Yazan: Özcan ATAR
Bugün Aydın sokaklarında dolaşırken aklıma bundan 100 yıl önceki hali geldi. Zeki Mesud ALSAN çocukluğunda Aydın sokaklarında gördüğü bir olayı şöyle anlatıyor:
“…Bu sırada mahallede bir kaynaşma sezildi. Çocuklar yola doğru koşuştular. Kadınlar ileriye baktılar. Mustafa da anasının yanından ayrılarak çocuklara yetişti. Ve kalabalık arasında garip kıyafetli, ve şimdiye kadar hiç görmediği iki insan şekliyle karşılaştı. Bunlardan biri oldukça yaşlı ve kısa boylu idi. Diğeri uzun boylu ve gençti. Koyu lâcivert renginde ve kat kat denecek surette geniş kıvrımlı uzun fistanlar giymiş olan bu kadınların başlarındaki alâmet daha çok seyre değerdi. Nasıl yapıldığına insanın aklının eremeyeceği kar gibi beyaz bir şeyler bunların başını iyice sarmış, onları biraz da heybetlendirmişti. Onları ilk görenler gece görseler mutlaka korkarlardı. Bir şeyler… gerçekten bu iki kadın kafasını, saçlarından -eğer varsa-bir telini bile göstermeyecek surette kapatan bu külahlar, tek bir parçadan ibaret değildi.,. Kanatlı, yelpazeli, girintili, çıkıntılı bir çok şekillerin birleşmesinden meydana gelmiş karışık bir nesne idi. Bellerinde kemer gibi bir kuşak vasrdı. Yanlarında koca taneli ve birkaç devirli tesbihler asılı idi. Tesbihin fistanların eteklerine yakın uçlarında madeni birer haç sarkıyordu. Kollarında koyu renkli, küçük kamış çantalar vardı.Kadınlardan ve çoluk çocuktan mürekkep bir kalabalık onların etrafını, sardı… Onlar gülümsüyorlar, ve işaretlerle meramlarını anlatmağa çalışıyorlardı. Mustafa Hüseyin’in anasına sordu:
– Teyze kimdir bunlar? Fatma kadın cevap verdi:
– Onlar yedi kızlardandır. Hiç görmedin mi? Hasta çocuklara ilâç dağıtmak için, ara sıra mahalleleri dolaşırlar.
– Yedi kızlar kimlerdir? Neden ilâç dağıtıyorlar. Bu eteklerindeki istavroz ne oluyor?
– A çocuğum, onlar gâvurdur. Senin anlayacağın onlar kadın papazlardır. Tâ şu Rum mahallesinde bir manastırda otururlar.
Mustafa, her adım atışlarında haç ile tesbih tanelerinin birbirine vurmasından husule gelen bir çangıltı ile ilerleyen bu kadınlara hayretle bakmaktan kendini alamayarak Fatma teyzenin son izahatını o anda kâfi gördü. Zaten teyze de o sırada yedi kızlara işaret ederek onları evine doğru götürdü. Maksadı anlaşılmıştı, Hasta çocuğunu bu kadın papazlara gösterecekti. Hacıdan, hocadan medet görememiş, şimdi yedi kızlardan çare umuyordu. Genci kapıda kalarak ihtiyarı içeri girdi. Sundurmada bir şilte üstünde takatsiz yatan Hüseyin’in başını, bileğini yokladı. Diline baktı. Ve çantasını açarak bir kutu içinden birkaç hap çıkardı. Parmaklan ile sayı işaretleri yaptı-Ve onları Hüseyin’in anasına verdi. Dışarıda bekleyen genç yedi kız da, o sırada başka bir çocuğun nemli ve çipilli gözlerine bir merhem sürüyordu. Bu suretle davetli davetsiz, birkaç ev, birkaç çocuk daha muayene edildi. Haç & di. Kimse istavroza aldırış etmiyor ve dilleri anlaşılmayan bu garip kıyafetli yabancılardan çekinmiyordu. Artık gün batmak üzere idi ki, yedi kızlar, manastırlarının yolunu tuttular ve mahalledeki kadınlar…”
Aydında Yahudileri şöyle anlatıyor Alsan:
“Aydının Yahudi mahallesinde Yahudiliğin her tipine rastlanırdı, Hat boyunda Avrupa biçimi giyinen, güzel ve alafranga döşenmiş evlere sahip, olan, Fransızca konuşan, zengin denilebilecek haylî Yahudi ailesi vardı. Bunlar sarraflıktan, faizcilikten, ticaretten, komisyonculuktan para kazanırlardı, Yeni yetişen oğullan, kızları Aydın Yahudiliğinin dar muhitinden dışarı taşarak onunla, dünyanın dört bir köşesi arasında münasebet tesis ederlerdi… Bu suretle Aydın’da kazanılan paraların bir kısmı, dünyanın başka köşelerindeki Yahudi teşebbüsleri için de sermaye teşkil ederdi.
Cumartesi günleri Yahudi mahallesi büsbütün başka bir manzara alırdı, Dükkânlar kapalı kalırdı. Zengin, fakir bütün Yahudiler o gün yeni elbisele-rırû giyerler. Ve akşam piyasasına intizaren kapıları önünde daha sakin ve rahat otururlardı. Vakit geçirmek için, kabak ve karpuz çekirdeği yerler, ve çenelerinin âyannı bu suretle muhafaza etmeğe çalışırlardı. Akşama doğru gençler kolkola piyasaya çıkarlar ve yaşlılar da evlerinin önünde birbirine daha sokularak hep bir ağızdan konuşmağa başlarlardı. Piyasa yerinin hududu Yahudi mahallesinin hududunu pek geçmezdi. Çünkü daha ileri gitmek Yahudi dünyasından dışarı çıkmak demekti ki, buna ancak pişkin Yahudiler cesaret edebilirdi.”
Rum mahalleleri hakkında şunları söylüyor :
…“demiryolu garptan şarka Aydın’ı ikiye ayırdığı gibi, Aydın çayı da onu şimalden cenuba ikiye bölüyordu. Bu çay birçok Anadolu çayları gibi kararsız, kaprisli ve faydalı olduğu kadar da zararlı bir çaydı. Yazın, küçülür, küçülür ve bazan da tamamen kururdu. Fakat kışın ve ilkbaharda azar, âdeta bir nehir manzarası alırdı. Üzerinde köprüler vardı. Ovaya doğru akar ötede beride, arzusuna göre durur, gölcükler teşkil eder ve nihayet Menderes’e
kavuşurdu.
İşte Rum mahallesi bu çayın şark tarafında ve ovaya bakan tatlı bir mevki üzerinde idi.
Üç arkadaş, çarşıdan sonra karanlık köprü denilen ve etrafı kapalı olduğu için, köprü olduğu üzerinden geçilirken anlaşılmayan bir köprüden Rum mahallesine girdiler, Mustafa için, bu giriş, ilk girişti. Bu sebepten Mustafa etrafına merakla bakıyor ve yeni bir âleme dalmış insan vaziyetinde herşeyi görmeye, herşeyi anlamaya çalışıyordu.
Eski Aydm’ın Rum mahallesi, hiç şüphesiz bütün Aydın’ın en mamur, ve en şenlikli bir yeri idi. Umumi vaziyetinden belli idi ki, burada oturanlar, hem zengin, hem bilgili, hem uyanık insanlardı. Oradaki kahveler, Türk kahvelerine benzemiyordu. Salon geniş, duvarları aynalar ile süslenmiş, masalar, sandalyeler cilâlı, büfe de çok zengindi. Tabiî bunlarda içki de vardı. Zaten Mustafa bunlara gazino denildiğini de işitmişti. Bu gazinolar fena bir şeymiydi ki, Türklerde böyleleri yoktu? Olsa olsa Türklerinkinde içki bulundurulmazdı. Fakat Mustafa’nın şimdi önünden geçtiği bu gazinolarda içenlerin hepsinin Hristiyan olmadığı da görülüyordu. Dizlikli ve çepkenli şu genç adamlar efeler değil mi idi? Bunların bazılarında çalgı da vardı. Fakat söz ve ahenk Türkçe değildi….”
Efeler ile ilgili aşağıda şu ilginç olayı belki de ilk defa okuyacaksınız:
“…Mustafa, Aydın’da böyle bir tavassuta ve bunun neticesinde, ince Hüseyin çetesinin dağdan inmesine şahid olmuştu…Hükümet kuvvetleri ile ince Hüseyin çetesi arasında hayli çarpışmalar olduktan sonra, çetenin reisi nasıl olsa bir gün galebenin hükümet tarafına kalacağını düşünerek affedilmek suretiyle bu işten sıyrılmayı muvafık görmüştü. Arkadaşları da onun fikrine iştirak ettiler. Bunun üzerine çete, hem tol*, hem de hükümet nezdinde sözü sayılan ve her tarafça sevilen Sadık Bey’e uzlaştırma rolünü oynaması için haber gönderdi. Sadık Bey de Kâmil Paşayla haberleşti. Mesele prensib itibariyle kararlaştıktan sonra mütareke şartları tesbit edildi. Çete, nereye kadar silâhlaı ile inecek, nerede silâhlarını bırakacak ne suretle kasabaya girecek, nerede kalacak ne vakit ve nasıl dağılacak, bütün bunlar iki tarafın mümessilleri arasında kararlaştırıldı…
Bir gün Sami Bey, Mustafa’ya “yarın akşam İnce Hüseyin çetesini almağa gideceğiz.” deyince, Mustafa birdenbire bunun mânâsını anlayamadı. Mustafa İnce Hüseyin çetesinin hikâyelerini işitmişti. Fakat onun affedilmesinden ve bunun etrafındaki müzakerelerden tabiî haberdar değildi. Sami Bey biraz daha izahat verdi:
– İnce Hüseyin affolundu. Bey babama dehalet ettikleri için, kendilerini buraya getirecek trende benim bulunmamı şart koşmuşlar. Ancak bu suretle kendilerini emniyet altında görebileceklermiş. Sen de gelirsin, olmaz mı?
Mustafa memnuniyetle razı oldu. Hem bir seyahat. Hem efeleri görmek, Bu kaçırılacak bir fırsat değildi.
Ertesi günü, ikindi vakti, Sami Bey lalası, Sadık Be/in kâtibi Kıbrıslı Ah-med Efendi ve Mustafa, küçük bir lokomotifle bir yolcu vagonundan mürekkep hususî bir katarla Aydın istasyonundan Umurlu istasyonuna doğru hareket ettiler. Aydın’dan Denizli istikametinde ikinci istasyon olan Umurluya az bir zaman sonra varıldı.
İnce Hüseyin efe ve arkadaşları, trenin muvasalatını tertibat aldıkları yerden bekliyorlarmış ki, daha istasyona yaklaşmadan muhtelif noktalardan silâhlan ile bir iki, meydana çıkan efeler işaretler yaptılar ve treni istasyondan evvel durdurdular…
Ahmed Efendi, bu tertibatı bildiği için, Mustafa’nın hayret ve endişesine • iştirak etmeyerek vagondan indi. Ve bir efenin delâleti ile, înce Hüseyin’i^ bulunduğu yere doğru ilerlemeye başladı. Üç efe de silâhları tetikte küçük katan sarmışlardı. Sami Bey, Hacı Ali paşa zade Sadık Bey oğlu Sami Bey şimdi onların elinde idi. İsteseler dağa kaldırırlar ve belki de beş bin altın “fidye-i necat” alabilirlerdi. Fakat efe ölür, sözünden dönmezdi. Şimdi Saıfl Bey, onlan yeniden cemiyet hayatına kavuşturmak için gelmişti. Müzakere bitmiş, sulh yapılmıştı, Kancıkça hareket efelerin şanından değildi…
İşte İnce Hüseyin ile öteki arkadaşları da geliyorlardı. Bunlann hepsi yedi kişiydi. Hepsi de henüz otuzuna gelmemiş, genç yakışıklı, efelerdi. Üzerlerindeki zeybek esvabları kadar, işlemelisine, yakışıklısına pek az olarak rastlanırdı… ipek kefiyeler… ipek gömlekler.,. Silâhlıklarında işlemeli kamalar. Bütün bunlara bakınca insan, bu efelerin güvey girecek bir zeybek titizliği ile giyinmiş olduklarına hükmederdi…
Hele ince Hüseyin. O ne endamdı? Eğer Fidyas ona rastlamış olsaydı, muhakkak dünyada onun heykeli ile erkek güzelliğinin ideal tipini vermiş olurdu…
İnce Hüseyin hareket tertibatını aldı. Kendisi ile Sami Beyin, daha bir efenin lokomotifle, diğer efelerin de vagonda seyahat etmeleri kararlaştırıldı. İnce Hüseyin, pratik zekâsiyle, bu yolda hareket etmeyi emniyeti bakımından daha muvafık görmüştü…
Bu tertip altında Aydın’a dönüldü. Grup yaklaşmıştı. Tren zamanı olmayan bu saatte istasyonda kimse bulunmazdı. Rehine vazifesini gören Sami Bey efelerin ortasında olduğu halde konağın yolu tutuldu. Tenha sokaklardan geçilerek akşam ezaniyle beraber Sadık Beyin selâmlığına varıldı.
Artık efeler Sadık Beyin misafiri idiler. Hükümet tarafından bir tuzak kurulabilmesi endişesi de zail olmuştu.
Efeler, üç gün Sadık Beyin selâmlığında kaldılar, Martinleri ile selâmlığa giren efeler, ertesi sabah martinsiz Aydın çarşısında dolaştılar. Alış, veriş yaptılar… Hâdise Aydın’da şayi olmuştu. Herkes efelere bakıyor, arkalarından maşallah diyordu. Galiba silâhlar, hükümete teslim edildi. Ve efelerde üç gün selâmlıkta yiyip, içtikten, Aydın’da gezdikten sonra dağıldılar. Bu olayla artık kahramanlık devrine son vererek her biri günlük hayatın mihnet ve meşakkatine tekrar dönmüş oluyordu….”
İşte Aydından yüz yıl önce böylesine güzel ilginç heyecanlı yaşanılası bir yerdi.


Yorum bırakın