Yazar: efecity

  • Osmanlı Divan Şiiri-III

    Osmanlı Divan Şiiri-III

     Yazan : J.W.GİBB 

    Kitap : Osmanlı Şiir Tarihi 

    İnsan, kendisini bulduğu ve hulasası olduğu kainat gibi, varlık ve yokluğa, hayır ve şerre, gerçek ve yalana katılan çift yönlü bir varlıktır. Fakat varlıktan hasıl olan ve yalnızca onunla ebedi bir varlığa ve gerçekliğe sahip olan insanın bu yönü zaruri olarak Allah’tan gelmektedir ve eninde sonunda aşk da onunla bir olacaktır. ihsanda bulunan bu ilahi hassa, bu mutlak varlığın kıvılcımı ihtiyari veya gayrı ihtiyari, kaynağına ulaşmaya çalışmaktadır; fakat mevcudatın varlığı sürdüğü sürece de yokluğun varlığı onu zapt edecektir. Ancak insanın işi bu yokluk unsurunu olabildiğince bertaraf etmeye çalışmak ve tamamıyla yalnız öldükten sonra gerçekleşebilecek olan dünyada iken de bir ölçüde mümkün olabilen fenafillaha ulaşmaya çalışmak olacaktır.Fakat insan yokluğa karşı nasıl galip gelebilir? Tabii ki ‘ene’sine galip gelerek; zira bize son derece gerçek görünen ve elemlerimizin sebebi olan ene hakikatte yücebir hayalden ibarettir. Öyleyse ne için ene’den bahsediyoruz? Gerçekte bir “enemiz”(benlik-nefis)  yoktur; ene de netice itibariyle Allah’a aittir. Elemlerimizin kaynağı olan bir eneye sımsıkı sarılmak bize yokluktan başka bir şey getirmeyecektir.

    Öyleyse enaniyete nasıl hakim olunur? Aşkla. Yokluğun karanlık gölgesinin ortadan kaldırılması ancak aşkla mümkündür. Ve ruhun yeniden ilâhî kaynağına dönmesi, Allah’la nihâî bir vuslata erişmesi ancak aşkla mümkündür. Sufizmin temel dayanağı ve bu edebiyatın ilham kaynağı “aşk”ın ilk dersi insanî aşktan geçer. Sonra ilâhî aşk. Bu sema altında ondan daha mahir bir üstad yoktur. Câmî, tasavvuf ilminin üstadından ilim talep etmeye gelen mürid adayından bahsederken, hocanın, bu gencin hiç aşık olmadığını anlayınca onu kabul etmediğini “İnsanların araşma dön, âşık olmanın ne manaya geldiğini öğrendikten sonra gel” dediğini nakleder. İnsanî aşk, güzel ve yararlı olmakla birlikte, hedef değil, ancak hedefe gitmeye bil’ vasıtadır. O, kulların geçmesi gereken bir köprüdür. Buna aşk-ı hakikinin  zıddı olarak aşk-ı mecazi denk11 Fakat bu köprü ne kadar mubah olsa da, sâlik bu yolda ilerlerken son derece dikkatli olmalıdır, aksi takdirde yolun sonuna ulaşamayabilir. Gözü öbür tarafa bir kez açıldığında artık kalbi ilâhî mesajlara hazırdır. Gözünü nereye çevirse Cemâlullah’tan bir iz görecektir; Allah, gökteki her yıldızdan, yerdeki her çiçekten ona nazar edecek, her güzel yüzde ona gülümseyecek, her tatlı seste ona seslenecektir. Artık çevresinde Allah’tan başka birşey görmeyecektir. Gözlerini kendi içine dönderdiğinde, kendi kalbüıe baktığında orada harf be harf Allah okuyacaktır. Zira, Allah’tan başka hiçbif şey olmadığını bilerek, hissederek fenafillah’a ulaşmıştır ve artık belki de Mansur12 gibi “Ene’1-Hak” diye vecd gelecek, Bayezid-i Bistami13 gibi “Gömleğimin içinde Allah’tan başka bir şey yok” diyebilecektir.

    ——————————————————-

    ( 11. El-Mecazü kantaratü ‘1-hakikati, Mecaz hakikate götüren köprüdür.

     12.  Hüseyn Mansur-ı Hallaç, sufüerin önde gelenlerindendir. Şairler, aşktan bahsettikleri zaman sık sık onun ismiyle birlikte anarlar. “Ene’I-Hak” dediği için Bağdad’da 923 (h.310)’de küfür isnadıyla idam edilmiştir. 

     13.  Bistamlı Bayezıd, Mansur gibi ilk veli mutasavvıflardandır. 776(h.l60)’da doğduğu ve yüz sene kadar yaşadığı söylenmektedir.

  • Osmanlı Şiiri-I

    Osmanlı Şiiri-I

     Osmanlı  kültür ve edebiyatını çok iyi bilen J.w.Gibb’in  Osmanlı Şiiri üzerine yazılarını aktaracağım. Aktardığım ilk yazı  Osmanlı Şiiri-I sonraki günlerde aynı yazının devamı Osmanlı Şiiri-II-III-IV olarak devam edecek. Türk Dili bakımından Gibb önemli bir bilim insanı. Bizi bizden iyi bilen biri. https://tr.wikipedia.org/wiki/Elias_John_Gibb  

    Osmanlı Şiiri- I ( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )

    WWW.Osmanlı Şiiri-II ( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )
    WWW.Osmanlı Şiiri-III( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )

    WWW.Osmanlı Şiiri- IV ( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )WWW.Osmanlı Şiiri- V ( Osmanlı Şiirinin Hususiyeti ve Sahası )

    Yazan : J.W.GİBB 

    OSMANLI ŞİİRİNİN HUSUSİYETİ ve SAHASIGibb

    Önümüzde uzun bir yol var. Osmanlı Türklerinde şiirin gelişmesini ve yükselişini göreceğiz. Türklerin edebiyat tarihi uzun yıllar önce başlamış ve hâlâ devam etmektedir, ilk olarak, imparatorluğun kurulmasından uzun zaman önce  şiirde yapılan ilk gayretlere bir göz atmaya çalışacağız; sonra Osmanlı gücünün tedrici olarak inkişafıyla beraber çeşitli yönlerde şiirin seyrini; daha sonra kültürün zenginleşmesinin getirdiği refah ve emniyetle birlikte daha emin adımlarla açılıp yayıldığını; muhteşem doğuyu tasarrufu altına aldığı IT.yy.’daki ihtişamını izlemeye çalışacak, sonra da müteakip yıllardaki çapraşık seyrini takip edecek, nihayet Sultan Süleyman veya Ahmed döneminde olduğundan daha fazla ümid verici, daha neşeli, daha taze bir hayatla bu son  günlerde yeniden ileri atılışını; gayretleri ve başarısızlıkları müşahede edeceğiz.

    Fakat asırlar arasındaki yolculuğumuza başlamadan önce Osmanlı şiirinin hedefleri ve temayüllerinin neler olduğu, hangi şartlar altında inkişaf ettiği ve hangi nazım şekilleriyle ifade bulduğu ile ilgili bu uzun yolda teçhizatımız olacak olan birtakım bilgilerle donanmak daha doğru olacaktır. Bunun yanı sıra, her şeyden önce ilk olarak bu şiirin umumi hususiyetleri ve bu hususiyetler üzerinde etkili olan durumlar hakkında bazı bilgiler edinmeye çalışacak ve bu şiirin dış yapısını inceleyeceğiz.

    Osmanlı şiiri eski (veya Asya kolu) ve yeni (Batı kolu) diyebileceğimiz iki büyük kola ayrılır. Birincisi başlangıçtan 19. asrın ortalarına kadar rakipsiz olarak devam etmiş ta ki, ikinci kolun birkaç yıl içerisinde artık yıpranmış olan rakibine üstünlük sağlamasına kadar. Bu ikinci kol sadece nazım şeklinde değil, birçok yönden farklılıklar gösterir, fakat bu yönün, incelenmesini daha sonraya bırakıp şimdilik sadece eski ekolü ele alacağız.

    Osmanlı şiiri yaklaşık altı asırlık bir süreyi içine alır. Bu uzun zaman içerisinde tabii olarak birçok safhalardan geçmesine, birçok değişikliğe uğramasına rağmen, yekpareliğinden asla bir şey kaybetmemiştir. On dördüncü asırdaki şekli ve maksadı ne idi ise bütün asli vaziyetiyle on dokuzuncu yüzyılda da odur.

    Bu ekolü hâvî olan beş yüz yıllık süreyi dört döneme ayırabiliriz, ilk dönem 1300 ile devletin tam manasıyla tesis edildiği 1450 arasını kapsar. Teşkil aşaması olarak isimlendirebileceğimiz bu dönemde Türk dilinin Batı kolu edebi bir dil haline gelmeye çalışıyordu. 1450 ile 1600 arasını kapsayan ikinci dönem İse dilin başlangıçtaki zorluklarının giderildiği ve başında meşhur Câmi’nin bulunduğu çağdaş İran ekolünün metotlarını Öğrenmek ve yeniden ortaya koymak  için  şairlerin  bütün  dikkatlerini  sarf etmeye  çalıştıkları  dönemdir. Üçüncü dönem ise on yedinci yüzyılı içine almaktadır; edebi birer model olarak Cami, Urfi ve Sabit etkisiyle Osmanlı şiirinde İranîleşmenin daha belirgin olduğu dönemdir. On sekizinci yüzyılı ve   on dokuzuncu yüzyılın yarısını içine alan dördüncü dönem bir belirsizlik dönemi olarak diğerlerinden farklıdır. Önceleri şairlerin çoğu İranlı Şevket’i izlerken daha sonra İranîleşmeye bir tepki doğar ve şiire daha fazla Türk karakteri verme yolunda başarısız bir teşebbüse girişilir. Bunu, bütün temel kaidelerin kaybolmaya yüz tuttuğu ve şiirin tekrar çaresiz bir şekilde kısır ve renksiz bir İranîleşmeye doğru sürüklendiği dönem izler. Bu ümitsiz ve can çekişmekte olan asrın üzerinde, ölümün karanlık gölgelerini kovan gelecek için parlak yeni bir ümit vâdeden Batı kültürü yükselmeye başlar.

    Bu dört dönemle ilgili zikredilen tarihler katı ve metin hudut çizgileri olarak değerlendirilmemelidir; zira son derece hassas olan edebi temayüller herhangi bir ile tarih kesinlikle sınırlandırılmayacak kadar nezaket gerektirir. Fakat daha geniş çerçeveden bakıldığında bu dönemlerin birçok farklı temayüllere cevap verdiği görülecektir. Ayrıca bu şiirin gelişmesinin sistematik olarak incelenmesinde son derece yararlı olacaktır.

    Osmanlıların  ait  olduğu  Doğu  ve  Batı  kültürünün  yanı sıra  Tatarlar, Türkmenler ve Moğollar adıyla anılan büyük ırk hiçbir zaman asla şahsi hususiyetlerinin damgasını taşıyan ne bir din ne bir felsefe ve ne de bir edebiyat _ meydana getirmişlerdir. Bunun sebebi, bu büyük milletin asıl istidatlarının tefekkür üzerinde değil aksiyonda olmasındandır. Türkler ve onlarla aynı ırktan olan akrabalarının hepsi askerdir. Orta Asya’da İslam’ın zuhurundan önce ilk zamanlarda cemiyetlerin bir araya gelmesinin asıl maksadı özellikle askeri amaçlıdır. Sefer sona erdiğinde, ortak gaye ile bir araya gelen kabileler, aileler ve fertler umumiyetle dağılır, kısa sürede yeni ve aynı ölçüde de sürekli olmayan toplulukların birer üyesi olurlar. Başka bir şey de olmuş olmasaydı, sonu gelmek bilmeyen hayat tarzı, bu insanların, kainat hakkında tafsilatlı ve ferin teoriler üretmesi  ya da halk türkülerinin  ötesinde  edebiyat yolunda herhangi bir şey meydana getirmesini önlemek için yeterli olacaktı.

    Türk ırkının belirgin nitelikleri, özellikle askeri vasıflar olan cesaret ve itaattir. Cesaretleri hususunda konuşmak gereksizdir; bütün dünya, başlangıçtan   günümüze her Türkün doğuştan getirdiği cesaretinin nasıl olduğunu bilir. İtaatleri ise cesaretlerinden daha az değildir ve birçok yönüyle kendisini göstermiştir. Belki de Osmanlı edebiyatının en çarpıcı niteliği olan bu bağlılık aynı zamanda onun temelini teşkil eder; İslâm’la olan münasebetleri buna iyi bir örnektir. Türkler mizaç itibariyle güçlü dini hisleri olan insanlar değillerdi; hatta kendi hallerine bırakılmış olsalardı, kat’î olarak belirli bir dinleri olmayacaktı; içlerine yabancı tebliğcilerin karışmadığı kadîm zamanlarda dinî zanları müphem, tabii tapınmaları sınırlıydı.

    Zamanla içlerinden bazıları belli bir etki altında kalmadan Budist ya da Hristiyan oldular; sonra da büyük bir çoğunluğu islâm’ı kabul etti. Bu dini kabul etmelerindeki sebep doğuştan gelen istidatlarıyla ahenk içerisinde olması değil, içinde bulundukları durumların neticeleri itibariyleydi. Fakat Türkler o gün bu gündür bağlandıkları bu dini boyun eğmez bir cesaret ve sarsılmaz bir sadakatle müdafaa etmişlerdir. Din hakkında bir münakaşaya girmedikleri gibi bunu başka milletler üzerinde de bir baskı unsuru olarak kullanmamışlardır; fakat ne zaman bu dine bir saldırı olmuşsa en başta onlar müdafaasını yapmışlar ve bu davranış şekliyle ırklarının askeri ruhunu aynı ırktan bütün müttefiklerine taşımışlardır. Sadık birer asker olarak, bir emir aldıklarında tartışmadan, nedenini sormadan itaat etmişlerdir. Zira bu millet, kabul ettikleri sistemin, her zaman tartışmasız yanında yer almıştır. Kabul ettikleri prensiplere soru sormaksızın itaat, Türk karakterinin temelinde vardır. Edebiyatları üzerinde de bunun nasıl icra mevkine konulduğunu göreceğiz.

    Irklarının gerçek hususiyetlerini ortaya koyacak olan bir edebiyat vücuda getirememiş olsalar da Türk insanı, kültürü küçümsemekten hatta onu önemsememekten de oldukça uzaktır. Netice itibariyle, İranlılarla yakın temasa geçtikleri zaman onları fazlaca övünen ve korkak kimseler olarak görseler de bilgi ve kültürdeki üstünlüklerini derhal kabul etmişlerdir. Böylece Türkler bütün İran edebiyat sistemini derhal en ince teferruatına kadar, İslam’ı nasıl soru sormaksızın ve samimi bir tarzda benimsemişlerse öylece benimsemişlerdir. Yine bu İran kültürünün kendi ırki hususiyetleriyle ahenk içerisinde olup olmayacağını düşünmek için bile bir ara vermemişler, hatta onu kendi istidatlarına uygun bir halde değiştirmeye bile teşebbüs etmemişlerdir. Aksine onu kendilerine adapte etmeye, Farsça metinleri anlamak için gayret sarf etmeye hatta her şeye bir İranlı gözüyle bakmaya çalışmışlardır. Bu suretle, kabul edilen sisteme sadakatleri eski Osmanlı şiir ekolünün uzun sürmesinin sırlarını izah eder  ve hakikaten en ufak bir ananeye bile beş yüz elli yıl süren bu sadakat, şiirin bize göstereceği en gerçekçi Türk karakteridir.

    Osmanlılar    daha    edebiyatlarının    başlangıcında    Tatar    lehçesindeki  eksiklikleri gidermek için gerekli gördükleri Farsça ve Farsçalaşmış Arapça kelime ve deyimleri seçmeye ve dillerine dahil etmeye başlamışlardır. Orijinal şekillerini aynen muhafaza etmekle birlikte  yeni lisana adapte olmuş diyebileceğimiz bu yeni sözcükler her hususta Türkçe telaffuz kaidelerine tabi tutulmuşlar; bu sebeple dilin Turanî esaslarına uymuş sözcükler için Farsçalaşmış Türkçe değil Türkçeleşmiş Farsça demek daha uygundur. Zaman geçtikçe bu şekilde çok daha fazla ilaveler yapılmıştır. Farsça fikirler ve üslup kaideleri kabul edilmiş ve bir ittifak sağlanmıştır. Böylece ikinci ve daha sonraki dönemlerin dili oldukça işlenmiş bir mozaik haline gelmeye başlamıştır.

    Beş yüz elli yıllık eski edebiyat döneminde özellikle de üçüncü dönemde her Farsça ve Arapça kelimenin aynı zamanda bir Osmanlıca kelime olduğunu söylemek fazla abartılı bir ifade sayılmaz. Böylece iki klâsik dilden de malzeme alan bir yazan kendi bilgisinin sınırları ve zevklerinden başka, kısıtlayan herhangi bir şey kalmamıştır. İhtiyaç halinde, yapılması gereken bütün işlem yabancı kelimeleri Türkçe dilbilgisi kurallarına göre ifade etmekten ibarettir. Yeni edebiyatın başlangıcıyla birlikte bu serbestliğin büyük ölçüde kısıldığı görülecektir. Türkçeleşmemiş kelimeleri terk etme temayülüyle birlikte bu uygulamanın gerçekten sadece gerekli olan terimlerle -özellikle ilmi ve teknik alanda- sınırlandırılmasına çalışılmıştır. (Bizim Grek ve Latin kökenli kelimeleri aynı maksatla kullandığımız gibi; bunların çoğu da kendi dillerinde bilinmeyen şekiller ve terkipler halinde olmuştur.

    Ancak kural değişmemiş; Fransızlarla temasa girildiği günlerde daha dikkatli olunmakla birlikte, daha önce Arapça ve Farsça kelimelerle yapılan işlem aynen tekrar edilmiştir. Yeni bir medeniyeti taşıyan, yeni fikirleri ifade etmekte gerekli olan batılı kelime ve deyimler, kadim Asya ifade şekillerini bir zamanlar şerefle oturduğu tahtından indiriyor, zamanın yaşayan dilinin esas kısmı haline geliyordu. Bu katkısız dilin yeni durumundan bahsedilecek olursa, biri ikinci döneme, biri dördüncü döneme ve biri de yeni edebiyat dönemine ait üç şiiri birbiri arkasından okuyunca elde edilecek olan tesir, genel karakterde olduğu gibi çok değişken bir manzarada görülen birbiri arkasından gelen parlak terkiplerle -bugün yeni edebiyatçıların her birinin açık ve net bir şekilde karşı çıktığı- teferruatta değişmek kaydıyla, hasıl olan tesire benzetilebilir.

    Bu özümseme (asimilasyon) sistemi elbette sadece kelime ve deyimlerle sınırlı değildi. Edebiyatla ilgili her şeyi kapsıyordu. Osmanlı şiirinin biçim ve ahunun model olarak kabul edilen yabancı edebiyatlardan fevkalade etkilendiğini göreceğiz; imaj, konu ve nazım şekli hususunda bu yabancı edebiyatlara çok şey borçludur. Türk şiirini bizzat incelemeye geçmeden önce eski edebiyat üzerinde son derece etkili olan ve kabul edilen İran edebiyatı hususunda, İran’ı Osmanlıların bir edebiyat hocası haline getiren durumların neler olduğuna bakalım.7  13.yy.’da Cengiz Han’ın ordusunun zulmünden dolayı Orta Asya’daki yuvalarını terk edip Anadolu’ya, Süleyman Şah’a sığınan okumamış kaba saf Türk kabileleri bulunuyordu. Zamanla Osmanlı kudretinin özünü oluşturacak olan bu yeni gelenler o zamana kadar tamamıyla İranlı hocalarının önderliğinde kültürde hayli mesafe katetmiş olan Selçuklu Türklerini buldular. Bu Selçuklu Türkleri de Osmanlıların ataları gibi haşin Tatar kabilesindendiler. On birinci yüz yılın ortalarında İran’ı istila etmişler ve umumiyetle olduğu gibi bu kaba fatihler de medeni kölelerinin kültürünü kendilerine adapte etmişlerdi. Selçuklu Türkleri fetihlerini hızla batıya doğru kayarlarken kendileriyle birlikte İran kültürünü de taşımışlar, nihayet 12. yüzyılın sonunda Konya’nın başkent olduğu meşhur Selçuklu Anadolu Türk Devlet’ini tesis  etmişlerdir. Bu sebeple yaklaşık yüz elli yıl sonra Süleyman Şah’ın oğlu Ertuğrul Gazi ve halkı Anadolu’nun içlerine nüfuz ettiklerinde, halkın günlük dil olarak Selçuklu Türkçesini kullanmalarıyla birlikte, Farsça’nın devlet dili haline geldiğini, Fars edebiyatı ve kültürünün fevkalade hakim olduğunu gördüler.

    Ertuğrul, derhal kendisini Selçuklu sultanının tebaası kabul etmiş, onu daha sonra devletin ilk hükümdarı olarak kabul edilen ve devlete ismini veren oğlu Sultan Osman izlemiştir. Artık zayıflamış olan Selçuk hanedanı Osman’ın ve azimli tebaasının cesaret ve yiğitliğinin farkına varıp onlara devletin kuzey-batısında Bizans’la hem-hudud olan bir toprak bahsetmiştir. Osman’ın bu bölgeye yerleşmesinden kısa süre sonra da Selçuklu Devleti Moğolların karşı konulmaz saldırılarıyla parçalanıp dağılmıştır. Devletin batı kısmı ufak tefek on beyliğe ayrılmış ve bağımsız olarak varlıklarını sürdürdükleri süre içinde de devletin adı bu küçük devletçiklerin başında bulunan kişilerin adıyla anılmıştır. Daha sonra gerçekte Selçuklu olan bütün bu küçük birimler Osmanlılarla kaynaşmış ve zamanla Osmanlı adını benimsemişlerdir.

    Osmanlılar edebi varlıklarını, içlerinde erittikleri Selçuklulara borçludurlar. Binaenaleyh Fars edebiyatı ve kültürü onlar için de kaçınılmaz bir kabul olur, Zira Selçuklular Fars edebiyatından başka birşey bilmiyorlardı. Üstelik daha devletin kuruluşundan itibaren Osmanlı hakimiyetine giren bütün Türk kavimlerine bu kültürü taşımışlar ve işte “Osmanlı şiiri” dediğimiz edebi ürünler, yalnızca politik anlamda Osmanlı olan insanların ortaklaşa meydana getirdikleri edebi ürünler olmuştur.”7.  Bazı edebiyat uzmanları Türklerin İran edebiyatını değil, Arap edebiyatını model olarak aldıklarım söylemektedir. Ancak dinî ve fıkhı konuların dışında, söylendiği gibi değildir. Edebiyatta özellikle de şiirde İran takip edilmiştir. Hiçbir Osmanlı şairi bir Arap şairini kendisine model olarak kabul etmemiş; oysa her Osmanlı şairi İranlı üstadlannın yaptığı şekilde eserler üretmeye gayret etmişlerdir. 

    Kaynak: Osmanlı Şiir Tarihi

    Yazar: E.J.W Gibb 

  • Osmanlı Şiiri-II

    Osmanlı Şiiri-II

     Yazan : J.W.GİBB 

    Kaynak: Osmanlı Şiir Tarihi 

    Ottoman History

    Osmanoğulları’nın, Selçuklu mirasını devraldıkları zaman yaptıkları şey bir Türk edebiyatı meydana getirmek olmuştur. O zamana kadar anılmaya değer bir Türk edebiyatı mevcut değildi. Bir Türk, yazmak istediği zaman, edebi açıdan önemsiz birkaç istisna hariç, Farsçayı kullanıyordu. Bundan böyle Türkler kendilerini, dünyaya kendi dilleriyle ifade edeceklerdi. Fakat kaba kabile, dilinden ve mahalli şiveler karmaşasından nasıl bir edebi dil ortaya çıkarabilirdi? Şüphesiz gerekli olan ilk şey, düşüncenin nasıl ifade edileceğini gösteren bir rehber ve kullanılacak olan ifade şeklini tayin edecek bir ölçüydü. Rehber ve ölçü hususunda bir tereddüt yoktu, zira başka seçim de yoktu; İran edebiyatından başka bir şey bilmiyorlardı. Binaenaleyh bu görkemli edebiyat Türkler için bir tercih sonucu değil, içinde bulunduktan vaziyet öyle gerektirdiğinden, tesis ve teşkil edecekleri edebiyatın modeli olacaktı.

    Türk nazım şeklinin halk şarkıları ve türkülerinde birçok yönden İran sistemine benzemesi, İranlı rehberlerin benimsenmesini oldukça kolaylaştırmıştır. Nazım şekli ve vezninin, işlenmemiş kaba bir görüntüye sahip olduğu doğrudur, fakat şekil ve makam yönünden Farsça nevilerdekine benzeyen bu manzumeler yerli ürünler olarak Türk toplulukları arasında zaten varlığını sürdürmekteydi. Netice itibariyle edebi bir şiir için daha işlenmiş bir araç zuhur edince, bunun tamamen dışardan ithal edilmesi fikri yerine zaten var olan malzemenin, kabul edilen ölçülere daha uygun bir hale getirilmesi için belli Ölçüde geliştirilmesi benimsenmişti. Bu şekilde Türkçe nazım tekniğinde, kaynağında olmamasına rağmen Farsça sistemdeki karşılıklarıyla özdeş birçok hususiyet bu sistemden ödünç alınmış, var olan aslî unsurlar da sun’î bir biçimde bu sisteme uydurulmuştur. Bununla birlikte, bu yalnızca tarihî bir problemdir, zira her ayırt edici Türkçe hususiyet öyle dikkatli bir şekilde budanmış ve bu sistemle uygunluk, öyle mükemmel bir hale getirilmiştir ki zahirde görülen her Şeyin doğrudan doğruya İranlılardan alınmış olduğunu zannedersiniz.

    Daha önce de söylediğimiz gibi Türkler İranlılardan yalnızca düşüncelerini nasıl ifade edeceklerini öğrenmekle kalmamışlar, ne düşüneceklerini ve ne Şekilde düşüneceklerini Öğrenmek için de onlara müracaat etmişlerdir. Günlük hayatta, pratik konularda ve devlet işlerinde kendi fikirlerini tercih etmişler; bilim,  felsefe ve edebiyat alanında yetersizliklerini kabul etmişler ve yalnızca metotlarını elde etmek için değil, aynı zamanda onların ruhlarına, güncelerine ve hislerine bürünmek için de İranlılarla aynı okula gitmişlerdir. Kendilerine bunları öğretecek birileri olduğu sürece de bu okula devam etmişler; başlangıçta  atılan bu adım icraata dönüşünce de Türk şairinin bir rehber  ve  hakim olan gelenekleri takip etmek için İran taraflarına müteveccih olması bir mecburiyet haline gelmiştir. Böylece Osmanlı şiiri yüzyıllardır İran’da olanları bir şekilde akseden değişik görünüşler gibi yansıtmaya devam etmiştir. İşte Türk Sadakati dediğimiz budur.

     Bu sebeple şu aşamada, ele aldığımız şiir tarihini böyle derinden etkileyen İran şiirinin bazı özelliklerini öğrenmemiz icap etmektedir. Türk nazmına şekil vermekte herhangi bir etkisi olmayan destansı şiirleri geçip yalnızca Osmanlı şairlerine ilham ve yön veren şiirlerle sınırlı kalacağız. Bütünüyle Türk şairleri tarafından benimsenen ele alacağımız konular, köken itibariyle Farisi olmakla birlikte Iran şiirinin karakteri olduğu kadar her zerresiyle Osmanlı şiirinin de karakteri olarak dikkate şayan hususlardır.

    Osmanlılar bir Türk edebiyatı oluşturmaya karar vermeden uzun zaman önce İran dehası Arap fatihlerinin getirdiği tutukluktan kurtulmuş ve Farsça şiir sistemi tam manasıyla gelişerek kendi emniyetini tesis etmiştir. Daha sağlam ve daha güçlü büyük destanını meydana getirdiği İran şiirinin birinci dönemi gelip geçmiş ve şiir, yaklaşık yüzelli yıl dünyevi şeylerden yüz çeviren mutasavvıfların elinde Allah’a doğru ruhun ateşli ahlarından mürekkep aşkı terennüm etmiştir. Bu zaman zarfında İran’ın şairane (sanatlı) eda ile söylenen şiir sisteminde olduğu gibi İran tasavvufi-felsefi şiir sistemi de tam manasıyla işlenmiş ve organize olmuştur. Böylece Türkler, her ikisi de tam manasıyla gelişmiş iki şiir sistemi -şairane ve tasavvufi-felsefi- bulmuşlar ve bunları bütünüyle kabul etmişlerdir. Üstelik bu iki şiir sistemi birbiriyle uyum içindeydi. Şairler umumiyetle birer mutasavvıf ve mutasavvıflar da birer şairdi. Bunu da tabi nizamın bir parçası olarak kabul ettiler. Ve mutasavvıfların ifade şekilleri asırlar sonrasına kadar Osmanlı sairlerinin sermayesinin hiç de azımsanmayacak bir kısmı olarak varlığını sürdürmüştür.

    Biri Osmanlı şiirinin vücudu biri de ruhu olan bu iki şiir sisteminin menşeini araştırmak oldukça ilginç olacaktır. Fakat böyle bir araştırma bizi konumuzun dışına çıkaracağından, Türklerin bizzat verdikleri örneklerle sınırlı kalmamız ve her ikisini de hazır malzeme olarak kabul edip dikkatimizi tarihimizin başlangıcında bu duruma nasıl geldiğiyle değil de sadece ne olduklarına yoğunlaştırmamız daha uygun olacaktır. Birincisi olan şairane (sanatlı) şiir sistemini bir başka bölümde ele alacağız; ikincisi olan tasavvufi-felsefi sistem hakkında ise Osmanlı şairlerinin eserleri üzerinde çalışırken bize son derece yararlı olacak bazı şeyler söylemeye çalışacağız.

    İranlıların ve Türklerin ilm-i tasavvuf dediği, sufizm olarak da ifade edebileceğimiz bu tasavvufi-felsefik sistem ideal vahdet-i vücut düşüncesini çok ayrıntılı bir biçimde ele almıştır. İlm-i tasavvufun iki yönü vardır; biri felsefi, diğeri tasavvuf!. Gerçekte bir bütünün iki cephesi olan bu iki taraf birbiriyle çok sıkı biçimde örülüdür. Fakat yanar döner renkleri olan ve her ışık kırılmasında farklı renkler gösteren bir prizma gibi sufizm de bakış açısına göre, kabul edilen bu birliğin bir görünüşünü sunmaktadır. Sistemin kabul edilen öğreticileri (üstadları) olmamakla birlikte şairler bu bütünü tamamıyla tasavvufi açıdan kabul edip felsefi cihetine pek itibar etmemişlerdir. Bu sebeple Türkler arasındaki çeşitli felsefi akımlara temas edeceğimiz zamana kadar, felsefi yönü şimdilik bir kenara bırakıp hemen hemen bütün İran ve Osmanlı şairlerinin gerçek ilham kaynağı olan birincisinde yoğunlaşabiliriz. 

    Sufi sistemin fizik ötesi görünüşünü sunmaya çalışanlardan hiçbiri büyük İran şairi Câmî‘den daha başarılı olamamıştır. Yusuf u Zeliha isimli mesnevisinin girişindeki mükemmel bir bölümde kâinatın nasıl ve niçin yaratıldığından bahseder. Bu tevhidde hulasaten şunlar yer almaktadır: Allah, ezel ve ebedde eşi ve benzeri olmayan yegane vücud-ı mutlaktır. Var olan her şey O’nun varlığının birer yansımasıdır. O, hüsn-i mutlaktır. Buna benzer şeyleri öğrendikten sonra ancak mükemmel kâinat nizamının nasıl varlık âlemine çıktığım idrak edebiliriz; zira vücud-ı mutlakın aksine kâinat ebedi değil, geçicidir; ölümlüdür.

     Zaman var olmadan önce Allah, izzet ve celalini izhar etmeksizin bilinmez bir durumda (amada) cami idi. O’nun ifade edilemez güzelliğine bakabilecek ne kendinden geçmiş bir göz ne de heyecandan titreyecek bir kalp vardı. O’na bakmak ve O’nu sevmek için hiç kimse bulunmuyordu: Neva-yı dilberi bâ havîş mîsânt Kumâr-ı ‘âşıkı bâ havîş mîbâht (Aşk nurlarını kendi başına neşreder Aşkın kumarını kendi başına oynardı)

    Hepimizin çok iyi bildiği gibi güzelliğin belirgin hususiyeti, farz olunan şekil ne olursa olsun, yaratılış icabı kendisini teşhir etmek istemesidir. Bu suretle gizlenmeye tahammül edemeyen güzel bir yüz görülmeyi ister; benzer şekilde zihinde vuku bulan güzel bir düşünce veya kavram nazarlardan kaybolmaya tahammül edemez, dil ve sanat vasıtasıyla olabildiğince ifade bulmaya çalışır. Bunun böyle olmasının sebebi bizzat hüsn-i mutlak olan yaratıcının kendisidir ve yarattığı her şeyde de bu kendini gösterme temayülü vardır. Var olan her şey hüsn-i mutlakın tezahürünün yansımalarıdır. İşte kâinat da hüsn-i mutlakın kendini göstermek istemesinin bir sonucudur. Bu gerçek, Davud (a.s.)’ın “Ey Rabb’im insanı niçin yarattın?” sorusuna verilen ve şairlerin dilinden düşmeyen meşhur bir Hadis-i kudside şöyle dile getirilir: “Kuntu kenzen mahfiyyen en urefe fehalakate’l-halka li-urefe”(Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi arzu ettim, bu sebeple bilineyim diye halkı yarattım).

    Ancak, ilâhî olarak arzu edilen bu tezahür nasıl hasıl olmuştur? Her şeyin zıddıyla bilinmesi kabul edilmiş bir gerçek (aksiyom)dur. Bu suretle ışık kavramını şekillendirebilmemiz mümkün değildir; karanlık olmasaydı onu bilemezdik. İşte bu kuramdan hareketle mutlak varlık Allah’ın zıddı, zaruri olarak yokluktur. Vücud-ı mutlakın olmaması aynı zamanda hüsn-i mutlak, hayr-ı mahz (hayrın ta kendisi) gibi sıfatların da olmaması demektir. Fakat bunlar gerçek bir varlığa sahip olmayabilirler, zira bütün gerçek varlıklar vücud-ı mutlakta dahildirler; o da yoklukladır. Öyleyse yokluk, yalnızca özel bir maksat için9 uyandırılmış bir hayal bir fantazidir, vücud-ı mutlakın bir antitezidir; olumsuzluk .veya şer diyebiliriz. Doğulu mutasavvıflar, yaratılışın sırlarını izah ederken şerrin sırrım da izah ederler. Mutlak varlık yalnızca yoklukla bilindiğinden hayır da yalnızca şerle bilinir. O halde mutlak varlıkla hayr nasıl birse, yoklukla şer de birdir. Bu itibarla şerrin bir vücudu yoktur. Şer mahdud (sınırlı)  ve geçicidir; tezahürün şartları icabı bir süre gerekli olan bir hayaldir, kuruntudur.

    Tezahür hadisesi böylece ikmal edilir. Yokluk, varlığın zıddı olunca yokluk bir ayna gibi varlığı yansıtır.   Varlık ve yokluğun tabiatının mahiyetinde olan bu tezahüre şarta bağlı varlık denir ki hayatımız boyunca içinde olduğumuz ve bir kısmım teşkil ettiğimiz mevcudattan başka bir şey değildir. Bu sebeple kâinat, hakiki nesnel bir varlığa sahip değildir. Yokluk aynasında varlığın tezahüründen ibarettir. Bu durum, güneşin sudaki yansımasıyla daha iyi izah edilir. Güneşin sudaki tezahürü tamamen güneşin varlığına bağlıdır.  Güneş  gittiği zaman tezahür de kaybolur; tezahür tamamen güneşe bağımlı olduğu halde güneş ona bağımlı  değildir;   sonsuz   olarak  da  kendi  varlığından   en  ufak  bir   şey kaybetmeksizin bu tezahürü yenileyebilir. Su nasıl güneşin aynası ise yokluk da varlığın bir aynasıdır ve su üzerine akseden tezahür, mevcudatı simgelemektedir. Bu durum Gülşen-i Laz’daki10Şu beyitlerle de izah edilebilir: Adem âyîne-i hestî hest-i mutlak Kezu peydâsl aks-i tâbiş-i Hak :     Adem çün keşt-i hestî râ mukabil    Deru aksi şod ender-hâl hâsıl  (Adem aynadır, varlık vücud-ı mutlaktır, Onda Hakk’ın parlayan nuru tecelli eder. Adem, varlıkla karşı karşıya geldiği an bir akis hasıl olur.

    (    9.     Bu, Celâleddin-i Rumî’nin Mesnevi’ tinin birinci kitabında, beşinci hikayenin mevzuunu teşkil eder:

    Hüzn ü gam halk etti Hallak-ı Mecid/ Ta bu zıdd ile sürür ola bedid

    Geldi zıdd İle zuhura her nihan/ Çünki Hakkın zıddı olmaz lyan

    Nur evvel zahir oldu sonra renk/ Birbirinin zıddıdır çün rum u zenk

    Zıdd-ı nur etti sana tarif-i nur/ Zıdd eder zıdd ile eşyada zuhur

    Mesnevi’nin mahiyet ve sahası hakkında, Mr. E.H. Whinfield’in özet tercümesi iyi bîr fikir

    verebilir, Mesnevİ-i Manevi, The Spiritual Couplets of Mevtana Celâleddin-i Rumi, Tribüner

    and Co., 1887

    10.    Mahmud-i Şebisteri’nin GÜLSEN-! RAZ’ında şöyle ifade edilir: Adem âyine âlem aks u insan / Çü çeşm aks-i deruy şans pinhan Tu çesm aksî vü o nur-i dîdest / Bedîde dîde’i râ dîde dîdest

    (Adem aynadır, âlem onun aksidir; ve insan, o akisteki göze benzer, bebeğinde Cenab-ı Hakk’ın suretinin aksi saklıdır. Akiste sen gözsün, ve o (Cenab-ı Hak) gözüm nurudur, göz ile (insan gözü) gÖz(yani insan) gözü (yani her şeyi gören Allah’ı) görür.)

     

     

  • Osmanlı Şiiri-V

    Osmanlı Şiiri-V

    Yazan :  J.W.GİBB 

    Kitap: Osmanlı Şiir Tarihi

    Böyle bir zihni hal, bir İranlı için de son derece tabii iken, tamamıyla bir aksiyon adamı olan ve hiçbir zaman hayalperest olmayan bir Türk için oldukça yabancıdır. Bununla beraber böyle bir zihin durumunun akislerini Osmanlı şiirinde oldukça sık görürüz; bunun sebebi başka cihetlerde olduğu gibi Türk şairlerinin düşüncelerini, İranlılarınki ile bağdaştırmak için eserler meydana getirmeye çalışmalarıdır.

            İran’da ve Türkiye’de bulunan çok sayıda tarikat, üç aşağı beş yukarı tasavvufla ilgilidir. Her tarikat meşhur bir sofi ya da şeyhle başlayıp, ismini de genellikle bu kişiden alır. Bağlılarının her biri kendilerine sofi demekle birlikte birçok durumda tarikat liderinin öğretilerine pek az dikkat sarf ederler.

    www.şiir

    Bu son durum İran ve Türk şairlerinin ilginç uygulamalarına ilave bir güç verir, şöyle ki sûfîleri acımasızca itham edenlerin çoğu aslında sufinin ta kendisidir. Şairlerin görünüşte mantığa aykırı bu tutumları, birinci planda ilk sûfîlerin bilgi ve takvalarının kendilerine büyük bir şöhret sağlaması ve çevrelerine birçok müridin toplanması dolayısıyla, kendilerini sufi olarak tanıtan vicdansız bazı kişilerin de çevrelerine ehli sefahat ve iki yüzlü fanatikleri toplamalarına dayanmaktadır. Bu bilgisiz kalabalıklar da kendilerini haklan olmadıkları halde sûfî diye isimlendirmişlerdir. Şairlerin sufilere karşı hücum etmelerinin sebebi de bu cahil mukallit çoğunluğun kendilerini öyle tanıtmaları sebebiyledir.16

    Bu şiirin zahiri yönüne baktığımızda, Türk nazmının başlangıçta son derece basit ve sade olduğunu görürüz; ne zaman ki İran şiiri tesirini iyice gösterir, işte o zaman Türk şiiri de kendini bir tezyinat(süs,bezeme) yığınının ortasında bulur. Herkesin çok iyi bildiği gibi İran belagatiyle sanatı birbiriyle atbaşıdır ve özellikle dekoratiftir. Hüneri ise münhasıran (özel) teferruattaki güzelliktedir. Bütüne göre parçaların ikinci planda kalması gibi bir kaidesi yoktur. İran şiiri, üslubundaki gibi birbiriyle aykırı ve ilgisiz bir süs yığınıyla kaplanmıştır. Mecazlar, teşbihler, cinaslar, tevriyeler, telmihler vs. birbiri arkasından sanki okuyucuyu şaşırtmak için ellerinden ne geliyorsa yapıyormuşcasına sıralanırlar. Bu figürler tek tek zarif ve ustaca olabilir, ancak bir fikir şeklinde bütünüyle bir araya getirilememektedirler. Netice elbette parlak, hatta bazen göz kamaştırıcı olmakta ancak tahdit (sınırlandırma)  ve tedipten (düzenleme)  mütevellit (oluşmuş) bir kıymet bulunmamaktadır.

    İran şiiri bu hususiyetiyle de Orta Çağın hünerini göstermektedir. Doğu, bir bütün olarak, ele alınan konudan çok onun ayrıntılarına karşı daha hassastır. Bu zihnî tutum fizikî, maddî, bütün fenomenlerin varlığında devam ettirilir; gerçek bir doğulu ağaca bakıp ormanı göremeyen bir adam durumundadır. Sistemin felsefesini oluşturan iki ayrı cinsten (heterojen) birbirine karıştırılmış parçaların bir tek neticesini görürüz: Şiirin dekoratif unsurunu teşkil eden karmaşık ve birbirinden farksız tezyinat (süsleme,bezeme) mevzunun (konunun)  muhtelif (çeşitli)  safhalarının (aşamalarının) aynı şekilde idrak edildiği bu zihni faaliyet pratikte birçok tereddüdü de beraberinde getirir. Bu sebeple Batılılar; Doğulular hakkında fert veya millet olarak, bütün zeka ve cesaretlerine rağmen,  sebat sahibi –  kendilerine yabancı –  bu kişileri birçok hususta bu sebeple hiç de hak etmedikleri şekilde yargılarlar.

               İranlılarda olduğu gibi zoraki kavramlar ve her türlü müphem ifadeyle yüklü zevke düşkün bu şiir kaçınılmaz olarak son derece sun’îdir ve gerçekte bu sunilik şiirin en önemli hususiyetidir. Bu da tabi olarak bir samimiyetsizlik doğuracaktır. Başka milletlerin edebiyatlarında da dil ve hayal inceliklerinin ortaya çıkarılmasının takip edildiği dönemler olmuştur, dolayısıyla yukarıdaki yargımızın ne derece isabetli olduğu düşünülmelidir.

           Türklerin, büyük ölçüde de taklit ederek yeniden ürettiği İran şiiri, özellikle gazel ve mesnevi alanında oldukça şahsîdir. Şairler, harici nesnelerle nadiren beslenirler. Şiirlerinde içkiden, güzelliklerden, kadından, gülden ve bülbülden zikrederler. Bunlardan bahsetmelerinin sebebi büyük ölçüde bu varlıkların, şairin üzerinde bir tesir meydana getirmesinden* çok zihinlerinde bıraktığıdır. Belki de lirik şiirlerden beklenen de budur, fakat mesnevi hususunda daha objektif olunduğu söylenebilir. Sınırlı da olsa böyle olduğunu, özellikle ilk dönem şiirlerinde söyleyebiliriz.  Ancak hikâye -yüzlerce kez tekrar tekrar yinelenen- romantik aşk hikayeleri Farsça mesnevilerin en az ehemmiyeti haizdir. Fakat böyle yapılması da, şairin ya edebi kabiliyetini teşhir etmek istemesinden ya da sadece bir öğretiyi (doktrini) dile getirmek istemesinden, mazur görülebilir; üstelik hikâye bir alegorik unsur olarak tamamen de ortadan kalkmış değildir.

    Bu şiirin geleneklere de son derece bağlı olduğu görülür. Tavsiflerle ve teşbihlerle doludur; yüz, Ay’a; kamet, serviye; dudak, yakuta benzetilir ve usandırıcı bir tekrarla baştan sona yer alır. Aynı şekilde bol miktarda birbirini çağrıştıran unsurlar yer alır; bülbül zikredildiği zaman arkasından gülün geleceğini; sem zikredildiğinde pervanenin geleceğini bilirsiniz. Fakat bütün bunlara rağmen İran şiiri belirli sınırlar içerisinde fevkalade verimlidir ve hem düşünce hem de ifade yönünden fevkalade zariftir.

           Şiirin, İranlıların Türklere sunduğu bu tabiatı ırk özellikleriyle ahenk içinde olmamakla beraber bütünüyle kabul edilmiştir. Bu sebeple ilk Osmanlı şairleri ve onların halefleri Türkçe kelimelerle İran şiirinden pek farklı olmayan bir şiir meydana getirmek için bütün gayretleriyle çalışmışlardır. Fakat elbette bu, şuurla gidilen bir hedef değildi. Şiirde millî hisleri yok denecek kadar azdı. Şiir onlar için, ifade ettikleri dilde, ortak kültürün bölünmez bir bütünüydü.

        Daha önce İran şiir ruhunun birçok yönden Türk tabiatına yabancı olduğunu söylemiştik; özellikle iki haslet Türk mizacına tamamen zıttır. Türk mizacı sade, İran’ınki ise zariftir. Türk halk türküleri objektiflikte ne kadar aşırı ise İran nazmı da sübjektiflikle o kadar aşırıdır. Türk şiiri zaman zaman zayıf çığlıklar atmaya çalışmışsa da yaklaşık dört yüz yıl İran şiirinin hakimiyeti dolayısıyla kuvveti kesilmiş ve uygulamada sessiz kalmıştır. Ancak on sekizinci yüzyılın başlangıcında milli ruh şiirlerde daha açık ve ısrarlı bir şekilde yankılanmaya başlamıştır. Şairler, sadece Farsça kitaplarda okudukları şeyleri değil, kendi gördükleri ve hissettiklerini terennüm etmekten belli bir zevk almaya başlamışlardır. Mısraları daha şen ve mesut bir hava kaplamaya, hayatın zevklerinden ve hayattan, daha tabi bir sürur oluşmaya başlamıştır. Daha sade, zevkli ve neşeli Türk ruhu menfez bulmuş; doğrusunu söylemek gerekirse Türk şiirinde artık fısıldamaya başlamıştır. Ancak İran şiirinin etkisinden de henüz kurtulabilmiş değildir. İran geleneğinin her türlü izlerini, reformcuların nisyan zindanına süpüreceği vakte kadar da birçok çatlak ve lekeler halinde bozuk bir şekilde varlığını sürdürecektir.www.Gorgon

    Fikir ve sanat hayatında ürkek adımlarla önderliğini sürdüren, gerçekte de son derece yararlı ve yardımcı olan İran kültürü umumi olarak Türkler için hâlâ talihsiz bir yüktür. Bütün güzellik ve asaletiyle kuşattığı edebiyatta hâlâ milli ruhu felç eden bir Gorgon17 gücüne sahiptir. İran Şiirinin diğer dillerdeki hakimiyeti de, mesela Tatar, Afgan, Urdu, Osmanlıların ilk dönemlerindeki gibidir. Her halükarda milli ruh sessizdir, konuşan ruh, bütünüyle olmasa da, İran ruhudur. İran Şiirinin diğer dillerdeki hakimiyeti de mesela Tatar, Afgan, Urdu, Osmanlıların ilk dönemlerindeki gibidir. Her halükarda milli ruh sessizdir, konuşan ruh, bütünüyle olmasa da, İran ruhudur.

    Osmanlı şiirinin tam teşekkül etmeye başladığı sıralarda yaratıcı İran dehası asla kurtulamayacağı bir kısırlığa maruz kalır. Bütün gayret ve kararlılığıyla 15. asırda İran şiiri ne ise bugün de odur. Ara dönemlerde çeşitli aşamalardan seçmiş, fakat bu sadece kelime seçimi ve ifadede ufak değişiklikler olarak kalmıştır. Asla köklü bir değişiklik ve yeni bir hayat ifadesi olmamıştır. Câmî’nin döneminde şairler ne söylemişlerse, zaman zaman ifade şeklini ve mecazları değiştirerek, fakat asla öze dokunmadan ve yeni temalar ilave etmeden aynı şeyleri söylemeye devam etmişlerdir.           Bu suretle Türk şiiri, Türk mizacını yorumlamadan, yeni fikir ülkeleri fethedemeden kısır döngü içerisinde belagat şaheserlerini daha ince ve görkemli bir şekilde yüzyıllarca dokumaya devam etmiştir. İran etkisinde kalan şairlerin kaba Tatar dilinden son derece parlak ve görkemli bir edebi dil geliştirdikleri, estetik zevk alınabilecek bir ahenge ulaştırdıkları doğrudur. Fakat bu güzel dil, o kadar sun’î ve günlük dilden o kadar uzaktır ki, alelade bir insanın okuyup anlaması veya telaffuz etmesi son derece güçtür.

             Dolayısıyla Osmanlı şiirinin geniş halk kitlelerine kapalı olduğunu söyleyebiliriz. Özel bir eğitim almadan bu dili anlamak imkanı yoktur. Binaenaleyh şairler ya kendileri için ya da saray çevresi için yazmışlar; geniş halk kitlelerini nazarı dikkate almamışlardır. İran kültürünün zirvede olduğu sıralarda şair olabilmek normal eğitimin ötesinde bir eğitimi gerektiriyordu. Bu sebeple eğitimin derin ve bunu söyleyen belagatin gösterişli olduğu, şiire kıymet verilen dönemde uygulayıcıları da büyük ölçüde ulema, aydın sınıfından kişilerdi.

         Böyle bir şiirin kusurlarını -taklit, muğlaklık ve teklik(şahsilik) – sayıp dökmek son derece kolaydır, fakat hünerlerini saymak o kadar basit değildir. Zira bu şiir her şeyden önce bir sanattır. Ve herhangi bir türden bir sanat eserinin hünerini takdir etmek de onu tanımlamaktan daha başka bir şeydir. Eski şairler ilk planda birer üslupçudur (stilist) ve bu şairlerin dilini bilmeyenlere üslup inceliklerini ve güzelliklerini açıklamaya çalışmak boşuna bir gayret olur. Bu şairler için üslup, tavır, konudan önce gelir; söyleyecekleri şeyin ne olduğu onları daha az ilgilendirir önemli olan nasıl söyleyecekleridir. Dolayısıyla bir yığın sınırlı sayıda tema onlara yüzyıllarca kafi gelmiştir. Sürekli artan dil güzelliğiyle sürekli incelen hayal zenginlikleriyle tekrar tekrar aynı temaları sunmuşlar, zevk sahibi ve münevver sınıfın anlayabileceği, parlak zekalarının ve ses armonilerinin teşhir edildiği eserler meydana getirmişlerdir. İran şairlerinin izinde giden Türk şairlerinin hedefi buydu ve bunu fazlasıyla başardılar.

     ( 16. Karışıklığa meydan vermemek için bu eserde sufi yerine mutasavvıf terimi kullanılacaktır; Türk şairlerince umumiyetle bu mukallitler için “sofu” ifadesi kullanılmaktadır. Gerçek mu­tasavvıflardan bahsederken bu muğlak sufi (sofu) terimini kullanmaktan kaçınmışlardır. Daha çok uşşak, ehl-i tasavvuf, ehl-i batın, meşayih terimlerini kullanmayı tercih et­mişlerdir.)

     (  17.    Kendisine bakıldığında bakanın taş kesildiği sanılan yılan saçlı üç kadından biri .)

  • Bozbaytal

    Bozbaytal

    Çeviri: Özcan ATAR

    Yılkıcı[1] bugün de Bozbaytal’ı Toru aygırdan zor ayırabildi. Kısrak evin yanına geldikten sonra biraz kendine geldi. Yılkıcı:”haram olsun inatçı! Ne o Torunu beğenmedin mi? O Çabdar’a benzemiyor mu? Ona zaten benzeyemezdi ki… Çabdar aygırın gülü idi. Şimdi o yok artık. Ebediyen yok…eh! bugünlerde Toruyu beğenmezsen o seni çiğneyip ezecek.” diye homurdanarak Toru aygırın ısırdığı ve ayaklarıyla teperek yaraladığı yerlerine ilaç sürüyordu.

    “Çabdar” sözünü duyan Bozbaytal’ın, sevgili aygırı hayalinde canlandı. Birden göz yaşları boncuk boncuk dökülmeye başladı. İçi kederle doldu. Burnuna Çabdar’ın kokusu gelmiş gibi titredi ve bir şimşek çakması gibi onunla geçirdiği anları hatırladı.

    Bozbaytal o zamanlar daha 3 yaşında bir taydı. Yaz ayının bütün güzelliği ile gözler önüne serildiği zamandı. Yayla akşamında her yer çiçeklerle kaplanmıştı, hayvanlar otluyordu. Çabdar işte böyle bir günde geldi komşu sürüden. Yelesi ve kuyruğu altın gibi sapsarı idi. Yürüdüğünde yeleleri dalga dalga savrulur, kuyruğu koştuğunda bayrak gibi dalgalanırdı. Bu görünümü doğrusu ona pek yakışırdı. Bir sürü kısrak arasında hemen göze çarpardı. O bir “akan altın yıldıza” benzerdi. Kısraklara hiç kaba davranmazdı. Her kısrak ona yaklaşmak ve hep onunla olmak isterdi. Onun kişnemesi bile bir başka güzeldi…heybetli bir sesi vardı. Kısrakların çok hoşuna giden bu heybetli sesi Bozbaytal henüz duymamıştı. Çabdar korkusuzdu ve sürüsünü başka aygırlardan korumasını bilirdi. Hele bir yaklaşsın ısırır, teperdi başka aygırları.

    Bozbaytal Çabdar’ı ne zaman görmüştü… bir yaz günüydü Bozbaytal Çabdar’ın gök gürlemesi gibi gür sesini işitti. Bu sesi duyunca güzel gözleriyle ona bakıp kaldı Bozbaytal. Sonra tekrar otlanmaya başladı. Az sonra bu güzel sesi tekrar işitti. Sesi duyan Bozbaytal’ın vücudu tir tir titremeye başladı. Bozbaytal batmakta olan güneşe uzun uzun baktı. Bozbaytal bu kadar güzel sesi daha önce hiç duymamıştı.

    İçini titreten bu sesi Bozbaytal artık günün belli vakitlerinde duymaya başladı. Sanki bu ses onu bir yerlere davet ediyordu. Bütün vücudunu bir heyecan sarmıştı. Yavaş yavaş sürüsünden ayrılmaya başladı Bozbaytal. Bir gün tepeye çıkmıştı ve onu çağıran sese bakarken sürünün içinde altın gibi parlayan bir aygır göründü. Tam o anda aygır kişneyiverdi. Bu, son günlerde Bozbaytal’ı heyecanlandıran içini titreten “akan yıldızın” sesiydi.

    Bozbaytal bundan böyle, aygırın bulunduğu sürü tarafına bakar oldu. Ne zaman aygırın bulunduğu sürüye kaçsa sahibi onu alıp tekrar sürüsüne geri getiriyordu. Bozbaytal’ın ilk gördüğü güzel görüntü onun göz önünden hiç gitmedi. Dağın öbür tarafından “akan yıldızın” sesini duysa onun hayali canlanırdı.

    Yılkıcı Bozbaytal’ın her kaçışında  peşini bırakmıyor onu tekrar sürüsüne getiriyordu.Bir gün Bozbaytal kendi sürüsünden akan yıldız’ın sürüsüne kaçıp gitti. Dağdan aşağıya inen yamaç yolda gelirken Çabdar onu uzaktan görmüştü. Şaşkın ve ilgiyle ona bakıyordu. Sonra Baytal’a doğru yöneldi. İkisi yamacın bittiği yerde buluştular. Çabdar gözlerinden nur saçan bu güzel tayın etrafında bir defa dönüp onu koklamıştı. Baytal’ın kokusu tertemizdi. Çabdar gök gürlemesi gibi sesiyle kişnedi ve Baytal’ı sürüsüne doğru sürmeye başladı.

    Sürüdeki kısrakların hepsi birden onlara bakıyorlardı. Çabdar Baytal’ı sürüye kattıktan sonra yayılan kısrakları geri çevirmek için gitti.

    Sürüdeki kısraklar Baytal’a şaşkınlık, kıskançlık ve nefretle bakıyorlar bazıları ısırıp bazıları teperek yanlarına yaklaştırmıyorlardı. Böylece onlar Baytal’ı kenara itmeye çalışıyorlardı. Yayılan sürüyü geri toplayan Çabdar burnunu havaya çevirmiş bir halde Bozbaytal’ın yanına geldi: “ Bir kere daha kokladığı Baytal’ın tertemiz kokusu aygırın kafasını döndürdü. O anda aygırlık, kıskançlık ve bencilliği uyanıverdi ve heybetli sesiyle bir daha kişnedi. Ama o sırada sopasını eline alan Bozbaytal’ın sahibi gelip onu kendi sürüsüne kovaladı. Baytal acele etmeden arkasına bakarak yürüyordu. Kendisine ilgiyle bakan  akan yıldıza dönüp tekrar baktı.

    Aygırın ipek gibi yelesi ve kuyruğu yere dökülmüştü. Sağ ayağıyla yeri eşiyor ve Baytal’a bakıp kişniyordu. “Akan Yıldız” kendi sürüsünde bir yıldız gibi göz kamaştırıyordu.

    Baytal her gün boynuna bağlanmış bir iple aygırın bulunduğu sürüye kaçıyordu.Yılkıcı, Baytal’ı her gün kendi sürüsüne geri getirmekten bıkıp usandı ve diğer sürünün yılkıcısına ‘Bozbaytal nedense sizin sürüye kaçıyor. Onun peşinden gelmekten bıktım artık. Eğer rahatsız olmazsan o burada kalsın. Kurtlardan ve yırtıcı hayvanlardan korunsun yeter’ diye rica etti. Böylece Bozbaytal “Akan Yıldızın” sürüsünde kaldı. Şimdi artık Bozbaytal akan yıldızı istediği kadar görebiliyordu. İlk günlerde aygır Bozbaytal’ın kokusuyla semirdi güçlendi Gök gürlemesi gibi kişniyor, nazlanıyor, zıplıyor, şımarıyordu. Doğrusu yılkıcıya çok zahmet verdiriyordu.

    Bazen Baytal’ın yelesini ısırıyor bazen kafasını Bozbaytal’ın boynuna koyuyordu. Bütün bunlar Baytal’ın en güzel duygularını uyandıran sevgisini arttıran en mutlu anlardı.

    Bu yaz Baytal çok keyifliydi. Vücudu çabuk etlendi, renklendi. Güzel bir endam ortaya çıktı. Çabdar her zaman onun yanında bulunuyordu. Birlikte otlar, su içer, oynarlardı. Eğer aygır biraz uzaklaşsa bile Baytal hemen yanına gelirdi.

    Geceleyin çimenlere kırağı indi, sonbahar geldi. Yayladaki otlar kışlağa çekilmeye başlandı. Bozbaytal’ın sahibi de gelip onu kendi sürüsüne getirdi. Bir günden sonra Bozbaytal yılkıcılarıyla birlikte batıya doğru göç etti. Bozbaytal korkunç bir sessizliğe gömüldü. Etrafındaki atlara rağmen kendini yalnız hissediyordu. Aklına her an akan yıldızı ve onun gök gürlemesi sesi, nazik davranışları geliyordu. Bozbaytal  hayatının en zor bir dönemlerini yaşıyordu. akan yıldızın hasreti onu günden güne eritiyordu. Parlayan yünleri buruştu. Kunan Baytal beş yaşına geldiği halde hâlâ bir tay gibiydi. Onun için kimsenin dikkatini çekmiyordu. Yılkıcı için de onun sağ olması yeterliydi.

    Sonbahar geçti ve kış ayları tekrar geldi. Günler ilerledikçe Bozbaytal’ın hasreti daha bir arttı, gözlerinden durmadan boncuk boncuk yaş akıyordu. Akan yıldızın hayali, sesi Bozbaytal’ın yelesinden ısırıp oynadığı zamanlar, birlikte otladığı, su içtiği anlar hep göz önüne geldi. İşte böyle zamanlarda Bozbaytal rahatsız oluyor, sürüsünde sevgilisini bulamayınca acı acı kişniyordu.

    Fakat bu hüzünlü sese bir karşılık kim karşılık verecekti . Baytal akan yıldızın hasretini kış ayında da çekti.Bu hasret Baytal’ı o kadar ezdi ki hiçbir şey yemediği günler olurdu. Vücudu o kadar zayıflamıştı ki ayakları onu götüremiyordu. Bu haldeyken bile o akan yıldızını hiç unutamıyordu. Bilkis onu daha çok görmek istiyor hasreti gittikçe alevleniyordu. İlkbaharın çimenleri yetişmeye başladı. Mavi gökyüzü pamuk gibi beyaz bulutlarla kaplanmış, yeryüzü kırmızı çiçeklerle bezenmiş, dağlar da çimenlerle bürünmüştü. Bozbaytal biraz kuvvetlendi etlendi bıştıya[2] benzemeye başladı. Yılkıcıları sürüyü dışarıya çıkardığı zaman Bozbaytal sürünün aygırına boyun eğmiyordu.

    Yılkıcılar üç günde zorla Akşam yaylasına ulaşabildiler. Akşam yaylası çimenlerle ve rengarenk çiçeklerle bürünmüş, bütün güzelliği ile serilmişti. Bozbaytal Gökyüzüne çiçeklere bakıp köknarın kokusunu alınca aklına geçen yaz geldi. Akan yıldızını çok özlemişti. Bu yaz Baytal başka aygıra verilecekti. Bu yüzden yılkıcının sıkı kontrolü altındaydı. Bu sürünün aygırı Ker Kaşka güzeldi güzel olmasına  ama on yaşına gelmişti ve biraz da ihtiyarlamıştı. Hâlâ genç aygırlara yol vermeyen heybetli bir duruşu vardı. Aygır Bozbaytal’ı keşfetmiş sürü içerisinde takip eder olmuştu. Fakat Bozbaytal’ın cinsî isteği  yoktu.

    Bu sene dağın öbür tarafındaki sürüye akan yıldız nedense geç gelmişti ama Bozbaytal onu ilk geldiği gün hemen hissetmişti. Onun  sesini işitince Bozbaytal başını dağın o tarafına çevirmiş uzun süre o tarafa bakıp kalmıştı. İşte akan yıldızın sesini bir kere daha işitti. Bozbaytal bir anda heyecanlandı. Kalbi atıyor ve o tarafa devamlı bakıyordu. Oraya mıhlanmış gibi hissediyordu kendisini. Fakat Ker Kaşka ve yılkıcıdan dolayı o tarafa gidemiyordu. Ker Kaşka yayılan kısrakları toplamaya çalışırken yılkıcısı ise atının ayaklarını tuşaklayıp otlatmaya çalışıyordu. At tepede yatıp kalmıştı. Bozbaytal akan yıldızın sesini her duyduğunda rahatsızlanıyor olduğu yerde duramıyor sürünün bir başına bir sonuna gidip geliyordu. Bozbaytal buradan kaçmayı düşünüyor ama bir türlü fırsat bulamıyordu. Böylece bu gün de yarın da uygun bir zaman bulamadı.

    Bir gün bir şafak vaktinde sinsice sürüden ayrıldı ve dağların öbür tarafına Akan Yıldızına kaçtı Bozbaytal. Dağın diğer tarafında akan yıldızın sürüsü geçen yazdaki yerde kaygısızca otluyorlardı. Dağdan aşağıya inen yamaç yolda başka bir atın ayak sesini duyan Çabdar kulaklarını dikti. Hemen o yöne baktı Bozbaytal’ı görünce ne zaman nerede onu gördüğünü hatırlamaya çalışıyormuş gibi dişlerini gösterip kişnemeye başladı. Sonra Baytal’ın yanına geldi. Böylece ikisi yine geçen sene buluştukları yerde karşılaştılar. Çabdar Bozbaytal’ı tanıdı onun büyüdüğünün farkına vardı. Çabdar Bozbaytal’ı koklayıp kişnedi gür sesi dağlarda yankılandı. Bozbaytal’ın gözleri parladı ve aygırını doyasıya kokladı.

    Çabdar’ın  kokusu  Bozbaytal’ın tüm vücudunu eriyen kurşuna döndürdü .

    “ Bu sene oğlumu evlendireceğim dedi” bir gün Bozbaytal’ın yılkıcısı. Başka sürünün yılkıcısına “Boz Baytal’ın kemikleri daha iyi. Eğer istersen başka bir ata onu değiştirebilirsin. Akıllı bir kısraktır o. Ama nedense geçen seneden beri hep senin sürüne kaçıyor. Artık peşinde koşmaktan bıktım. Bu sene de senin aygırına kaçmış. Hadi bakalım onu beğenirsen yerine düğün için başka bir kısrak ver” dedi. Onun söylediklerini diğer yılkıcısı da uygun gördü. Çünkü ona hangi at olursa olsun sağ olması önemliydi. Böylece Bozbaytal Akan yıldızın sürüsünde kalmıştı.

    Bozbaytal etlenmiş ve yünleri parlamaya başlamıştı. Her zaman akan yıldızın yanındaydı. Birlikte göle giderler göl kenarlarında çalının arasında aylı gecelerde yan yana gezerlerdi. Böylece hayatın en tatlı günlerini yaşıyorlardı. Şafakla batan günle gündüzle geceyle hiç ilgilenmiyorlardı. Sarı yaprak saçan altın mevsim sonbahar gelip çatmıştı. Bütün kısrakların istekleri dinmişti. Bozbaytal Çabdar’ın sürüsüyle birlikte hiç tanımadığı yerlere Narın ırmağının kenarıyla kısraklara katıldı.

    Bu sene kış oldukça hafif geçti. Arkasından hemen ilkbahar geldi. Bozbaytal ilk tayını bu baharda doğurdu. Kuluncağızı çok güzeldi. Çabdar gibiydi.

    Bir süre sonra atlar Köl-tör’e geldiler. Geçen sene olduğu gibi Bozbaytal’ın mutlu hayatı gene başladı. Bu sene de ikinci yavrusu oldu. Birinci doğurduğunda Bozbaytal’ın sütü azdı ve yavrusunu zor doyuruyordu. İkinci senede sütü çoğaldı. Kulunu celege[3] bağlandı kendisi de sağılacak atların arasına girdi. Bozbaytal’da annelik sevgisi çok güçlüydü. Önceden Çabdar’ı seviyor nasıl yakın buluyorsa sonra da tüm bu sevgisini kulununa verdi. Başka kısraklar gibi olsa bile Bozbaytal akan yıldızı unutmadı. O istediği zaman Çabdar’ın yanında bulunabilirdi.

    Felâketin nereden geleceği belli olmaz ki!

    O sene kış daha sert oldu. Hayvanlara kurtlar saldırır oldu. Birinin atlarına kurt gelmiş,bu kadar kısrağını yemiş, böyle yapmış şöyle olmuş gibi dedi kodular çoğalmıştı.

    Fırtınalı bir gecede sürü bürküt Uya dağının kuytusunda duruyorlardı. Birden yan taraftaki atlar ürktüler ve ön tarafa doğru kaçmaya başladılar. Kurtlar! Çabdar kurtlara doğru koştu ve atlara saldıran kurdun üstüne doğru koşup şahlanarak heybetli sesiyle kişnedi. Atların peşine düşen kurtlar biraz durakladı ve Çabdar’ın etrafını sardılar. Kurtlar gittikçe çoğalıyordu. Kaçan sürü kendi barınağına girmişti. Evinde oturmakta olan yılkıcı aceleyle giyinip tüfeğini aldı ve atına binerek dağa doğru yöneldi.

    Çabdar, kurtların içinden çıkarak şaşkın bir hâlde koşmaya başlamıştı. Arkasında birçok kurt koşarak onu takip ediyordu. Öylesine şiddetli esen fırtınadan hiçbir şey görünmüyordu. Aygır koşa koşa hiç tanımadığı bir tepeye çıkmıştı. Kurtlar da aygırın ayaklarına sarılmıştı. Kalın tuyağı[4] ile kurtları tepiyor, onları kendine yaklaştırmıyordu. Aniden bir kurt Çabdar’ın sol tarafından yaklaştı. Çabdar ondan kaçmaya çalışırken taşlara ayağını vurdu. Bu fırsatı iyi değerlendiren arkasındaki kurtlar ona yetişti.Birisi aygırın boğazını ısırdı. Aygır durmadı daha var gücüyle koşmaya başladı. Yarasından akan sıcak kanın kokusu aç kurtları delirtti. Etrafını kuşatan kurtlar bir türlü aygıra yetişemiyorlardı. Aygır da delirmiş gibiydi. Çok hızlı koşuyordu. Kanı da hiç durmadan akıyordu. Fakat aygır gittikçe gücünü kaybetmeye başladı. Tuyakları yerin üzerinde değil adeta havada koşuyormuş gibiydi. Sanki aygıra kanat takılmış da uçuyor gibiydi.

    Sabah aygırın vücudu Kızıl Yerde bulundu. Aygır yüksek bir kayadan uçmuştu. Bu olaydan sonra Bozbaytal akan yıldızın ölümüne çok üzüldü. Sürüye sığmıyormuş gibi kendini kötü hissetti. Sanki akan yıldız o dağların bir tepesinde sanki akan yıldız kendini bekliyormuş gibi sanki akan yıldız otluyor, sanki oralarda geziyormuş gibi onu aramak istiyor, sürüden ayrılıp dağlarda gezdiği günler oldu. Baytal’ın gittiği yerlerden yılkıcı onu tekrar buluyordu. Bazen uyurken akan yıldızı görür rüyalarında. İkisi dağlarda su kaynaklarında eskisi gibi birlikte gezerlerdi. Fakat uyanınca akan yıldızın hayali göz önünden kaybolur gider kendini kısraklar içerisinde yalnız hissederdi. Sonra gözlerinden damla damla yaşlar aşağı doğru yuvarlanırken o kadar çok ağlardı ki göz yaşlarının izi yüzünde kara bir leke oluşturmuştu. Akan yıldıza olan hasreti Bozbaytal’ı bütün kış boyunca ezdi.Ona olan hasreti doğurduğunda bile dinmedi, tersine alevlendi . Baytal hiç otlamıyor giderek gücünü yitiriyordu. Onun bu hasretine bir de Toru aygırın zorluğu eklendi.

    Çabdar kayalıktan uçtuktan sonra yılkıcı bu sürünün başına hangi aygırı koyacağını bilemedi. Yeni aygır Çabdar gibi olmalıydı. Ondan olacak kulun da iyi olmalıydı. Fakat Çabdar gibi aygır bulamadı. Sonunda Toru aygırı satın aldılar. Toru aygır büyük ve kabaydı. İşte Bozbaytal onun bu kabalığını hiç sevmedi. Bu aygırın ne sesi ne de görünümü Çabdar’a hiç benzemiyordu. Bozbaytal onu yanına hiç yaklaştırmıyordu.

    Hayat böyle işte…

    Kısrakların hepsi bu sene doğurdu. Ama Toru aygırı istemeyen sadece Bozbaytal’dı. Böylece Toru aygır da ona bir düşman gibi davranmaya başladı. Bazen aygır Bozbaytal’ı çiğneyecek olduğunda yılkıcı gelir onları ayırırdı. Toru aygırın eziyetinden usandığında Bozbaytal dağları aşıp tayıyla birlikte önceki sürüsüne kaçtı. Fakat yılkıcısı onun arkasından haykıra haykıra geri kovalayıp geldi. Böylece ne kadar kaçarsa kaçsın ne bu sürüden ne bu aygırdan kurtulamadı. Bugün de her nefes alışında kaburgaları ağrıyor, Toru’nun ısırdığı yerler de canını acıtıyordu.

    Bozbaytal sallanarak yürüyüp çadırın arkasında akmakta olan kaynaktan su içti. Kaynak da sanki ona bir şeyler anlatarak ağlıyormuş gibi göründü. Çabdar’la birlikte buraya gelerek su içtiği anları hatırladı. Gözlerinden yaşlar boncuk boncuk akıyor, kafasını eğmiş duruyordu. Fakat Toru’nun arkadan yaklaşan sesi bu sessizliği bozdu. Toru her zamanki gibi kabaca yaralı ve zayıf Bozbaytal’ın etrafında dönüyordu. Bozbaytal birden kaçtı. O zaman sinirlenen Toru aygır Bozbaytal’ın yelesinden ısırarak onu kendine doğru çekti. Kısrak yere düştü. Kalkmaya dahi gayret göstermedi. Sadece boynunu çevirerek aygıra yelesini ısırtmamaya çalıştı. O anda evden çıkan yılkıcının karısı Bozbaytal’ı kalın tırnaklarıyla vurarak kaldırmaya çalışan aygırı gördüğünde eline bir sopa alıp onlara doğru koştu. Yılkıcının ailesi Bozbaytal’ı korumaya başladı. Yazın en sıcak zamanıydı. Bozbaytal’ın koşma zamanı geldiğinde onun kokusu Toru atı hareketlendiriyordu. Onun istediği sadece Baytal’dı.

    Yılkıcı Baytal’ı ne kadar korumak istese de su içmeye geldiğinde Bozbaytal Toru’ya yakalanıyordu. Üç defadır yılkıcı onları zorla ayırmıştı. ‘Bulaşan hastalık sonunda alır’ denildiği gibi bu kaygılı olay kışlaya göç edeceğiz derken meydana geldi. Uzun zamandır yağmur yağıyordu ve batıdan gelen rüzgar yağmuru kara dönüştürmüştü. Yaylanın bir tarafındaki atlara bu gece kurtlar bastı. Onların ulumaları bütün sessizliği bozdu. Rahat yatmakta olan sürü birden ürktü. Biraz sonra uluyan kurt sesleri daha da çoğaldı. Sürüdeki atlar yılkıcıya da bakmadan aşağı doğru koşmaya başladılar. Bu sürüyü koruması gereken Toru aygır kendi sürüsünü korumak aklına bile gelmedi. Kendi canını kurtarmaya çalışarak ürken atların en önünde koşuyordu.

    Hayvan hayvandır. Ne kadar akıllı olursa olsun böyle bir durumda bir hayvanın yapacağı ilk hareket kaçmaktır. Kurtların korkunç sesi Bozbaytal’ı da korkuttu. Bozbaytal yaralı olmasına rağmen sürüyle birlikte kaçmaya çalışıyordu. Bu korku onun hastalığında da güçlüydü. Hatta koşarken hastalığı bile aklına gelmedi.

    O zaman Sarala atını koşturarak gelen yılkıcının en büyük oğlu atların önüne geçmeye çalıştı. Yılkıcı ise kurtları tüfeği ile ateş açarak kokutmaya çalışıyordu. Bu yukarı dönen atların arasında Toru da vardı. Kurtlardan korkusu giden Toru şimdi de yayla tarafına doğru yönelmişti. O anda yukarıdan aşağı doğru esen rüzgar Bozbaytal’ın kokusunu ona ulaştırdı.

    Burnuna kısrağın kokusu gelen Toru aygır bütün vücudunu döndürüp yukarı doğru bakmaya başladı. Toru aygır Bozbaytal’ın sürü içerisinde olduğunu anladı ve hemen atların arasından yürüyerek Bozbaytal’ı aramaya başladı.

    Bozbaytal su kenarındaki yoldan yukarı doğru yavaşça gidiyordu. O anda Toru aygırın ayak seslerini duydu ama halsiz ve zayıf Bozbaytal hiçbir yere kaçamadan Toru arkasından geldi. Bozbaytal canı acıdığı için acıyla kişnedi. Sürünün içinden kulununun sesini duydu. Tayı o kargaşalıkta kaybolmuştu. Bozbaytal koruyacak birisi bulunmuş gibi bir daha kişnedi. Kendine doğru gelen kulununun sesini işitti. Toru Bozbaytal’a tam şu yolda yakalayacaktı. Kısrak kaçmaya çalıştı ama kaçamadı. Uzun süre çiftleştiler. Bozbaytal artık kan içinde kaldı, gözleri hiçbir şey görmüyor, başı dönüyordu. Halsiz bacakları birden yere çöktü. Aygır şimdi ayaklarıyla ona vurmaya başladı. Tırnakları kısrağın kaburgalarına batıyordu. Bozbaytal kendini kaybetti. Sinirlenen aygır Baytal’ı kaldırmak için yelesinden ısırıp aşağı yukarı çekiyordu. Kısrak hiç kalkmadı. Tırnaklarıyla başına gözüne vuruyordu. Zavallı kısrak. Etrafında koşan kulununun sesini bile duyamadı. Bozbaytal başka bir dünyaya gidiyormuş gibi hissetti kendini.

    Bütün gece kurtları kovalamaya çalışan yılkıcı yıldızlar sönmeye, şafak ağarmaya başladığında sürüsüne geldi ve bu hazin olayı gördü. Yılkıcı bugüne kadar Toru’ya kendini vermiyor diye Bozbaytal’ı suçlamışsa da bu olayı gördükten sonra gözü açılmış gerçeği gözmüş ve Bozbaytal’a hak vermişti. Bozbaytal’ın yapısını, iç alemini ancak anlamıştı. İhtiyar yılkıcının gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Çizgili yüzü yaşlarla doldu. Bel ki o da yıllar önce ölen karısın hatırladı. Karınsın ona yadigar kalan şu büyük oğluydu. Artık çocuklarına sevgi sunamadan son yıllarını büyük maddi sıkıntılar içerisinde yaşıyordu yılkıcı.

    Niye bu kadar ağlıyordu bilinmez. Babasının bu halini görence oğlu da bir o kadar üzülmüştü.

    Bozbaytal ölecekti. Baba oğul anladılar onun öleceğini.

    -Baba haram murdar olmadan keselim Bozbaytal’ı dedi oğlan.

    – Hayır! Diyerek kesti oğlunun sözünü. Sıcak göz yaşlarını eliyle silerek:

    – Bunu ben yapamam, dedi.

    O ana kadar sessiz sessiz ağlayan yılkıcı hıçkırıklarına hakim  olamadı. Hem ağlıyor hem konuşuyordu.

    – Zavallı Bozbaytalım. Sen insandan daha akıllı bir yaratıkmışsın. Bunu kesmeyeceğim oğlum. Bu ata bir insan gibi saygı göstereceğiz. Bozbaytal’ın önünde her ikimiz de insanlık farzımızı yerine getirmeliyiz!

    Oğlu da ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Sürülerin içindeki Toru ata büyük bir nefretle dik dik bakıyordu.

    Şafak sökmek üzereydi. Gök yüzündeki bulutlar dağılmaya başlamıştı. Rüzgar yukarı bayırlardan esiyordu. Kesif bir süt kokusu geldi Bozbaytal’ın burnuna. Biraz dirilir gibi oldu Baytal. Dağlar, tepeler, yaylalar, akşam vakti Köl-För yaylasının muhteşem manzarası canlandı hayalinde. Hele Çabdar’la geçirdiği anları hatırlayınca var gücüyle yerinden kalkmak için çaba gösteriyordu fakat nafile, bir türlü kımıldayamıyordu.  

    Son bir gayretle başını kaldırdı. Sevdiği yaylalara baktı. Sanki Çabdar’ın sesini duyuyordu. Çabdarı’nın hayali, onun gür sesi onu çok uzaklara çağırıyordu. Yavaşça ölürken kuyruğunu rüzgarlarda savuran “kayan yıldızını” gördü Bozbaytal.


    [1] At bakıcısı

    [2] Dört yaşına basan at

    [3] atların bağlandığı yer

    [4]atın tırnağı