Etiket: yer ana

  • Taş Düşmeyen Çukur

    Taş Düşmeyen Çukur

    Çeviren: Özcan ATAR


    Yazan: Amantur ABDIR

      O zamanlar kuvvetlinin kuvvetsizi ezdiği, zenginin fakiri aşağıladığı savaşlar yapılırdı. Bir kabile diğer kabileyi tamamen yok etse yiğidini köle kızını cariye yapsa da kimse hiçbir şey diyemezdi. O zamanlar tüm bunlar normal kabul edilirdi. Kabile olarak ayakta kalabilmek için ve yaşayabilmek için ya öldürmek ya da ölmek şarttı. İnsan kaderinin bu iki yolun kesiştiği noktaya rastladığı bir zamandı. Kişi ne kadar çok düşman öldürürse o kadar büyük kahraman olur handan daha büyük bir nam alırdı. Böyle kahramanları çok güçlü kabileler başka kabilelerin itinden bitine kadar her şeyini hükmü altına alır kazanında et kaynatıp döşeğinde kız öldürürdü. Yenilen kabile bağımsızlığını kaybedince galip kabilenin üstünlüğünü kabul etmese dilini konuşmasa yer yüzünde yaşamlarını devam ettirmeleri imkansızdı. O devirlerde yenildiğinden alçak sayılan halk için mankurtluk hayatta kalma yolu ise mankurt olmamak ölüm sebebiydi. 

    Böylesine çetin bir hayat makus bir talih, büyük nehrin aşağı kıyısında yerleşmiş geleneklerine bağlı, topraklarına sahip çıkmaya çalışan, başka halkın otunu kendi atına yedirmeyen, sakin bir hayat süren küçük bir kabilenin kaderine yazıldı. Komşu kabileler saldırdığında onları sadece geri püskürtmeyle yetinen ve sadece bu yolu doğru gören bu küçük kabilenin de kanı aniden değişti geni bozuldu.Toprakları kendilerine yetiyordu fakat onlar da diğer kabileler gibi topraklarını genişletmeye insan sayısını çoğaltmaya heves edip gözleri haram zenginliğine yöneldi. Haset başladı. Han böyle yapmazsa sanki han gibi han olamazdı. İnsan gibi insan olamazdı. Elma gibi beynine alem gibi haram bir fikir geldi. İnsan, insan olarak yaratıldığından bu yana, kötülük ile iyiliğin kaynağı oldu ve insan oğlunun kara kafasına bir kez daha kara bir düşünce kapladı.

    O gün sıradan günlerden bir gündü. Aynen önceki gibi şafak sökmüş yıldızlar kaybolmuş yer yüzü ağarmıştı. Her zamanki gibi hanın çadırından, sade halkın küçücük keçe evlerine kadar her tündükten duman çıkıyor, ormanda kuşlar ötüyor, bahçede hayvanlar meleyor yeni gün her zamanki gibi yeniden başlıyordu. Güneş her gün olduğu gibi şafak kırmızısını yarıp önce yamaca ışığını değdiriyor sonra yavaş yavaş yükselerek bitki üzerindeki çiği eritiyor ve yer ana güneş şulesini emerek üşümüş bedenini ısıtıyordu. Atlara su verilmiş ve bütün hayvanlar otlağa çıkarılmıştı. Nöbetçiler hanın ak çadırının önünde eskisi gibi değişerek nöbet tutuyorlardı. Neyse her şey yerindeydi. Ama tek bir değişiklik vardı: Hanın çadırında her zamankinden farklı olarak sabaha kadar kandil sönmemişti.

    Sonra her şey hanın emrine göre yapılmaya başladı. Halk aniden hareketlendi. Dağlar kazılıp ormanlar devrildi. Kağanlığa ait her bir bölgeden meşhur demirci ustalar merkeze çağrılarak savaş silahları dövülmeye başlandı; mızrak de, kılıç de, ok de, sadak de, kalkan de, gürz de, zırh der, miğfer de, badana de saysanız sayı yetmez. O gün karargahın içi dumanla doldu toprak kazılarak ocak yapıldı hayvanlar kesilip yenildi büyük bir bayram oldu. 

    Karanlık orman aniden tarlaya dönüştü. Ağaç bulamayanlar çadır ağacını satıp verilen her emri yerine getirmeye çalıştı. Hayatın mutat düzeni bozuldu. Sükunet içerisindeki halk alıştığı sıcak yerini terk etti. Bu arada han ne yapıyor ne düşünüyor kimse bilmiyordu. Öğrenmeye de kimse cesaret edemiyordu. Halk “han ağzı hantal” ata sözüyle kendilerini avutuyordu.

    Birkaç gün sonra akıllı han emrindeki bütün halkı karargaha topladı. O gün de öbür gündeki büyük bir toplantı oldu. Hanın ne istediği o zamana kadar açıkça söylenmese de telaş içindeki halk nedendir kara günlerin geleceğini sezmişti. 

    Han tahtını tarlaya kurdurdu, tacını takıp güzel giysilerini giydi ve toplantıyı başlattı. Niyetini kabileye açıkça söylemek için konuşmasına başlarken annesinin uşağı hanın kulağına bir şeyler fısıldamaya başladı. Han konuşmasını durdurup hiddetle ileriye annesinin obasına doğru atıldı. Orada toplanmış halk ne olduğunu anlayamadan şaşırıp kaldı. Han annesinin yüzüstü hareketsiz bir şekilde yatmış olduğunu gördü ve nabzını yokladı. Bileği sıcaktı nabzı atıyor nefes de alıyordu. Han:

    – Anne! Diye bağırdığı zaman hareketsiz yatan annesi yerinden doğruldu. Saçları keçelenmiş, çenesi kasılmış, gözleri hayretten fırlayacak bir şekildeydi. Göğsü kabarıp, elleri titriyordu. Oğlunun han olmasına bakmadan onu sıkıştırdı. Oğlu her soruya dalgın ve düşünceli bir şekilde cevap verdi. 

    – Beni öldür yaptıklarınla. 

    Oğlu buna da ses çıkarmadan annesine gözlerine ihtirasla baktı sadece . Annesinin konuşmaya bile mecalinin kalmadığını ömründe ilk defa görüyordu. 

    Yaşlı kadın, ömrünün sonuna yaklaştığını istemeden de olsa düşündü ama sonuçta ihtiyarlığın çaresinin olmadığını biliyordu. Kocakarı oğlunun öyle bir tavır takınması karşısında tekrar yumuşadı. Kötü olsa da içinden çıkan eğri yılana dayanamadı. Gece gördüğü kötü rüyasını anlatarak oğlunu niyetinden geri caydırmaya çalıştı. Bu gayreti de işe yaramadı. Oğlu hâlâ rahat ve endişesizdi. Babasının ruhunu hatırlattı ona fakat olmadı. En sonunda verdiği ana sütüyle yalvardı, ancak han niyetinden asla vazgeçmedi. Annesinin sabahtan beri gösterdiği çaba hiçbir işe yaramadı, oğlu annesinin dediğine muvafakat etmedi.

    Tüm işler hanın kontrolünde yapılıyordu. Önce karargahın önüne çukur kazılıp taş atıldı. Önceden hazırlanmış birbirinin benzeri olan taşlar birer birer bir çukura atılıyordu. Niçin böyle yapıldığını kimse bilemedi. “Han istediğini yapardı”. Taşlar çukurun ortasına kadar geldiğinde taş atma durduruldu. Kalabalığın içindeki bütün erkekler çukurun kenarına dizildi. Her birinin çukurdan birer taş alması emredildi. Hanın niyeti belli oldu. Komşu halka saldırma ilânı yapıldı. Harp sabahı herkesin aldığı taşı kaybetmeden, ele geçirdikleri esirlere de bir tane taş vermek kaydıyla geri getirmesi gerektiği emredildi. Askerler atlara binip hanın emrini yerine getirmek için yola çıktı. Hem de hanın tek oğlu askerlerin başında gitti. Han genç oğlunu savaş meydanlarında eğiterek onun savaşlarda diğer halklara boyun eğdirip toprak sahibi olmasını ve bütün hayatı boyunca başkasına bağlı kalmadan iyi yaşamasını istiyordu. 

    İkinci gün karargaha ikinci büyük haber geldi: komşu kabileye boyun eğdirilmiş, hanın tahtı yıkılmış, karargahı tahrip edilmiş, adetlere göre erkekler köle kadınlar cariye yapılmış, asiler öldürülmüş, omurgalar kıvrılmış kaburgalar kırılmıştı. Hanın isteği gerçekleşmişti. Emeline ulaşan han çok mutluydu. Annesinin rüyası doğru çıkmamıştı.

    Savaşa gidenler dönmeye başladılar. Üstelik altın, gümüş, ipek kumaş dolu ganimetlerle geldiler. Hanın çevresindeki bütün kadınlar gelinler, kızlar, altın küpe, yakut yüzük taktılar. Gururlu han ve bütün erkekler iki üç kadınla evlenmenin hazzını yaşadılar. Neden önceden böyle kolay bir yolla ganimet kazanmadıklarına pişman oldular. Ama ilginç olanı hanın annesi kendine gönderilen saç tokasını kabul etmemişti. 

    Savaştan önce çukurdan taş alan erkekler ve yanlarındaki esirler taş aldıkları çukura taşları tekrar atınca çukur öncekinden daha fazla taşla doldu. Bu durumu han bizzat seyretti. Bu usulle hanın askerlerinin ne kadar insanı öldürdüğü ortaya çıkıyordu. Hanın savaşta galip geldiği halk önünde ispatlanmış oluyordu. Zaferin gözle görünmesini sağlayan bu usulü ilk bu han ortaya koymuştu. Bu usul bir çok savaşta kullanıldı. Böylece kabile, gücünü ispatlıyor ve iktidarını güçlendiriyordu. Han kolay ganimet sahibi olmak öncekinden daha fazla kadınla beraber olup hükmettiği halkı daha fazla ezmek istedi. Tatlıyı yedikçe yiyesi geliyordu ve şöyle diyordu: ” tatlıyı bırakmaktansa midemiz patlasın.” hanın aklı başından gidince halka düşman olur sözü işte böyleleri içindir. Kazılan iki üç ayrı çukura da taş döküldü. Ne kadar çukur o kadar saldırılacak kabile demekti. Yeni yürüyen çocuktan zor yürüyen ihtiyara kadar herkes seferber ediliyordu. Aksi taktirde çukurlardaki taş bitmek bilmiyordu. Çok askerle çok ganimet sahibi olmak hevesi, halkı köle yapmak hevesi, bu kabileyi daha büyük kabilelerle savaşmaya yönlendiriyordu. Böylece han dönerken önceki taşlarını geri getirmek ve esirlere de birer taş getirtmek şartıyla ordusunu gönderdi. Şimdi onlardan sadece ganimet bekleniyordu. Askerler hafif gidip ağır gelirlerse hanın hazinesi dolar ve hanlık genişlerdi.

    Büyük kabileleri ele geçirmek için önce küçük kabileleri boyun eğdirmek gerekiyordu ama problem işte bu küçük kabileden çıktı. Küçük olmalarına küçüktüler fakat kalabalık bir orduya engel olmasını bildiler. Bu kabilenin böyle karşılık gösterebileceğini kimse düşünememişti. Hatta buralarda böyle bir kabilenin yaşadığını han hatırlamamıştı bile. Onun için hemen diğer büyük kabilelere saldırmayı emretmişti. Meğer “göze değmeyen bacağa çomak” sözü bunun için söylenmiş. Üstelik insanı doyurmayacak kadar küçük bir kılçık gırtlağa saplanmıştı! Ne içeri giriyor ne de dışarı çıkıyordu. Bu hal biraz daha sürse insanın canı boğazından çıkacak gibiydi. Ne olduğunu kimse bilemezdi…

    Han ordusunun başarıya ulaşması için Allah’a yalvarıyordu. Haramlığı Allah’tan dileme belki ondandır. Çoktan unutmuş olduğu Tanrıyı o zaman hatırlayıp Allah’a itaat etti. Ama çaresizdi. Zaferi kendisinden bilen han yenilmeyi de kendisinden bilmek zorundaydı. 

    Bir tanecik oğlunun da vefat ettiğini duyduğunda perişan oldu, gözü karardı, göğsü sıkıştı hanın. Bu zamana kadar torun sahibi olmadığını ve neslinin de kesildiğini çok geç anladı. 

    Hazırladıkları çukura artık bir tek taş bile atılmıyordu. Cepheden bir haber daha geldi. O küçücük kabile geri hücuma geçmiş ve kendilerine doğru geliyordu. Artık bütün zenginliklerini verseler de düşman geri dönmeyecekti. Hanın başına bir karanlık çöktü. Her şeyden vazgeçti yavrusundan, halkından, paradan-puldan… ıssız bomboş bir tarlada yapayalnız kalmış gibiydi. Artık onun için hayatın hiçbir anlamı kalmamıştı. Kendi kazdırdığı kuyulara kendisi girip ölmek istedi. Ama yapamadı. Annesi ile son bir defa daha görüşmek istedi ama cesaret edemedi. Atların nal şakırtısı insan haykırışları duyuluyordu. Tereddüde zaman yoktu. Odul nehrinin kıyısındaki çiftliğe doğru yürüdü. Ayaklarının nasıl adım attığının da farkında değildi. Yaşıyor muydu, onu da fark edemedi han.