Film Fragmanları

  • Sağlıklı Düşünebilmenin Tek Kaynağı

    Yazan : Özcan Atar

    Bireylerin sağlıklı düşünebilmesinin tek kaynağı Kurandır. Bu kaynaktan mahrum insan halleri gözümüzün önünde serili durmuyor mu? 

     İnsanın makamı mevkisi ve bilgi birikimi vs. bir anlam ifade etmez. Ta ki sağlam bir ipe tutunmuş olmasın. Osağlam ip  Allahtır  ancak çarpık zihniyetlerin ortaya çıkardığı derme çatma bir Allah değil. O Allah ki eşi benzeri yoktur EHAD dir O Allah ki İsanın babası değildir tek kelimeyle SAMED dir. O nun bize hatırlattığı  gibi ne kadar az düşünüyoruz. O’nun bize aşikar bildirdiği gibi her yanımız şaytanlanlarla sarılı düşüncelerimiz onun nefesiyle efsunlu midelerimizde o da çalkalınıyor  ve kalplerimize musallat olup Allahın mührünü kazımakla meşgul. Böyle şeytanla sarmalanmış bireylerin çoğunluk oluşturduğu bir millet düşünün ki  bu dünyanın varacağı nokta ortaya çıksın. 

     Böyle toplumlar malesef çarpık zihniyetli liderleri peydahlıyor ve bu toplumlarda kan gözyaşı zulüm eksik olmuyor. Zalimlik sadece kanla olmuyor manevi buhranlar da bir nevi zulüm oluyor. Esadı görüyoruz bunun gibi nicelerini gördük. Kendi halkının üzerine uçak salan vampir zihniyet. Bu vampir tanındı göründü daha ne vampirler var gizli. Bazıları kuyruğuna basınca ciyaklıyorlar Putin gibi. Neden neden bu insanların gözleri dönük kalpleri hınçla dolu beyinleri neden arızalı: Allah yok hücrelerinde.

    Dünyayı savaşlara sürüklüyorlar. Batılın batırları  bu adamlar. Hak topuzu kafalarına inecek adalet kılıcı elbette kellelerini uçuracak ancak tüm bunlar olurken ben sen biz hangi safın askeri olacağız. Hakkı üstün tutanların beyni kalbi aydınlanmışların mı yoksa zifiri karanlıklar dünyasının aktörü batıl yolun temsilcilerinin  mi ordusunda mücadele (cihad) edeceğiz.  

    Bazı yazılarımda “bilgi toplumu” nun nasıl olması gerektiğini “Bilgi toplumu” olmanın yararlı sonuçlara götürdğünü vs. yazmıştım hatta “bilgi toplumu” olmak değil de “bilge toplum” olmak gerektiğini açıklamaya çalışmıştım. Ancak ben tüm bu kavramların yerine “Kuran toplumu” kavramının en doğru kavram olacağına ulaştım. Kuran toplumu kavramı daha  kapsamlı. Bazı kesimlerce bu kavram “belli bir dini” yansıttığı için daha sığ kalacağını söyleyeceklerdir. Tabi hangi pencereden nereye nasıl baktığınız önemli. Ben İslam penceresinden bakıyorum. Buradan bakınca en küçük zerrede en büyük eserde Allah izi görüyorum. Ama bu Allah, yukarıda da belirttiğim gibi Yahudinin, Hristiyanın veya Budistin  hayalindeki bir Tanrı olgusu değil. Kuran Allahı evreni dünyayı yaratılmışları ve onların doğrularını zaaflarını öyle anlatıyor ki “gerçek” kendini tam anlamıyla hissettiriyor. İşte diyor insan “doğru olan Allah sistem kavram özümseyiş algılayış” bu.  Kuran öğretisini çözen insanlık istiyorum.   özcan atar

  • Görenler Yok!

    Yazan : Özcan Atar

    Kıpırdayamıyor, yürüyemiyor, konuşamıyoruz. Garip bir halde bir yerlerde mesken tutanlar ancak bir tavır sergileyebiliyorlar demek isterdim ama o da olmuyor onlar da sadece para kazanıp tüketiyor tüketiyorlar.biriktirmek ve tükenmekten başka ellerinden bir marifet çıkmıyor. Bu da farklı bir şekilde tükeniş değil midir? Sermayesi bedeni olanlar bedenlerini  beyni olanlar beyinlerini bitirirken tüketecek bir şeyi olmayanlar tarihin hiçbir devrinde görülmemiş bir şekilde buharlaşıyorlar. Geride ne bir eserleri, ne bir çığlıkları kalıyor. Bağırsalar da göklerde bir aksı sada olmuyor. Gözleri, güzel gözleri, güzel saçları ve güzel yüzleriyle meleklere kavuşuyor ezilmişler.

                Ne makineleşmiş insan kalbi, ne gören bir yönetici,  ne otel köşelerinde semirmiş bir kapitalist,ne burnundan alevlenmiş bir idealist, ne beyni tüten bir yazar, ne de avcı bir muhabir ahu zar içinde bitap düşen gariplere deva oluyor ne de deva olmak için gayret gösteriyor. Sadra şifa olacak bir eylem yok! Çünkü gariplere yardım elini uzatanlar ki onlar güzeldi bu güzel insanlar güzel atlara binip gittiler. Çok ama çok ötelerde onlar.

                Şimdi etten bir yığın gibi kaldık. Bileyli dişlerimiz, bakır tırnaklarımız, çakmak gözlerimizle, doymayan nefislerimizle, bir yığın değil miyiz? Mustazafları gören kim? Sessiz çığlıklar var!

                Gençler, evsizler, itilmişler, unutulmuşlar, miskinler,yaşlılar, horlanmışlar,  işsizler, okumuşlar,  okuyamamışlar hatta yaldızlı günlerde ışıklı gecelerde mükellef sofralarda doğup da anlayanlar ve arayanlar için için bağırıyorlar da duyan yok! Gören yok! Usulca aramızdan kayboluveriyor onlar.

                Bir ahenk içinde değil, bir tantana, bir şangırtı, sinir tellerini geren bir hız ve cayırtı, tonlu ve tiz sesler içerisinde bir travma geçirerek yorgun ve bitkin şuursuz bakışlarla bir bitiş!

                Keşke yumuşak bir sessizlik içinde huşuyla güzel bir beldenin mis kokulu sokağında ama gene mazlum bir durumda kıvrılıp küçük bir kuytuda veda etseydi! Gülümserdi.

  • Doyum

    Yazan : Özcan Atar

    Doyuma ulaştığım çok şey var hayatımda. Bir zamanlar hayal bile edemeyeceğim şeylere ulaşmış olmak beni mutlu etmeli aslında. Demek mutluluğun da sonu yok. Hangi isteklerimize ulaşırsak ulaşalım ulaşılacak olanlar listesinde azalma olmuyor aksine liste uzuyor.

            Bir zamanlar bilgisayar internet kullanmayı bırakın o kavramlar bile yoktu beynimizde. Hatta lisede bir arkadaşım bilgisayar kursuna başladım dediği zaman biz bunu matematik bilgisinin iyi olmasına yorumlamış onu yüceltmiştik çünkü  bilgisayar kullanmanın matematik bilgisiyle ilgili olabileceğini tasavvur ediyorduk. Ben de lise bitip  nihayet kurslar yaygınlaşınca bilgisayar kursuna gittim. O zamanlar windows yoktu sadece emesdos işletim sisteminde birşeyler yazıyorduk kör topal. 1-2 megabaytlık disket sürücü vermişti kurs hocası bize o disketlerin bilgisayarın neresine sokulacağını bilemedik önce. Disketlere hayran kalmıştım ben. Çünkü içerisine binlerce sayfalık kitaplar kopyalayabiliyorduk. Ne heyecen vericiydi o günlerde. Kitaplar cepte gezecekti. Ama bilgisayar yoktu ki hiçbir yerde cepte gezse ne olur disketler. Evde yok bilgisayar, internet kafeler zaten yok. Disketler de kullanışlı olsa neyse cebinde taşırken bir kaç saat içinde disket bozuluyordu. Artık onu çöpe atıyorduk. Sonra disketlere biraz daha fazla bir şeyler yükleyebilmek için parça parça sıkıştırma programları kullanıyorduk çileydi yani. Şimdi artık bilgisayar doyumuna ulaştım.

             Dizüstü bilgisayar düşünmek bir hayaldi. Piyasaya sürüldüğünde ise almak mümkün değildi. Milyarlarca lira nasıl alırsın. Sadece yutkunurduk. Zaman geldi evde bir değil üç dizüstü bilgisayarımız oldu. Hala şükretmez miyim? Hele bugün İnternet var ki ona ulaşmak bile başlıbaşına şükür gerektirir. Istediğin bilgiye istediğin zaman ulaşabiliyorsun. Evden hiç çıkmadan alışveriş yapıyor elektrik su faturalarını ödeyebiliyor yemek bile sipariş edebiliyorsun hatta internet üzerinden kazanç sağlıyorsun. Hala şükretmez miyim.? Cep telefonları var ki onlarla istediğin yerde fotoğraf çekebiliyor istediğin kişi ile görüntülü konuşabiliyorsun. Bir zamanlar bir fotoğraf makinası ki o da dijital değil alabilmek için babamıza yalvarıyorduk. Şimdi o kadar ucuz ki alan satan yok. Doyuma ulaşmak buna derler. Hala az şükrediyorum.

                        Hele yediklerimiz içtiklerimiz. Her şeyden bol ve biz bol bol tüketiyoruz. Hala şükretmez miyiz? Kitaplar alabiliyorum önceleri bu kadar çok kitap mağazaları giyim mağazalar alışveriş mağazaları yoktu.şimdi kitaplar ucuz elbiseler ucuz. bol bol yazıp okuyabiliyorum. Bunlarda da doyuma ulaştığımı söyleyebilirim ama hala şikayetler devam etmede. Bu kadar doyumdan sonra yönelip Allaha hamdetmek lazım. Biraz da dürüst şükreden insan olmak lazım. 

    Not: Bu yazı yazıldığında (2013) her şey ucuzdu. Şimdi bir haller oldu.

  • Türkçemiz

    Yazan :Özcan ATAR

    Türkiye’de yaşamanın en büyük lezzetlerinden biri hiç şüphesiz “Türkçe”dir. Beğenmeyenler var Türkçeyi. Sığ görenler var, yetersiz bulanlar var.binlerce yılın içinden süzülerek bugünlere ulaşan harika bir dil olan Türkçe doğrusu yerilmeye değil övülmeyi hak ediyor. Çünkü bu dilde pek çok mana ustaca ifade edilebiliyor. Her sözcükte Fatihin Alpaslanın Yesevinin kokusu var onun için dilimizi kullanırken son derece titiz davranmak zorundayız. Çıkan her sözcük aynı zamanda kalbin ve düşüncenin binlerce yıllık tarihin sesidir.

    Zaman içinde Araplardan Fransızlardan İranlılardan aldığımız sözcükler artık onların değil bizimdir. O sözcüklere “Türkçe” dersek asla hata yapmış olmayız. Ama eğreti cümleleler hala gazetelerimizde kitaplarımızda arzı endam etmiyorlar mı, işte bu bitiriyor beni. Hani dil ırkçısı değilim ama var olan dilimizin güzelliğini ve varlığını da kötüleyip hor görüp öldüremem. Haydi okuyun şu cümleyi : “ …zengin hayat deneyiminden sonra ortaya yine ‘grotesk ulusalcılar’ın damak zevkine uygun, ödünsüz bir ‘Atatürk kültü’ koymasından dolayı da kalbim aynı düzeyde acıdı doğrusu…” dahası bu cümle en masum cümlelerden hele Eğitim Bilimleri kitaplarında kullanılan cümleler okuyanı inanın hiçbir şeyden anlamayan insan haline sokar. Bu konuda “elbette Eğitim Bilimleri kitabı böyle farklı sözcükler barındırır çünkü bu eğitimin kendine has terimleri var” denilebilir. Bu doğru bir düşünce gibi görülebilir ancak cümlede kullanılan yabancı kökenli sözcüklerin yanında bir de “uydurma Türkçe” sözcüklerin kullanılması okunulanın “bilimsel” adı altında anlaşılmasını büsbütün zorlaştırır.  

    Hele bazı eleştiri, tanıtım yazılarında söylenmek istenileni anlamak hepten zorlaşır. Pek çok insan “anlayamıyorum” demeyi bir zül addettiğinden anlıyormuş gibi davranmayı alışkanlık haline getirebiliyor. Şu cümleleleri okuyalım: “ Modern çağlara özgü insan tipleri, davranış prototipleri ve sarsıcı alegoriler taşıyan kurgular neredeyse anonimleşerek modern dünyanın referanslar silsilesini meydana getirirler Örneğin Kafka’nın Gregor Samsa’sı modern hayatta varoluşu hiçleştirilen insanın evrensel metaforudur. Mary Shelley’nin Frankestein’ı ise, modern insanın doğaya egemen olma hırsının trajik bir animasyonunu yapar.” Bir örnek daha verelim:” bu şeyleşme olgusuyla Alain Robbe-Grillet’in romanlarındaki nesne betimlemelerinin,giderek insan bilincinin özerkleşmiş nesnelerle çevrilmeye başlamasının arasında türdeş bir ilişki kuruyor.” “Hayır ben ‘yazınsal yapıtı toplumsal bağlama indirgemek’ istemem.” “veriler ister özdeksel, ister tinsel olsun her zaman bir sebebe mebnidir.” İlk okuduğumuzda ne anladığımız önemli. Elbette bölük pörçük bir şeyler anlaşılıyor fakat anlam bütünlüğüne anında ulaşmak bir hayli zor.

    Cümlelerimizde yabancı sözcükleri, terimleri kullanmayalım demek doğru olmaz. Sözcük dağarcığımızın çok olmasının inanılmaz faydaları var. Çok sözcük kullanabilmek bilgi yükünün var olduğunu gösterir. Bilgi ise alelade bir insan yerine erdemli bir insanı oluşturur. Ancak yükleyici için önemli olan yüklenilenin değeri mi yoksa yükleyenin değeri mi? Şayet ben bildiğim bir bilgiyi karşıya aktarmak istiyorsam bunu en sade en anlaşılır biçimde vermek isterim çünkü önemli olan “ben” değilim “bilgi”dir. Ya da ne kadar bilgi sahibi olduğumun bilinmesi de değildir istediğim.

    Farklı ortamlarda her zaman en basit dili kullanmak zor olabilir. Mesela bir üniversitede akademisyenlere yapılacak bir konuşmada kullanılacak dil elbette bir köy kahvesinde konuşulacak türden olamaz veya doktorlara hitap edilirken tabi ki günlük konuşmalarımızda hiç kullanılmayan pek çok yabancı sözcük kullanılacak. Ancak hiç gereği yokken “hımm afedersiniz exit ne tarafta acaba?” gibi “ay akşamları internette bir saat search yapmadan yatamam” gibi cümleler kurmanın doğru olan yanı yok.

    Dilde sadelik dilin tadıdır. O halde harika bir dil olan Türkçemizi her türlü dikenden ayıklayarak konuşmalı ve yazmalıyız.

  • ÇOK OKUMAYA DAİR

    Çok, sık, büyük, fazla olanın rağbet gördüğü, muhabbet edildiği bir zamânda yaşıyoruz. Çok okumak ve çok okunmak, yazdığınız yazılarda fazlaca alıntılar yapmak, kaynaklar kullanmak, büyük büyük meydânları sokakları hayâl etmek, sıkça seyâhat etmek vs. Sayılarını arttırabileceğimiz gibi çeşitlerini de çoğaltmak mümkün. Mezkûr anlayışların hepsinde, bendenize, zamân-mekân ilişkisi açısından bir rol çalma çabası var gibi gelir. Aslında zamândan çalmaktır yapılan, farklı veçheleriyle.

    Oysa, kudemâya göre zamânın içerisinde vakîtler, vakîtlere de iliştirilmiş dem’ler mevcûttur. Muhtelif kavrayış, anlayış, fehm, idrâk, argo söylersek oluru (yapıp-etmelerimizin) bu dem’leri yakalamamızla mümkündür. Şüphesiz ki böyle bir dünyâ görüşü zamândan çalmak şöyle dursun, ona tâbi olmayı görev sayacaktır. Burada aklıma gelmişken merâklısı olur için şunu da belirtmek isterim: yıllar önce okuduğum bir metninde Erich Fromm, saatin şehirlerde kullanılışının neden Batı’lı kentlerde olduğunu açıklamaya çalışmıştı.

    Kudemâ derken, sâdece Müslümânları kastettiğimiz de sayılmasın. Belki mezkûr lafzı aslî anlamından daha vüs’atli kullandığımızı da eklemeliyiz. Birkaç örnek verelim.

    Schopenhauer çok okuyanlara şaşırdığını çünkü düşünmeye ne ara vakit bulduklarını bilmediğini söylemişti. (Oysa kendisi de çok okuyan birisiydi. Tâife-i felâsife, ilmiyle âmel etmek zorunluluğu hissetmeyen insânlardır da.) Wittgenstein, Frege ve Russell’ın bâzı eserleri üzerine çalışmaya senelerini vermiş, sonrasında da opus magnumu için aynı çabayı göstermiştir. Bilhâssa asker olduğu İkinci Cihân Harbi(ki aslında birinci de dense yeridir.) esnâsında dönüp dolaşıp Tolstoy’un Hacı Murat’ını okumuştur. Defalarca. Üstelik çok benzer durumları Kant ve Hegel’in hayâtlarını birâz okuyanlar da göreceklerdir. Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî-i Şerîf’te iktibâs ettiği bâzı hikâyeler döner dolaşır üç, dört kitâba dayanır. Üstelik Hazret’in kendisi de ‘o öyle dedi bu böyle dedi de sen ne diyorsun’ buyurmaktan kendisini alamaz. Gazâlî Hz. yolunu kesen şakîlere notlarını almamalarını, onlar için çok uzun süre öğrencilik ettiğini anlatır. Kendisiyle dalga geçen şakîlerin tavrı üzerine, evine varınca, hatırımda yanlış kalmadıysa 2 sene kadar oturur ve notlarını ezberler. Spinoza öldüğünde terekesinde yüz civârında kitâbı olduğu ve bunların da kısm-ı azamının sözlük-gramer kitâplarını ihtivâ ettiği kayıtlara geçmişti. Derrida’nın belgeselinden aklımda kalmış: bu kitâpların hepsini okudunuz mu diye soran röportajcıya Derrida şöyle cevâp veriyordu: ‘Hâyır. Ama bir ikisini çok iyi okudum.’ Borges’in evine giden bir yazar da gördüğü karşısında şaşkınlığını gizleyememişti. Çok az kitâbı vardı ve çoğu hikâye kitâplarıydı. Althusser’in terekesini tasnîf eden kurumun kayıtlarına bakmıştım. Althusser, aşağı yukarı dört bin  kitâp ile ömrünü tamâm etmişti. Üstelik bu kitâpların bir kısmı farklı lisânlarda aynı kitâplardı. (Althusser doğru dürüst İngilizce bilmiyordu. Neredeyse hiç. Kitapları arasında Nâzım Hikmet’in de iki kitâbı vardı. Memleketimden İnsan Manzaraları ve Kemal Tahir ile mektûplaşmalarının Fransızca çevirileri.) Baudrillard çok iyi Almanca bilmesine rağmen Heidegger’i zâhmet edip doğru dürüst okumamıştı. Üstelik Antik Yunan Felsefesi’ni de hiç bilmediğini söylüyordu. Rousseau ise bir türlü iyi Latince öğrenemediğinden yakınıyor, uzun süre bir bavula sığdırdığı kitâplarıyla oradan oraya gidiyordu.

    Aklıma bir çırpıda gelen bunca örneği vermem ve böyle bir yazıyı yazma sebebim ne olabilir? Yıllar evvel râhmetli Alija İzzetbegovic’in, Notes From Prison isimli Türkçe’ye Özgürlüğe Kaçışım olarak çevrilen kitâbındaki bir notunda okumuştum. Meâlen şöyle diyordu: ‘Lüzûmsuz okuma bizi daha zeki yapmaz. Bâzı insânlar kitâpları basîtçe yutar. Onlar, kavramak, öğrenmek, okunulan şeyi işlemek, hazmetmek için zârûrî olan gerekli düşünce aralıkları olmaksızın bunu yaparlar.’ Bendeniz bu cümleleri okuyana dek, kimse bana ‘çok okumanın’ matah bir şey olmadığından bahsetmemişti. Süleyman Nazif’in Malta Geceleri’nde o veciz biçimde ifâde ettiği gibi zamânlar yaşadım sırf bu yüzden. ‘Kimsesiz, sıtmalı, hicrânlı, tükenmez geceler/ Ne kadâr gözyaşı döktüm bunu yıldızlara sor!’ Kendimi paraladım bilgilenmek için desem yeridir. Her şeyi bu çözecekmiş gibi. İşte bu yazı aynı yolu geçenler için hiç değilse bile bile aynı tuzağa düşmeleri için bir pusula, bir de hâlâ bunun böyle olmadığını kendimi iknâ etmem için bir meşrûiyet vesikâsıdır.

    Ne buyurdu Hz Mevlânâ: ‘Zâhid, nasıl edeyim, der; ârifse, nasıl edecek, der.’

     Merâklısına Notlar

     Wittgenstein, Ray Monk, Kabalcı Yay.

    Spinoza, Steven Nadler, İletişim Yay. Ayrıca, sanıyorum o kitâpta da alıntılanan fakat ismini unuttuğum bir ingilizce makâle.

    Althusser için https://www.imec-archives.com/papiers/alain-badiou/#prettyPhoto

    Baudrillard Live, Mike Jane, 1993, p.21

    İtiraflar, Rousseau, Islık Yay.

    Borges’in Evinde, Alberto Manguel, Yapı Kredi Yay.

    Mecâlis-i Seba, Mevlânâ Hz., İnkılâp Yay.

    El – Münkız Mine’d Dalâl, İmâm-ı Gazâlî, Gelenek Yay.

    Malta Geceleri, Süleyman Nazîf, Yeni Matbaa, İstanbul, 1924

    Yazan: Mustafa ÖZDEMİR   22.08.2019 (https://www.derindusunce.org/2019/08/22/cok-okumaya-dair/)