) ile birleşmişler, bana tuzaklar hazırlamışlar. Bir de ne bakayım, Atatürk’e beni çekiştirmişler. “Bize hakaret ediyor, size bakamıyormuşuz” demişler. Hemen ağabeyim “Kardeşim üzülmeyin, bana iyi bakıyorlar, üzülmeyin siz dedi”. Ben de “Ağabeyciğim tahammül edemiyorum, size iyi bakmıyorlar, hakikaten annem daha iyi bakıldı” [dedim]. Ağabeyim beni teselli etmeye çalışıyordu. Bitkin hâli ile: “Üzülme kardeşim, bana da iyi bakarlar, üzülme kardeşim, bana da iyi bakarlar”…Bir gün “Çağırın hemşiremi, ben çok iyiyim, kendisiyle konuşmak istiyorum” diyor. Beni çağırmıyorlar, “Yoktur, sokaktadır, geziyor eğleniyor” diyorlar. Atatürk “İsyan edeceğim, çağırın hemşiremi” diyor. Haber veriyorlar, gittim. Muayede salonunda beri taraf bana tahsis edilmişti, diğer harem kısmında da Atatürk bulunuyordu. Bulunduğu tarafa geçtim, huzuruna girdim.- “Gel kardeşim, gel ben üzüm rejimine giriyorum. Doktor söyledi”. Çilek renginde yine yorganlar altında oturmuş kirpikleri yarım parmak uzamış, arasından bakan mavi gözlerle karşılaştım.- “Ne yapıyorsun Paşam?”.- “Yemek yiyorum”. Bir küçük masa tabağı içinde nohutlu yahni, pirinç pilâvı, makarna nazar-ı dikkatimi celbetti. Ağabeyime:- “Hiç nohutlu yahniyi sizin gibi hasta yiyebilir mi?”- “Tabii, bana doktor verdi, Neşet Ömer Bey verdi” dedi.- “Paşacığım, böyle bir nohutlu yahniyi benim midem bunu hazmetmez, sizin mideniz buna nasıl tahammül edecek?” dedim.En kolay ….. yemek bu imiş.- “Neşet Ömer söyledi, üzülme”.Sükût etmeye mecburdum, sustum.- “ Kardeşim, şimdi ben üzüm rejimine giriyorum. Bana bir küfe üzüm gönderdiler, suyunu sıkıp sıkıp her gün üzüm suyu içeceğim, çabuk iyileşeceğim. Getirin o üzüm küfesini bakayım”.Üzüm küfesi geldi.- Bu mudur gelen üzüm? Küfe dedikleri bu mudur? Hani bunun üzümü nerede?”.Küfeyi salladılar, dibinde bir okka üzüm ya var, ya yok.- “Hâ… Öyle ise haydi bana yapın üzüm suyu”.Üzüm suyu sıkıldı, bardağının dibinde bir buçuk parmak üzüm suyu geldi.- “Verin, içeyim”.İçti, “Yatırın yatayım”. Yatırdılar, yattı.* …Vücudu dehşetli ağırlaştı. Suyu pek fazla oldu. Buna çok üzülüyordum. Artık oynatılacak hâli de kalmamıştı. Müthiş acı hissediyordum. Bu acı ile Kemal Bey’in evine gittim. Hakiki durumunu sordum. Bana açık açık söyledi. İkinci defa suyunu almak üzere idiler. “Bu suyu da alınca tahammül edemez, muhakkak ölür” demişti. Tahammülsüz bir halde evlerinden çıktım. Figanıma kimseler dayanamadı.O suyu da aldılar, ölmedi. Bünyesi ve kalbi sağlam olduğu için tahammül etti. Fakat 18 gün uykudan evvel, birinci komaya girmeden evvel çok düşkün bir hâle gelmişti. Takati kalmamıştı. Elinden tutup kaldırıldıkça çok ıztırap çekiyor ve üzülüyordu. Kolları, parmakları çok zayıflamıştı. Kaldıranlar da hastabakıcı olmadığı için onun hâlinden pek anlamazlar idi. Birgün bu hal üzerine beni çağırmadan içeriye girdim.Gökyüzünden (?) gelmiş gibi beni karşıladı.- “Gel kardeşim, bak hâlime”. İki elini kaldırdı ve bana gösterdi. “Bak hâlime, nezaket(?) kurbanı oldum, nezaket kurbanı oldum” dedi. Hemen teselliye başladım. “Korkma kardeşim kurtulacaksın, yeneceksin” dedim. Bundan Atatürk’e büyük bir cesaret ve emniyet geldi. Kuvve-i maneviyesi yükseldi.- “Yine geleceğim kardeşim, yine geleceğim kardeşim. Yeneceksin kardeşim, yeneceksin daha beterleri var, inşallah iyi olacaksın”. Artık bu takatsizliği çok sürmedi. Kendine geldiği gün bir kanama geldi. Bu kanamayı da bana bildirmediler. Epeyce rahatsızlık olmuş, fakat Atatürk’ün kapıları kilitli idi, kendisini göremiyordum. Kendisi de koma hâlinde idi. Sabiha Gökçen yattığı odanın bitişiğindeki çıkma balkondan içerisini görüyormuş, bana da gizlice haber verdi. Derhal bir gece karanlığında oradan sarkarak Atatürk’ün uzaktan hâlini görebildik. Gece idi, herkes öleceğini zannediyordu. Odasına giren “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diyor ve sıralanıyorlardı. Dîvan durarak duvara beş altı kişi sıralandı. Birisi Şükrü Kaya’ya benziyordu. Diğerlerini tanıyamadım. Gözlerim kararmıştı. Ben ve Sabiha bayıldık. Beyler -Hasan Rıza- bu hâli görünce o pencerenin perdesini indirdiler. Bir daha içerisini buradan da göremez olduk.Üç gün ne olduğunu bilemiyoruz. Yalnız o gece çok çırpındığını, iki kişi üstüne yüklenerek tutmaya çalışırlardı. Bu tazyike tahammül edemeyen karyola kırılmış, hemen değiştirmişler. Komadan sonra gözünü açan Atatürk “Niçin bu karyolayı değiştirdiniz? Ben kaç gün burada yattım?” diye sormuş. Çocuklara doktorlar öğretmişler, “Dört buçuk-beş saat kadar uyudunuz” demişler. “Benimle oynar mısınız? Bana gazeteleri getirin göreyim, size kaç gün uyuduğumu söyleyeyim” demiş. Yalanları mucibince eski gazeteleri getiriyorlar.- “Bu karyola niçin değişti, altıma bu münasebetsiz eşyaları neden koydunuz? Derhal karyola yerine gelecek”, demiş. Esasen karyola da bu müddet zarfında tamir edilmiş olduğundan hemen yerine geldi. Bu koma hâlinde idi, bu hal iki gün devam etti.Üçüncü gün kendine bir sıkıntı gelmiş, iki kolunu atarak çırpınıyordu. Titreme geçti. Nereye elini vuruyorsa birer köşe yastığı konuyordu. dördüncü günü “Diiil, diiil, diiil” diye diye bir bağırma çıkardı. Doktorlar şaşırdı. Neşet Ömer “Şimdiye kadar Atatürk’e baktım, artık tahammülüm kalmadı” dedi. Birçok doktor birden gittiler.Atatürk’ü bu hâlinde arkası üstü yatırıldığını görebildim. Akil Muhtar Bey’i yakaladım. Ellerini öptüm, yalvardım, “Ağabeyimin arkası üstü çok rahatsız olduğunu görüyorum, acaba azıcık yana çevirebilir misiniz?” dedim.- “Ben de onun farkındayım kızım, derhal yapacağım” dedi ve gitti, çevirdi.Mim Kemal Bey son hizmetlerinde kimseye bırakmadı, fakat parmaklarını kaybettiği için damarlarını çok güçlükle bulabildi. Neşet Ömer o sırada hiç yardım etmedi. Bu hâle koyduktan sonra ölecek diye elini çekti. Ne zaman iğneleri Mim Kemal damarına batırdı, Atatürk’ün sadâsı “Aman, aman” göklere kadar çıkıyordu. Fakat kendinde değildi. Ben de kardeş yüreği, bu acıları duyar diye zannediyor, bu sadâlarına baygınlıklar geçiriyordum. Saray tavanları çok yüksek olduğu için aks-i sadâ çok müthiş oluyordu. Artık doktorlar ümitsiz bir halde ellerini çektiler, bakalım ne olacak dediler. Başına üç nöbetçi adam, biri Mehmet, biri Rıdvan, hizmetçinin birini koydular ve istirahate çekildiler. Dördüncü gün nihayetinde gözlerini açtı, “Ne oturuyorsunuz?” diye sordu. …Karyola yerine konduktan sonra orayı temizletti. Halıların yerlerini değiştirtti. Ondan sonra “Çağırın gelsin kardeşim, gelsin odamı temizledim, görsün” demişler. Derhal haber geldi koşarak gittim.­- “Gel kardeşim bak, temizlik yaptırdım, halının yerini değiştirttim, sandalyenin yerini değiştirttim, ben yapmadım, yaptırttım”. Bunu sevinçle anlatıyordu:- “Kardeşim ben yapmadım, yaptırttım”. Bu hal karşısında sevinç yaşları döktüm. Ağabeyciğime:- “Biz sizin odanıza gelemedik, bizi menettiler fakat iyi ki haber etmişsiniz. Bak, iyi uyursunuz, sizi ne kadar iyi bulduk”.- “Evet kardeşim, beni de görüşmekten doktorlar menettiler”. Kendisi dört günlük komadan haberi yok. Artık bizi duyan kimseler, sevinç hediyeleri vermeler… Kendisine hiçbir şey de duyurmadık. 18 gün zarfında sevincinden artık ölmeyeceğini zannederek Bay Celâl Bayar’a dağlarda ev istedi. Kendi vaziyeti bence malûm idi. Gözyaşlarımı dindirecek ve bana ümit verecek bir şey kalmamıştı. Fakat kendisini teskin etmek için ağabeyciğime “Dağlarda yaptıracağın ev çok rutubetli olmasın, çok güneşli olsun, akarsuyunu unutma, sana elimle sütlü börekler, muhallebiler yapacağım” dedim. Sevinerek:- “Yapacak mısın kardeşim, yapacak mısın kardeşim?”.- “Yapacağım ağabeyciğim”.- “Çağırın Celâl Bayar’ı buraya”. Bu sözlerim kendisine bir mevzu olmuştu. 18 gün yaşadı ve bu 18 günde dünya bizim olmuştu. Meğer biz de aldanmışız. Celâl Bayar, Atatürk’e emirleri veçhiyle dağda ev yaptırmak için projelerini anlatarak Atatürk’ü avundurmaya çalışıyordu.* …Metanetimi muhafaza ettim. doktorların beni uzaklaştırmalarından korkuyordum. Ertesi günü kilit altında yaşayan kardeşimin kapı kilitleri açılarak arkalarına kadar dayanmıştı. Saray ortasında geniş salon ortasında Neşet Ömer’le karşılaştım. “Hanımefendi, odaya mı giriyorsun?” dedi. Anladım ki artık ihtiyat kalkmış. Gözlerine hayretle ve mânidar bakarak “Evet doktor bey, Atatürk’ün odasına gidiyorum” dedim ve vaziyeti anladım.­- “Haydi git, haydi git”.İşi anladım. Dokuza yirmi dakika kala huzuruna girmiştim. Nihat Reşat, Atatürk’ün sol tarafına oturmuş bir lâstik tulum içinde Atatürk’e su içiriyordu. Konuştum:- “Atatürk niçin göğsünden nefes alıyor?”.- “Ağırcadır efendim”.- “İyi olacak mı doktor bey?”.- “Tabii efendim iyi olacak”.- “Uyanacak mı ağabeyim?”.- “Elbet efendim. Geçen defa nasıl uyandı. yine uyanacak”.Ben de karyolanın sol tarafına diz çöktüm. Gözyaşlarım yerlere akarak, başımı gözümü kimseye göstermeyerek gözyaşlarımı çeşmeler gibi döktüm. Onlar kendi vazifelerine -Doktor Nihat Reşat ve bir hizmetçi- bakarken ben de burada Atatürk ile konuşmaya başladım:- “Ağabeyciğim, nedir bu uykun, üç gündür gözlerini derin uykulardan açamıyorsun, mavi gözlerine hasret kaldım. Mahşere mi kaldı görüşmemiz, bir daha mavi gözlerini göremeyecek miyim? Bana hakkını helâl et, ben hakkımı helâl ettim” dedim.Tam o sırada sağ gözünü açtı.- “Doktor bey, hani ağabeyimin baygın olduğunu söylemiştiniz, ben konuşunca bak gözünü açtı” dedim.- “Vallahi baygındır hanımefendiciğim”, dedi.- “Aman deme doktor bey, bana gücenecek, çok çirkin konuştum, helâlleştim Atatürkle. Atatürk uyanıyor. Ben ne yüzle bakacağım Atatürk’e?”.- “Vallahi baygındır hanımefendi, merak etme”.Saat dokuza sekiz dakika kalmıştı. Hemen Kılıç Ali içeri girdi. “Aman hanımefendi, çok ağladınız, biraz dışarı buyurun” dedi. Elimden tutarak dışarı çıkardı. Her zamanki plânları üzerine.Bütün mevcut olan doktorlar dışarıda hazırlanmışlar, hep birden içeri girdiler. Nihat Reşat “Üzülme, ağlama hanımefendiciğim. Şimdi hergünkü gibi doktorlar toplanarak konsültasyon yapacağız, ne lâzımsa iyi olması için yapacağız, üzülmeyiniz” demişti. Biraz evvel doktorlar da hemen içeri girdiler. Hepsi Atatürk’ün karşısına sıralandılar, ben de dışarıda yumruklarımı başıma vuruyordum. “Bakalım ağabeyime ne olacak?” diyordum.Hizmete bakan sofracı Kâmil anlattı: Atatürk iki gözünü açmış, bütün mevcut olan dotorların ve odada bulunan şahısların yüzlerine bakıyor… Ayrı ayrı dikkatle bakmış. Hepsi de kollarını bağlayarak ihtiram vaziyeti almışlar ve ….. bir halde durmuşlar… Atatürk bu bakıştan sonra kendi kendine iki ellerini göğsüne kavuşturarak ufak bir hırıltı ile ruhunu teslim eder….Kimse kimse bir şey söyleyemiyordu. Tekrar odaya girdim. Âh, bir de ne bakayım, Atatürk’ün yüzüne bir tülbent germişler. Ah! ne o mavi gözler kalmış, ne o ….. bakan kalmış, ne o güzel dudaklar kalmış. Artık o …..ri gözüm göremedi. Bu defa karyolanın sağ tarafına oturan ayaklarına sarıldım. Başyaver Celâl Bey geldi: “Haydi hanımefendiciğim. Fazla ağlama, kalk”.- “Sizin şimdiye kadar emriniz geçerdi, fakat maalesef artık emir, müsaade geçti. Artık rica ederim beni serbest bırakın, kardeşimin doya doya ayağını öpeyim”. O gidip arkadan Kılıç Ali’yi göndermiş, onu da dinlemedim. Arkadan kocamı getirdiler. “Makbuş yeter, hasta olacaksın, bir hal olacak, yeter, ağlama”.- “Mustafa Beyciğim, sen ana, baba, kardeş kaybetmedin mi? Ölümle ayrılan kardeşimin bırakın ayağı dibinde ağlayayım”, dedim. O da başladı ayaklarını öpmeye, dizlerini okşamaya. …Ben kendi odama gittim. Sarayın harem tarafı zabitanla dolmuştu. Üniformalı, gerek paşalar, gerek zabitan dört kişi başucunda, ayağında nöbet beklediler, birer saat.Nöbetçi zabitlerden birisi teessüründen düşmüş bayılmış. Bayılan, tahkikatta Atatürk’ün üzerindeki yorganının harekete geldiğini görerek bayıldığını söylemiştir. Neşet Ömer Bey de “Belki fare geçti” demiştir.Beni artık ayıla bayıla kocamın eliyle Atatürk’ün dairesine bir odada istirahate çekiyorlar. Eter şişeleriyle tedaviye başladılar…AĞABEYİNİN VEFATINDAN SONRA…* …Bir yandan (…..)’ın anneannesi çaldıkları eşyalarımızdan bugüne kadar kaçıramadıklarını avcı tazıları gibi kaçırmak derdine düştüler. Kanepeler altını, koltuklar arkasını ve salondan sakladıkları eşyaları kaçırmak derdine düştüler. Hizmetçi kıza emir verdiler: “Çabuk durma, şimdi bizi buradan kaldıracaklar eşyaları kaldırın”….Bu sözlere hizmetçi Zeynep isyan etti. “Allahtan korkun alçaklar. Utanmaz mısınız? Daha henüz yüzüne tülbent örtüldü, daha teni soğumadı. Ne alçak insansınız, (…..), alçak (…..), namussuz, hırsız, merhametsiz (…..), doymadın mı hırsızlığa? Şimdiye kadar çaldıklarınız yetmez mi? Sen Atatürk’ün hâline ağlamayacaksan bari bırak da ben ağlayayım”.Bu kızı sırları meydana çıkmaması için çok iyi muhafaza ettiler. Kız kaçtı, yanlarında oturmak istemedi, tekrar ne yaptı, yaptılar, tekrar getirdiler ve bir şoförle evlendirdiler ki kızı sırları muhafaza için büyük dostluk gösterdiler, çeyiz verdiler. El’an tarassutları altındadır. Benim zevcim Mustafa Bey de “Bu kızda çok sır vardır, bunu biz alalım” dedi, çok para sarfetmek de istedik fakat mümkün olamadı.* …Atatürk’ün ölümü günü akşamı odalarımıza çekildiğimiz sırada emir verilmiş, “(…..)’yı, (…..)’yı alın, selâmlık tarafına geçirin” demişler. Onlar isyan ettiler, bayıldılar, ayıldılar, “Biz saltanata, saadete alıştık buradan nasıl çıkalım?” diye feryada başladılar. Çıkmalarının emrine rağmen o gece emir hilâfına yattılar. Ben de kendi odama çekilip göz yaşlarımı dökerek yatağıma girip ….. yaptım.* …Birkaç gün sonra, bu ateşli dakikalarımda (…..) gelir gelmez, eskisi gibi metanetimi muhafaza ederek gözlerine baktım, acaba ne okutacak… “Efendim, Atatürk’ü şimdi yıkayacaklar”. “Yaaa, öyle mi?” dedim, kendimden geçtim. Fakat senelerden beri bize rahat yüzü göstermeyen bu hain adama karşı metin olmaklığım icap ediyordu. Üsküplü (…..) neler etti bize. İskemle üzerinde oturup arzuhal yazan adamın oğlu bize neler etti, neler etti.* …Birinci gün öyle geçti. Ertesi günü İsmail Hakkı Bey ağabeyimin yüzünü göstermedi. Kendisine külliyetli, karısına külliyetli mal bırakan kardeşim, şimdi tek bir kızkardeşi haşin muamele görüyor. Teselli değil, haşin bir muameleye lâyık görüyordu. “Reisicumhur Mustafa Kemal öldü, yaşasın yeni Cumhurreisi” diyorlar. Tarih tekerrür ediyordu. Fakat kimsesiz ben bu hâle sokulmamalıydım.* …Nihayet Reşat Bey (Doktor Nihat Reşat Belger) “Hanımefendi büyük bir kardeş kaybettin. Cenaze merasiminde yukarıdan aşağıya kadar siyahlar giyin ve bir tül asın” dedi. Ben de “Bu dinimizde yoktur, nasıl olur?” dedim. “Mısır eşrafları her zaman ölülerine böyle yaparlar” dedi. Bunu bir kere ağabeyimin yerine koyduğum İsmet İnönü’ne sormak istedim. Ankara’da İsmet İnönü’nün hanımına sordum. Nihat Reşat’ın sözlerini tekrarladım. “Bir kere lütfen İsmet Paşa Hazretleri’ne sorun” dedim. Hanımefendi ricalarımı tekrarladı. Çok sert ve müdhiş bir seda ile cevap verdi: “Bana ne soruyor, ne mecburiyetim var, ne bileyim öyle şeyi, ben böyle şeyi bilmiyorum”. Beynimden vurulmuşa döndüm. Bu kadar değildir. Daha ağır ve uzun söyledi, fakat şimdi toplayamıyorum. Sonra anladım ki bana kardeşlik edebilecek kimse yok. Bir kere daha yalnızlığımı, kimsesizliğimi duydum, çok mahzun oldum.* …Zevcimden ayrı düşmekliğim hasebiyle Dörtyol’da ağabeyimden kalan bir bahçenin tapusu da elimde olduğu halde sıhhî durumum dolayısıyla orada oturmak mecburiyetinde idim. Oraya gittim. Emir vermişler, “Sakın ha kapıyı açmayınız, çıkartması güçtür”. Bu evi bilmediğim için elimdeki tapuya güvenerek sıhhî ihtiyacım dolayısıyla oraya geçmiş bulundum. Bana mahkeme açtılar. Tapu iptal davası. Bir buçuk senedir devam etmektedir. Komşu ve kira evlerinde kaldım. Para ile portakal yedim, süründüm. Perişan oldum. Kimseler kapımı açmadı. “Sen kimsin?” diyen olmadı. Hizmetçi herifler gözlerimin önünde bahçemden çuval çuval portakalları çalarak satmaya götürdüler.* …Cenaze merasimine iştirak etmek için bir davet bekledim, hiçbir ses çıkmadı. Zevcim Mustafa (eşi Mustafa Boysan) ile düşündük. Cenaze meclis önünde duruyordu. O gün de kaldırılacaktı. “Gidelim meclis önüne, bakalım ne olacağız; nasıl bir muamele ile karşılaşacağız” diye düşündük. Zevcim Mustafa Bey ile meclis önüne gittik. Bizimle alâkadar olan kimseler çıkmadı. Kimse alâka göstermedi. Arka kapılardan yol bularak meclis binasından geçtik. Meclis bahçesine geldik. Atatürk’ün cenaze masasına yaklaştık. Öyle bir melûl mahzun bir halde idim ki, acılarımın hangisini söyleyeyim? Yüzümüze bakan yok, kimsin diyen yok. Karşımızda yıkılmış koca koca bir kudret ve kuvvet, canciğer kardeşimdi. Dünyalara sığmayan canciğer kardeşimdi şu yatan dar yerde. Gözyaşlarımızla o derin mahzuniyetle birkaç saat böylece ayakta olarak seyredelim. “Hanım bekle, bir şey olacak” diyen zevcimle beraber bekledik. Fakat içimizdeki mahzuniyet ve gözümüzden akan yaşların teessürleri bugün bile gözlerimizi yaşartmaktadır.* …Eve geldik. İlk iş olarak otomobilimizi hemen aldılar. Hizmetçilerimizi aldılar. Kapıya süngüsü takılmış bir nefer koydular. Sağa sola kıpırdanacak hiçbir serbest vaziyet bırakmadılar. Ne olduğumuzu şaşırdık, ateşçimiz gitti, vekilharcımız gitti, şoförümüz Arap Kadri bizim adamımız zannediyorduk, o tarafa geçti. Elimizde Atatürk’ün ilk neferi olan Şakir Koşar adındaki bir neferle bir Arap kızı kaldı. Bunları alırken de hiçbir nezaket kaidesine riayete dahi lüzum görmeden ve bize malûmat verilmeden doğrudan doğruya eşhâsa haber ve emir göndererek eşhâsı geri aldıklarını gördük. Duvarsız olan evimizin bütün etrafında iki camlı olan duvarlar arasında itina ile Atatürk’ün emriyle yetiştirilen çiçekler, akvaryumlarda itina ile bakılan balıklar, işçiler alınınca birdenbire söndü kaldı. Efendim, o bahçıvan İsmet İnönü’ne odacı olarak lâzım olmuş, gitti, yine üç gün sonra bir genç bahçıvan gönderdiler. Fakat hemen arkasından askerliği geldiğinden gönderildi. Başka bir bahçıvan geldi, o gün geri aldılar. Sorduk, cevaben “Efendim adamlarımız azdır, bize lâzımdır, onun için almaya mecburuz” dediler. Şoförler de şoförlüğe lazımmış. Bu suretle hepsine birer hizmet buldular ve aldılar. Elimizde Şakir ile Arap kızı kaldı. Şakir de döndü, biraz geçti Şakir’i de başka yere aldılar.* …Bir gece geç vakit İsmet İnönü teşrif ettiler.- “Nasılsın? İyi misin?”.- “Teşekkür ederim” dedim. İki el ile sarıldım, ellerini öptüm. Hiç yadırgamadım.- “Efendim, senin İstanbul’da evin yoktur, çiftliğinize gider oturursun” dedi.- “Aman Paşacığım, ben bu mustarip hâlimle çiftliğe nasıl kapanıp oturabilirim?”.- “Haydi, haydi, ben senin çiftliğini bilirim, çok güzeldir. Ben çiftliğe davet yaptığın zaman gelmiştim, güzeldir. Oturursun o çiftlikte sen”. Bir taraftan da İstanbul Valiliği’ne acele emir verilmiş, “Durma, çabuk Atatürk’ün evini müze yap”. Vali’nin de iki ayağını bir papuca konulmuş.- “Efendim senin otomobilini hükümet aldı, şehre yaya gideceksin, git”.- “Aman Paşacığım ben sakat insanım, nasıl yaya giderim?”.- “Gidersin”. Baktım ki anlaşmanın imkanı yok.* …Biz bu süngü takmış neferin karşısında ve sivil polisler karşısında ancak dört ay oturabildik. İstanbul’a çekilmeye mecbur olduk. Zevcim Mustafa Bey şeker hastalığına tutulmuştu. Burada yapamıyorduk. İstanbul’a gittik. Burada ev bulmak mesele. Düştük mü sokaklara… İşte o zaman Lütfi Kırdar sokak sokak bizimle beraber bize ev aramaya mecbur oldu. Dilek Apartmanı’nı bulduk, geçtik, oturduk.Yapmış olduğu rollerle iftihar eden (…..) gelmiştir. Benim hâlimi görsün, işte o zaman haşladım:- “İftihar ediyor musun, zevk alıyor musun bizi bu halde görmeye?”….Merhamet kalbinde bulunmayan adam neden müteessir olur? Hiç….Evimize geçtik, Dilek Apartmanı’nda oturuyoruz. Gözyaşlarımı dindiremiyorum. Her gün Yakacık (?) dağlarında ağaç altlarında gözyaşı döküyorum. Bir sene mütemadiyen böyle gözyaşı döktüm. Kimselere gözükmedim. Bir taraftan da zevcim mirasıma sahip olmak için tapuları almaya çalışıyordu. Fakat bir türlü tapularımız verilmiyordu.Her tarafa emir verilmiş: “Kat’iyyen tapu verilmesin”. Mustafa Bey buna rağmen büyük gayretler sarfederek birkaç tapu alarak geldi ve kanunî haklarımız kısmen olsun alınabildi.* …İsmet İnönü’ne, Çankaya’ya telefon açtım. “Ben geldim”. “Hoş geldiniz”. “Kabul ederseniz ziyaretinize geleyim”. “İki gün sonra saat 4’te buyurun” dedi.Otomobil gönderdiler, aldığımız hediyeler ile …gittik. Ailesi, validesi çıkıp beni karşıladılar. Yarım saat oturdum, müsaadelerini istedim, kalkacağım.Hanımefendi sordular:- “Asansörle mi ineceksiniz, merdivenden mi?”.- “Dizlerimden çok müşkül vaziyetteyim, her halde asansörle insem iyi olur”.Asansörle inerken asansör içinde “Hanımefendiciğim, emrinize bir otomobil verilmiş” dedi İnönü’nün hanımı. “Paşa ile bakalım efendim, işi yoksa sizi görüştüreyim”.Aşağı kata dâhil olduk. Paşa’yı bir yuvarlak masa başında oyun oynarken gördüm. Serbest serbest Paşa’nın odasına girdik. Ayağa kalktı Paşa. Elini aldım, öpeyim. Elini öptürdü -halbuki Atatürk sağ iken o benim elimi öpüyordu- ve beni geze geze oda kapısından dışarı çıkarttı. Odada oturtturmadı. Oda kapısı dışında ve ayakta Mustafa Bey’in hatırını sordu. Benim hatırımı sordu. Teşekkürle muamele ettim, “İyiyiz efendim” dedim. Anladım ki oturtacak ve benimle meşgul olacak zamanı yoktur. Veda edip ayrıldım. Makbule Hanım, 1930’lu yılların başında. Makbule Hanım, ağabeyi Mustafa Kemal’in cenazesinin 1953’ün 10 Kasım’ında Anıtkabir’e nakledilmek üzere Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrinden çıkartıldığı sırada tabutun başında ağlayarak dua ediyor. Makbule Hanım’ın hatıralarının bir sayfası…Hatıraların bir başka sayfası…             Makbule Hanım’ın hatıraları için hazırladığı şecerelerden, yani soyağaçlarından biri.

    Yükleniyor