Türkçemizin yüzyıllar içindeki alfabe değişimleri de ilginç. Orhun alfabesi kullandık, Arap alfabesini kullandık ve Latin alfabesini kullanmaya devam ediyoruz. Kiril alfabesi de olma ihtamali de hep açıktı lakin iyi ki Atatürk Latin alfabesinde karar kılmış. Geçekten Latin alfabesi hem Arap, hem Kiril albelerine göre daha kullanışlı.

Türkçemizin Latin alfabesine geçişi ile ilgili genel bir bilgimiz yoktu. Latin alfabesine geçtik fakat nasıl geçtik? Geçiş süreçleri nasıldı? Kolay mı? Zor mu?
“Türk tarihinde ilk kez Latin harfli Türkçe metin, III. Selim dönemine
uzanır. III. Selim, saray hizmetinde görevlendirmek için Fransız mimar
Antoine Ignace Melling’i himayesine aldı. Kısa sürede Türkçeyi
söken mimar, hiçbir zaman Arapça harfleri öğrenmedi. İstanbul’daki ilk
işi padişahın kız kardeşi Hatice Sultan’ın Ortaköy’deki sarayını restore
etmekti. Namahremi olduğu için Hatice Sultan’ın karşısına geçip yüz
yüze görüşemezdi. O da düşüncelerini sultana Türkçe olarak Latin harfleriyle
kaleme aldı. Hatice Sultan da Melling’in mektuplarına yine Latin
harfleriyle yazılmış TürkÇe pusulalarla yanıt verdi.”(1)

Atatürk’ün 1914 tarihinde Madam CORİNNE’e yazdığı mektuptan bir kesit:”“Dunya inssanlar idjin bir dari imtihandir. Imtihan idilfene inssanin hire 9uale moutlaka pike mouvafike djevabe vermessi mumqune olmaya bilire. Fekate duchunmilidir qui heuquume djivablarin heiiti oumoumiyissindine hassil olan mouhassalaya gueuri virilir.” (kaynak:The Turkish Language Reform, Geoffrey Lewis, Oxford)
Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
İstanbul konuşması
En sâf, en ince bize.
Lisanda sayılır öz
Herkesin bildiği söz;
Ma'nâsı anlaşılan
Lûgate atmadan göz.
Açık sözle kalmalı,
Fikre ışık salmalı;
Müterâdif sözlerden
Türkçesini almalı.
Ziya GÖKALP
Recep ALPYAĞIL’ın “Felsefe Dili Olarak Türkçenin Gelişim Aşamaları VeFelsefe Sözlüklerimiz-I”adlı eserinde Mehmet Emin ERİŞGİL’in Alfabenin değiştirlmesi süreçlerinin nasıl olduğunu anlatan ilginç bir yazısını aktarmak istiyorum. Yazı uzunca fakat okumaya değer. Recep ALPYAĞIL Felsefe Sözlüklerimizin niçin olmadığının sebeplerini iki ciltlik hacimli kitabında bizlere olduğu gibi aktarıyor. Yazılarda sadeleştirme yapmamış Alpyağıl .Kitaptaki bilgiler doğrusu Türkiye’nin çok büyük bir kazanımıdır. İlerleyen yazılarda bu kitaplardaki “Türkçe” üzerine yapılmış derin tartışmaları sadeleştirilmiş şekilleriyle bu sitede aktarmaya devam edeceğim. Aslında Türkçenin yapısal sorunlarının çok detaylı anlatıldığı bu eserlerde ben özellikle Alfabenin Değiştirilmesi faslından başlamak istedim çünkü bir dilin evrilmesinde alfabesinin önemi büyüktür. Her ne kadar bir sözcüğün anlamı alfabe ile ilgili değilse de işlevselliği alfabe iledir Mehmet Emin Bey alfabe değişikliğini yaptıklarını ve halkın bu değişiklik esnasında gösterdiği sabrın olgunluğun hiç anlatılmadığını şu sözlerle ifade ediyor: ” O devrin hudutsuz idealizmi sayesinde türlü şubelerde çalışanlar elele vererek bu emsalsiz devrimin yerleşmesine çalıştılar, halkın türlü sınıfları Türk tarihinde örneğine rastlanmayacak derin bir anlayış gösterdiler. Acı ile bir kere daha söyleyeyim ki hâlâ bunu gerçekten canlandıran ne bir eser ne bir abide vardır. Buna yanıyorum.”

Mehmet Emin ErişirgilBir Tarih, Bir Teklif (Mehmet Emin Erişirgil)
Yeryüzünde gerçekten aydın hiçbir kimse yoktur ki “inkılâp” dediğimiz devrim hareketlerini yoktan oluverme sansın … Meğer ki halkı buna inandırmakta bir çıkarı ola … Devrimlerin “tekâmül” dediğimiz evrime benzeyen ve benzemeyen tarafları şunlardır: ikisi de topluluğun geçmişindeki tesirlerin birikmesinden doğar, başka deyimle ikisi de tarihin eseridir. Yalnız birinin yaptığı değişiklik o kadar yavaş, o kadar tedricî olur ki, içinde yaşayanlar bunun farkında bile olmaz, ikincisi, yani devrim ise, geleceğin herhangi bir yöne doğru gittiğine inanan ufak bir zümrenin, bazı yaşama ve düşünme şe-killerini çokluğa zorla kabul ettirmesine denir. Devrim hareketleri, ne olursa olsun bir zorlama şeklini alacağı için, eskiye bağlı olanlarda bir acı, bir sıkıntı uyandırır. Eğer bu değişmeler, daha yadırganırken devrimin gerektirdiği zor ortadan kalkarsa, eskiye bağlı olanlarda bir deprenmedir başlar, bundan faydalanmak isteyen politikacılar da bu hareketi körükler. Ne var ki, nasıl birikimse on yıl öncesine dönemezse topluluk da, kim islerse istesin, tam eski hale dönemez. Olsa olsa devrim hareketi genişlemez olur yahut kısa veya uzun bir zaman sonra tekrar kendini göstermek üzere, üstü küllenir. Asıl önemli olan şudur ki, devrimleri gerçekleştirmeğe çalışan zümreyi de bu zümrenin başına geçeni de geçmiş zamanlardaki olaylar yetiştirmiştir, yani yoktan var oluvermemişlerdir. Evrimle devrimi birbirinden ayıran öteki nokta da şudur: evrim yolu ile olan değişiklik adsızdır, kendi kendine oluvermiş gibi gözükür de ondan. Devrim öyle değildir. Bu hareketi hangi zümre, kimin çevresinde toplanarak yapmıştır, bilinir. Onun için çok zaman bu değişiklik, o harekete baş olanın veya baş olanların adı ile anılır. Bizim son devrimlerimize “Atatürk inkılâpları” denildiği gibi. Herkesin bildiği bu sözleri şunun için söylüyorum ki, bir toplulukta olan her türlü değişikliğin sebeplerini kavramak için geçmişe bakmak zorundayız. Sebepleri kavramanın faydası yalnız bu olsaydı, yani sırf nazarî alanda kalsaydı, bu iş ancak bilginleri ilgilendirir der, bunlardan bahis açmayı ben kendi üzerime almazdım. Fakat bu sebepleri araştırmak, çoğu, gündelik işleriniz için gereklidir, hele bir toplulukta sözünüzü dinlettirecek mevkide iseniz. Bakınız ne için? Çalıştığınız bir kurumda, şu işi böyle yapmalıyız diye verimli bir fikir ortaya koyabilmeniz için daha önce böyle bir teşebbüse girişilmiş midir? Girişilmişse neden gerçekleşmemiştir? O zaman gerçekleştirmeyen sebepler daha duruyor mu? Duruyorsa bunları ortadan kaldırmak elimizde midir? diye düşüneceksiniz. Ta ki eskilerin yaptıkları verimsiz teşebbüslerde devam edip durmayasınız. İşte ben sırf bu noktadan size Dil Heyeti’nin tarihini yazacağım ve onun başladığı halde sonuna getiremediği bir teşebbüsünü hatırlatacağım. O zamanki şartlar değişmiş olduğu için, hayırlı saydığımız bu teşebbüsü Dil Kurumu kendine pekala maledebilir ve bu işi gerçekleştirebilir diyeceğim. Fakat Dil Heyeti’nin tarihi “Harf İnkılâbı” nın tarihi ile karıştığı için bu sonuncusunun nasıl olduğunu anlatmaksızın o Heyetin tarihi söylenemez. *Rahmetli Necati o zamanki adiyle Maarif Vekili, şimdi söylendiği gibi Millî Eğitim Bakanı olur olmaz bir ilim heyeti topladı. Bu heyetin gündemindeki işlerin en önemlisi millî eğitim için ana bir kanun hazırlamaktı. Bu heyet gece gündüz çalıştı, hatırımda kaldığına göre doksan sekiz maddelik bir kanun projesi yazıldı. Bu kanun projesi millî eğitim teşkilatı içinde iki kurum yaratıyordu: Millî Talim ve Terbiye Heyeti, Türk Dili Heyeti. Bu Türk Dili Heyeti’nin vazifesi şunlar olacaktı: Gitgide karışık bir hal alan imlâ ve gramer kaideleri üzerinde incelemeler yaparak okullarda öğretilecek olanları meydana koymak ve böylece çocuklarımız için kitap yazanlara kaynaklar hazırlamak, her derece okulda öğrencinin okuyacağı okuma kitaplarının nasıl olması gerektiğine dair yazılar hazırlayıp bunları ilân etmek, edebiyat öğretiminin alması lazım olan yolu tayin eylemek, öğrencilere edebiyat kitabı yazacaklar için yol gösterici broşürler yayınlamak, okullar için yazılmış alfabe, okuma ve edebiyat kitaplarını inceleyerek bunların kabule elverişli olanlarını ayırmak vb. İlim Heyetinin hazırladığı bu kanun projesi Vekiller Heyeti’nde o kadar kısaltılmış hale sokuldu ve Büyük Millet Meclisi’nden de o şekilde çıktı ki, o zaman Maarif Vekâletinde çalışanlar alay olsun diye buna “Hammurabi kanunu” adını takmışlardı. Bununla beraber, kısaltılmış şeklinde de bu iki heyetin kurulacağı yazılıydı. Bu kanun yürürlüğe girer girmez rahmetli Necati, yeni bütçenin çıkmasını beklemeksizin Büyük Millet Meclisi’nde munzam ödenek kanununu çıkarttı ve Talim ve Terbiye Heyeti’ni kurdu. Fakat bir türlü Dil Heyeti’ni kuramıyordu: her yıl Maarif bütçesine bunun için ödenek konduğu halde …Talim ve Terbiye Heyeti’nde çalışan arkadaşlar Dil Heyeti’nin öğretim bakımından önemli vazifelerini sayıp dökerek heyetin hemen kurulmasında ısrar ettikçe rahmetli Necati: “beni çok sıkıştırmayın, zamanı gelecek, o da kurulacak” derdi. Ne yalan söyleyeyim, o zaman ben böyle bir heyetin kurulmamasını Başvekil İsmet Paşa veya Gazi istiyor derdim. Niçin bu heyet bir türlü kurulamıyordu? Bugün de gerçek sebebini öğrenmiş değilim. Fakat tahminim şudur: Lâtin harfinin kabulünü isteyenler harf değişimi olmadıkça imlâda bir birlik yapılamayacağını söylüyor ve bu yüzden dil heyetinin kurulmasını manasız görüyorlardı. Atatürk, hiç şüphe yok ki, harf meselesine dair o vakte kadar yapılan bütün münakaşaları biliyordu. Birinci Dünya Harbi sıralarında Enver Paşanın birçok stratejik plânlarını beğenmediği gibi onun meşhur “munfasıl harfler” teşebbüsünü de devam edemeyecek tuhaf bir iş gibi görmüştü. Fakat istiklâl savaşı zaferle bitince, Atatürk’e ilk önce Lâtin harfleri almalıyız teklifinde bulunanın Hüseyin Cahit Yalçın olduğunu sanıyorum. Eğer yanılmıyorsam Lâtin harflerinin kabulü lüzumunu Büyük Millet Meclisi’nde ilk defa söyleyen de Şükrü Saraçoğlu’dur. İkinci Büyük Millet Meclisi’nde muhafazakâr unsurlarla ileri fikirlilerin çarpıştığı bir sırada, o zaman sadece milletvekili olan Şükrü Saraçoğlu “Lâtin harflerini kabul etmeliyiz” demişti. Bunu rahmetli Vâsıf şöyle anlatırdı: “Koridorda idim, Millet Meclisi’nde büyük bir gürültüdür koptu, ne oluyor diye içeriye girdiğim zaman Saraçoğlu’yu kürsüde gördüm, sarıklı milletvekilleri ona yalnız söz söyletmemeğe çalışmakla kalmıyorlar, yalnız bağırmıyorlar, ona hücum etmeğe hazırlanmışa benziyorlardı. Necati ile ve bazı arkadaşlarla beraber var kuvvetimizle devam devam diye bağırmağa başladık, Saraçoğlu’ ya taarruz eden olmasın diye kür-sünün etrafını da tuttuk. “O tarihten sonra resmî olarak bu yolda hiçbir teşebbüs bilmiyorum. Yalnız harflerin değişmesine karar verilmezden sekiz ay kadar önce Başvekil İs-met Paşa, Ankara Türk Ocağına giderek ocaktaki büyüklerle birtakım kültür meselelerine dair konuştuğu sırada “Lâtin harflerini kabul edebilir miyiz, ne dersiniz?” diye sormuş. Bunu bana haber veren zat, büyük bir tehlikeyi anla-tır bir insan tavrıyla şunları söylemişti: “Ocaktakiler İsmet Paşa’ya bu olamaz, böyle bir değişmenin gerçekleşebileceğini farz etsek bile bunun kültürce, hele siyasetçe türlü mahzurları var dediler. Başvekil bu mütalâaları sadece dinli-yordu. Fakat ben korkuyorum, Lâtin harflerini kabul ediveririz diye … O zaman kültürümüz ne olacak? “Bir gün rahmetli Necati: “İki, üç gün için İstanbul’a gidiyorum” diye Ankara’dan ayrıldı. Belliydi ki o sıralarda İstanbul’da bulunan Gazi kendisini çağırmıştı. İki gün sonra Ankara’ya dönen Necati, Millî Talim ve Terbiye Reisliği odasına geldi, “Gazi, dedi, Lâtin harflerinin kabulüne karar vermişe benziyor. Bana hemen bir komisyon kurunuz, bunda Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Ruşen Eşref, Ahmed Cevat bulunsun, emrini verdi. Bunu söylerken Hariciye Vekili Tevfik Rüştü de yanında idi. Tevfik Rüştü kendi konsoloslarından birinin Latince bildiği gibi dil ve harf meseleleriyle de uğraşmış bulunduğunu söyleyince, Gazi bunun da komisyona alınmasının faydalı olacağını söyledi. Bende sen, Talim ve Terbiye Azası İhsan (Sungu), Edebiyat Fakültesi Türk Dili Profesörü Ragıp Hulusi de bu komisyona aza olmalıdır ve komisyon Emin’in reisliğinde toplanmalıdır, dedim. Gazi benim fikrimi de uygun buldu. Bu komisyonun adına Dil Heyeti deriz. Bu suretle bütçede bulunan dil heyeti ödeneğini bu komisyon için sarfederiz. “Ben, böyle bir heyette nasıl bir vazife göreceğim diye düşünüyordum. Necati’ye: “Ben, dedim, şimdiye kadar harf meselesi üzerinde hiç düşünmedim, sanıyorum ki benim böyle bir heyete reislik etmemde hiç bir fayda yoktur”. Konuşmalarından anlaşılıyordu ki rahmetli Necati işin güçlüğünü, hele bu değişikliğin Maarif Vekâletinin omuzlarına yükleyeceği çok ağır işi tam anlamıyla kavramıştı, her değişikliğe karşı ateşli bir heyecan gösteren Necati o gün çok durgundu, benim bu sözlerime karşı,- Ne diyorsun, sen dedi, bu komisyonun bütün kararlarını tatbik etmek yükü senin, Talim ve Terbiyenin omuzlarına yüklenecek .. Böyle bir heyetin başına geçmeği nasıl kabul etmezsin de başkasına bırakabilirsin. Bu söz benim üzerimde çok derin bir tesir bırakmış olmalı ki ilk fikrimi geri aldım ve pekâlâ dedim. Talim ve Terbiye Heyetinde beraber çalıştığım arkadaşlar içinde yalnız Avni (Basman) taraftardı: “Şu şartla ki, diyordu, Arap ve Lâtin harfleri sistemi serbestçe ve aynı şartlarla kullanılmakta devam etsin, ileride hangisi tutulursa o, millî harfimiz olur.” Lâtin harfinin memlekette asla yerleşemeyeceğinize böyle bir işi zorla gerçekleştirmeğe kalkarsak memlekette okur yazar diye kimse kalmayacağını söyleyerek aleyhtarlıkta en ileriye giden de rahmetli İhsan (Sungu) arkadaşımızdı. *Necati’nin Ankara’ya dönüşünden birkaç gün sonra Dil Heyetinin İstanbul’da olan azası Ankara’ya geldiler: Yalnız Ruşen Eşref yoktu, o sırada İstanbul’da değilmiş de onun için … Heyet, eski Millî Eğitim Bakanlığı binasında, Talim ve Terbiye odasında, toplandı. İlk sözü Falih Rıfkı aldı: – Ben dedi, İstanbul’dan hareketten önce Gazi ile görüştüm. Verdiği direktif şudur: Bu Heyet her şeyden önce harflerin değiştirilmesi ve Lâtin harfinin kabulü mümkün müdür, değil midir? Mümkün ve faydalı görülemiyorsa sebeple-ri nelerdir bunu müzakere etmeli, sonradan harfleri tayin etmeğe geçmelidir. Falih’in bu teklifini Cevat da destekledi. Fakat ben onun destekleyişinden büsbütün başka bir maksat sezmiştim: Cevat, rahmetli İhsan Sungu’nunda, Ragıp Hulusi’nin de Lâtin harflerinin kabulüne şiddetle aleyhtar olduklarını biliyordu, biri muallim mektebinde öğretmen iken arkadaşıydı, diğeriyle deDarülfünun’da “halef selef” olmuşlardı. İstiyordu ki bu ikisine harfler hak-kındaki fikirlerini söyletsin, sonra Lâtin harfinin kabulünde çoğunluk olunca bu iki arkadaşın heyette ne işi var desin. Böyle bir neticenin olmaması için arkadaşlara şunları demiştim:- Henüz ortada Türk sedalarının nasıl yazılacağını gösterir ne harf var, nede bu harfleri kabul edersek Türk gramerinin alacağı şekle ait bilgimiz var. Bunlar ortada yok iken Lâtin harfini almalı mıyız, almamalı mıyız diye bir münakaşaya girişirsek şimdiye kadar bunun hakkında söylenmiş olanları terk etmekten başka ne olabilir? Onun için Lâtin harflerini kabul edersek seslerimizi nasıl yazacağız. Önce bunu ortaya koymalıyız, sonra kabul edeceğimiz işaretlere göre Türk gramerinin alacağı şekil ne olacak .. Bunu da yazmalıyız. Ondan sonra bu harfleri kabul edersek ne faydalar olabilir, ne güçlüklerle karşılaşırız, bu güçlükleri yenmeğe gücümüz var mı, yok mu konuşuruz ve sonunda reyinize müracaat ederim, çoğunlukta ve azınlıkta kalanların ortaya koydukları delillerle beraber raporumuzu yazarız. Bu teklifi heyet âzası çoklukla kabul etti. Türk seslerinin hangi işaretler-le yazılması lâzım geleceğini konuşmağa başladık! Konuşma ilerledikçe, rahmetli İhsan Sungu’nun da, Ragıp Hulusi’nin de münakaşaya katılmasından anlıyordum ki onların kanaatleri yavaş yavaş değişiyor. Sesleri gösterecek Lâtin harfleri bulunduktan sonra Türk gramerinin ala-cağı şekli yazmak işi Ahmed Cevat’a verildi. Cevat kırk sekiz saat zarfın da raporunu hazırlamıştı da hepimiz hayret içinde kalmıştık. Cevat’ın çok çalış-kan olduğunu biliyorduk amma Türk gramerinin alacağı bünyeyi bu kadar çabuk gösterebileceğini sanmıyorduk. Anlaşılıyordu ki uzun zamandan beri Cevat bu işle uğraşmıştır. Harflerin ve gramerin esası hazırlandıktan sonra heyet Lâtin harflerini kabul etmeliyiz, ortaya çıkacak bin bir güçlüğü yenmeğe çalışmalıyız diye sözbirliğiyle karar verdi. Bu karardan iki gün sonra Gazi bizi İstanbul’a çağırdı ve Dolmabahçe Sarayında kabul etti. Dil Heyetinin teklif ettiği harfler içinde ikisini beğenmiyordu: Şimdi (c) ve (ç) işaretleriyle gösterilen sesler için Dil Heyeti sedili ve sedilsiz (j) harfini kabul etmişti. Bu mesele konuluşulurken heyet azası şöyle düşünüyorlardı, (ca) Lâtin harfi sistemini kabul eden memleketlerin hepsinde(ka) okunur, (c) ve (ç) ye bizim vereceğimiz sedayı veren Arap memleketleri yoktur, halbuki İngilizce gibi bazı diller de (j) bizim eski (c) ye yakın sedayı çıkarmaktadır, (j) harfiyle başlayan Türkçe kelimeler birkaç tanedir, onların hepsi de yabancı köklerden gelmiştir. Esas itibariyle Türkler (j) harfini (c) gibi okurlar, Jandarma sözüne, köylüler “candarma” derler, v.b. Bütün bu delilleri Gazi kabul etmiyor, o sesin (c) ve (ç) ile gösterilmesini istiyordu. Sözü birimiz bıraktık, birimiz aldık. Bir buçuk saatten fazla münakaşa ettik, Gazi’yi fikrinden çevirememiştik. Belliydi ki bunda siyasî bir fayda görüyordu ve bize açıkça söylemeği mahzurlu buluyordu. Lâtin harfinin kabul edilmek üzere olduğu yayılınca birkaç çevreler bunun imkânsız olduğunu söylemekle kalmıyorlar, hudutsuz zararları sayıp döküyorlardı. O zaman Darülfünun ‘un tanınmış profesörleri bundan sonra kalemlerini kırarak bir tek kelime yazmayacaklarına ve yayımlamayacaklarına” mukaddesatları üzerine” yemin ederek ortalığa tehditler savuruyorlar, kimi de “Efendim, harf değiştirme şapka giyme gibi midir? Yeryüzünde kıyafet değiştirmeler çok olmuştur amma bir milletin düşüne taşma harf değiştirmesi olmuş mudur” diyorlardı. Tehdit edenler de bunu söyleyenlere Lâtin harfinin kabulüne karar vermekle hiçbir şey olmayacağı, çünkü bunun gerçekleşemeyeceğine inanıyorlardı. Tuhaf tarafı şu ki öteden beri Lâtin harfinin taraflısı olan rahmetli Doktor Abdullah Cevdet gibiler de Dil Heyetinin kabul ettiği harflerin aleyhine dönmüşlerdi: eski harflerde bulunan “-j-p-j-b-b-e-0” için ayrı ayrı işaretler kabul edilmemiştir diye. Lâtin harflerinin kabulünü türlü sebeplerden doğru bulmayanların bir kıs-mı vardı ki Gazi’ye karşı bu doğru değildir diyemiyorlardı amma bol bol Dil Heyetine atıp tutuyorlardı; kendileri gibileri varken böyle bilgisiz adamlara bu iş yaptırılıyor diye. Doğrusunu söylemek lâzım gelirse Dil Heyeti de bu fırsatı onlara vermişti. Gramer işleri konuşulurken imlâmızın fonetik olması, yani ne derece mümkünse o kadar kelimelerin söylendiği gibi yazılması kararlaştı. Bu yazış şek-li eski imlâmıza uyamazdı, kabul edilen esasa göre, meselâ eski imlâ tarzına göre gelmiştir yazmak lâzım gelirken gelmiştir yazmak lâzım gelecekti. Çünkü Türk fonetiğiyle az çok meşgul olan Garp bilginleri de Türk gramercileri de Türklerin bazı harflerden sonra bazı harflerin sedasını çıkaramadıkların-da birleşmiştiler. Bu durum karşısında ya eski imlâ şeklini koruyacak ve böylece eski harfleri bilen nesle kolaylık gösterecektik, fonetik esastan ayrılma ve gelecek nesillere türlü kaideler bellettirme bahasına … Yahut eski harfleri bilen neslin güçlüğe uğramasına karşılık yeni nesillerin kolaylığını düşünecektik. Dil Heyeti ikincisine karar verdi. Karar verdi amma bu, kendi aleyhinde türlü propagandaların alıp yürümesine sebep olmuştu. *Atatürk’ün bu gibi devrim hareketlerinde tuttuğu yol bellidir: Mümkün mertebe geniş bir zümreyi buna önceden doğru dedirtmek … Onun için olmalı ki Dolmabahçe Sarayında İstanbul’daki milletvekillerini ve bütün yazarları topladı: Dil Heyetinin hazırladığı harfler ve gramer esasları hakkında fikirlerini almak için … Toplantıda Dil Heyeti de vardır. Fakat orada bulunanların heyet azasına yiyecek gibi bakmalarından anlaşılıyordu ki çokluk harf değişiminin aleyhindedir. Topluluğa Gazi reislik etmekte idi. Konuşanlar: “Latin harfi lazım amma Dil Heyetinin şu veya bu şekilde kararı olmasa!” demekte idiler. Sayın Hamdullah Suphi (Tanrıöver) çokluğun düşüncesine tercüman olarak: “Reis Hazretleri dedi, nasıl filân sözdeki (dır) ı (tır) yazarız? Kim demiş ki bu (dır), (tır) diye telâffuz edilir?” Bu sözlerden çokluğun memnun olduğu görülüyordu-Şu Lâtin harflerine bir noktadan cesaretle tekme atılıyor diye …Bu sıralarda Başvekil İsmet Paşa benim yüzüme baktı. Heyetin reisi sıfatıyla kararı savunmanın bana düştüğünü ihtar etmek için … Kalktım: “bu fonetik kaidesini heyetin icat etmediğini anlattım, ya eski harfleri bilenlere kolaylık gösterilecek, yahut gelecek nesiller düşünülecek, Dil Heyeti bu ikincisini kabul etti” dedim. Konuşmalar bir parça daha devam etti. Sonunda Atatürk “Dil Heyetinin harf ve gramer ve imlâ hakkında kabul ettiği esasları doğru buluyor musunuz?” diye sordu. İsteyen de istemeyen de “evet” dediler. Bundan sonra olanları az çok herkes bilir. Ne yazık ki, gelecek nesilleri Türkçenin bünyesine uymayan harflerden kurtarmak için yapılan bu emsalsiz devrimi bugün geri gidilemeyecek hale getiren büyük gayret, yeni nesillere layıkıyla anlatılamamaktadır. Asıl önemli tarafı şudur: Lâtin harfi kabul edilir edilmez öğretmenlerin ve memurların bir kısmı hem okuyamaz hem yazamaz, fakat hemen hepsi okuyamaz hale gelmişti, çocuklar için okutulacak kitap kalmamıştı, matbaalardaki harfler işe yaramaz hale gelmişti. Gazete, mecmua okuyucuları kalmadı sanılıyordu, basımevleri, yayınevleri kendilerini toplamaları çok güç durum-da yüzbinlerce liralık zarara uğramışlardı. Maarif Vekâleti ufak bir kâğıttan tutun, bütün okul kitaplarını yeniden bastırtmak için çareler bulmak zorunda idi. O devrin hudutsuz idealizmi sayesinde türlü şubelerde çalışanlar elele vererek bu emsalsiz devrimin yerleşmesine çalıştılar, halkın türlü sınıfları Türk tarihinde örneğine rastlanamayacak derin bir anlayış gösterdiler. Acı ile bir kere daha söyleyeyim ki hâlâ bunu gerçekten canlandıran ne bir eser ne bir abide vardır. Buna yanıyorum. İmla Lügatini hazırladıktan sonra Dil Heyetinin harf devrimine ait bir işi kalmamıştı. O sıralarda bir gün Başvekil İsmet Paşa Maarif Vekâletinde, Talim ve Terbiye Dairesi kütüphane odasında rahmetli Necati ile konuşuyorlardı. Odacı, benim çağırıldığımı söyledi, gittim. Başvekil yeni harflere ait kanun projesini hakkında fikrimi sorduktan sonra, işini bitirmiş olan Dil Heyeti hak-kında ne düşündüğümü sordu. Ben vaktiyle Maarif için kanun projesi hazırlı-yan ilim heyetinin düşündüklerini tekrarladım ve “böyle bir heyet şimdi daha lüzumlu hale gelmiştir” dedim. Başvekil: – Hayır, dedi, bence saydığın işleri şimdiye kadar nasıl yapıyorsanız öyle yapmalısınız. Dil Heyetinin şimdi işi şu olmalı: Biliyorsun ki yabancı bir dilden Türkçeye iyi bir tercüme yapamıyoruz, yaptığımız tercümeler müellifin fikrini tamamıyla ifade edecek yerde ona az çok benziyor. O kadar. Bunun sebebi belli. Medenî milletlerin kullandıkları kavramların karşılığı bizde yok. Olanların çoğu da Arapça ve Farsçadır. Harf değişimi, bana öyle geliyor ki, artık bunların çoğunun kullanılmasını imkânsız hale getirmiştir. Bu kadar zayıf bir dille nasıl medenî milletlerin kitaplarını Türkçeye çevirebileceğiz? Onun için şöyle düşünüyorum: Büyükçe bir Fransız lügatinizi alınız, oradaki kavramların mümkün olduğu kadar Türk köklerinden karşılığını bulunuz. Böylece Fransızcadan Türkçeye iyi bir lügat yapmış olursunuz. Sonra bunu daha kolaylıkla Almancadan Türkçeye, İngilizceden Türkçeye lügatler hali-ne getirebilirsiniz. Bizde yazı yazanların çoğu yabancı kelimelerin karşılığını arayacağı için bu lügatlerle ortaya attığınız Türkçe kelimeleri kullanmaya mecbur olurlar, böylece dilimiz birçok Türkçe kelime kazanır. İşte Dil Heyeti bundan sonra bu işi yapmalıdır diye düşünüyorum. Başvekil ‘in bu teklifi gerçekten çekici idi, İsmet Paşa’nın bunu Heyetin bazı azalarına da söylediğini sonradan öğrenmiştim. Dil Heyetinin bir toplan-tısında bu fikri çok doğru bulduk. Heyet azasını genişletti. Rahmetli Celâl Sahir daha önce Dil Heyetine aza olmuştu. Reşad Nuri Güntekin’i, İ. AlâettinGövsa’yı, Besim Atalay’ı, İsmail Hikmet’i de aza olarak aldık, Yenişehir’de büyükçe bir bina tutuldu. Heyet bu maksatla çalışmağa, şimdi Dil Kurumunda bulunması lâzım gelen fişleri hazırlamağa koyuldu. Bu yolda çalışanlar, o sırada türlü dedikodulara meydan verdi. Milletvekillerinin önemli bir kısmı, İstanbul Darülfünunu profesörleri esas itibariyle Latin harflerinin şiddetle, hem pek şiddetle aleyhinde idiler, amma Atatürk’e karşı bir şey diyemiyorlardı. Dil Heyetinin bu türlü çalışmaları başlayınca “eyvah, dilimiz de elimizden gidiyor, canım Arapça ve Farsça kelimeler orta-dan kalkacak” diye en sinsi propagandalara başladılar. Bu sırada Büyük Millet Meclisi’nin Bütçe Encümeni Dil Heyeti ödeneğini kaldırıverdi, artık Heyet dağılmıştı. Altı ay sonra Atatürk Dil Kurumu’nu, herkesin bildiği şartlar altında kurdu. *Şimdi yazımın asıl teklifler kısmına geldim. Bana öyle geliyor ki Dil Kurumu artık çalışmalarını amelî bir yöne çevirmelidir. Amelî yön demekle söylemek istediklerim şunlardır:
a) Medenî milletlerin kullandıkları kavramları içine alan Fransızcadan Türkçeye, Almancadan Türkçeye ve İngilizceden Türkçeye lügat yapmak, bu lügatlerde mümkün mertebe Türkçe köklerden gelen kelimeleri öne sürmek. Felsefe Dili Olarak Türkçenin Gelişim Aşamaları ve Felsefe Sözlüklerimiz
b) Bir yıl içinde çıkacak en iyi Türkçe edebî bir eser, en iyi Türkçe ile yazılmış iki ilim ve felsefe eseri için müelliflerine para mükâfatı vermek.
c) İlk, orta, hele yüksek okullarda çocuklarımızın ve gençlerimizin elinde bulunan kitaplardaki bozuk Türkçeleri göstererek bunları kendi dergisinde tenkit etmek, oradaki cümlelerin daha iyi nasıl yazılabileceğini gösteren örnekler vermek.
d) Gazete ve dergilerde çıkan kötü Türkçe yazılar hakkında yazarların dik-katini çekmek. Bu işler çok masraflıdır, Dil Kurumu’nun gücü üstündedir de diyemezsiniz. Bence, değerli genç elemanlarla elbirliği yapmak şantiyle üç dört kişilik bir heyet, dediğim lügatleri meydana getirebilir. Buna sarfedilen paraları da nihayet beş altı yıl içinde Kurumun geri alacağına inandığım için kimse sarf edilecek paranın sokağa atıldığını söyleyemez.
(1) MUSTAFA GÜNDÜZ,OSMANLI MİRASICUMHURİYET’İN İNŞASI MODERNLEŞME, EĞİTİM, KÜLTÜR VE AYDINLAR ,Lotus Yay, 2010,syf: 148)

Yorum bırakın