Öncelikle İsmail KILIÇARSLAN’ın bu yazısını okuyunca içim burkuldu. “CAHİL” kelimesini ne kadar çok kullanmış. Gelenek dışı olanlar Cahil, seküler kısım zaten CAHİL. İslamoğlu ve Dücane CÜNDİOĞLU’nu yamanmaya çalışan Cahiller olarak telakki ediyorken onların yanına bir de Talha Hakan ALP’i de yazmış ki gelenek dışındakilerin CAHİLLİK te ne kadar ileri boyutlara gidebildiklerini okuyucular anlasın da ONLARDAN uzak çok uzaklarda dursunlar.
Her şeyden önce Talha Hakan ALP İslamın gelenekseli ile bir sorunu yok onun sorunu İslam’ın kensiyle. Yani İslamoğlu ile onu bir tutmak asla doğru olamaz.
İslamoğlu da “İslam gelenek ve kültürünü” zaten kabul ediyor. Ancak İslam ile geleneksel İslamı net çizgilerle ayırıyor. Hadis literatürü, menkıbeler ve mezhebi farklılıkları kendi içinde değerlendiriyor İslamoğlu ve ona yakın gruplar. Hadis eşittir İslam, mezhep eşittir İslam görüşününe asla katılmıyorlar ki bence de doğruyu bulma çabamızda ben de Caner hocanın düşüncesine/görüşüne katılıyoruz. CAHİL kullanılabilecek en zayıf kelimedir. Yazıyı alıntılıyorum:
“Önce, yoldaşım Eyüp Gökhan Özekin’in nefis tespitini alıntılayarak başlayayım: Dücane (Cündioğlu), Talha Hakan (Alp) ve benzerleri şu yüzden önemli. Bunlar, Müslümanları “dışarı çıkarma” işini büyük bir hevesle yapıyor. Çünkü insana veya dünyaya dair söyleyebilecekleri başka bir şey yok. Tüm sermayeleri ‘bize” ve “buraya” dair. Başka bir alana hevesli değiller çünkü başka bir alanda anlamlı değiller. Taşralılıktan “kentliliğe”, gelenekten “yeniliğe” sıçramaya çalışan ezik muhafazakârlar da bunların müşterisi oluyor. Muhafazakâr kitleye hitap etmeyi terk etmiyorlar, çünkü tüm “numaraları” burada. Misak-ı Milli sınırlarının dışında hiç olmalarını geçtim, ülke içinde seküler çevrelerde bile hiçler. O yüzden “bize” tebelleş olmayı bırakmıyorlar. Hep bu mahalledeler, buralarda geziniyorlar. Öyle olunca mahalleli de denk geldi mi taş falan atıp uzaklaştırmaya çalışıyor.
Bu, burada bir dursun.
Türkiye’de seküler çevrelere yanlayan yarı-aydın eziklerin hâl-i pürmelali tam tamına böyledir. Bir kabullenme telaşı, bir yamanma neşesi ile eli artırdıkça artırırlar ve sonunda bir şekilde delirirler.
Acıklı bir hal doğrusu…
Diğer taraftan din, diyanet, İslam ilkeleri, İslam’ın bilgi teorisi gibi meselelerde hiç, ama gerçekten hiç fikri olmayan sekülerlerin din hakkında kestiği ahkâmlarsa çok daha acıklı bir manzara oluşturur. Ağırlıklı olarak seküler çevrelere yanlayan yarı-aydınlardan elde ettikleri bilgi kırıntılarıyla sıraladıkları eleştirilerin hiçbir iler tutar yanı yoktur. Din konusundaki sınırsız, uçsuz bucaksız cehaletlerini üzerimize boca ederken sergiledikleri özgüvenin de ucu bucağı yoktur bu arada.
Din konusunda her şeyi bir şekilde hallettiğini düşünerek gerinen bu kitleyi rehabilite etmek, doğrusu pek mümkün de görünmüyor.
Bir kere yazmıştım, yine yazayım. Batı toplumlarında “tarih yazım metodu” olarak ortaya çıksa neredeyse tapınacakları “hadis derleme metodu” hakkında hemen hemen hiçbir bilgi sahibi değillerdir mesela. İslamoğlu gibiler bunlara “ya aslında hadisler yalan, her şey Kur’an’da yazıyor kardeşim” dediği için bunlar “yokmuş abi hadis falan” deyip; gördükleri her bilgiye “Kur’an’da yazmıyor ki bu” cümlesini yapıştırıp “alanında uzman” olduklarını varsayarlar.
Önce bir hakkı teslim edeyim. Aslında İslamoğlu bile, onca yanlama çabasına, onca uğraşına rağmen hadis literatürünün tamamını inkâr edecek pişkinliğe erişemedi malum. Ama işte bu cahil seküler kitle, onu bile yanlış anlayarak devam ediyor yoluna. Düşünün düştükleri cehalet çukurunun derinliğini.
Misal ben akışkanlar mekaniği hakkında “aslında akışkanlar mekaniği hakkında sonradan üretilen her bilgi yalan. Frank M. White’ın kitabında yazıyor her şey. Ben de bunları toplamda 40 cildi bulan kitaplarımda açıklıyorum” desem muhtemelen bana ya “deli” ya da “uyanık tüccar” dersiniz ama işte İslam hakkında bunu böylece söyleyen adamların söylediklerini “güvenilir veri” kabul ediyor bizim sekülerler.
Bunu da bence çok temel bir eziklik yüzünden ilerletiyorlar. Dini ve dindarlığı bir “ahlaki üstünlük” meselesi olarak ele aldıkları için o alanı da kimselere bırakmamak gibi bir hırsa kapılıp sürekli zırvalıyorlar.
Oysa çok basit iki şey yapabilirler. Birincisi şu: Dini, İslam’ı, İslam’ın ilkelerini “büyük İslami bilgi geleneği” içinden okuyarak kafalarını bu konuda rahatlatıp varsa eleştirilerini bunun üzerinden sıralayabilirler. Böylelikle, hiç olmazsa “saygın bir eleştiri zemini” oluşturabilirler. Bu, biz Müslümanların dersini daha iyi çalışmasını da beraberinde getirir ki büyük bir hayır hâsıl olur buradan. Ama düzey “bu dediğin Kur’an’da yazmıyor ki” düzeyi olunca yahut tevekkül kavramını “fakirlik önerisi” gibi anlayabilecek kadar zihinsel bir sefalete düşülünce ciddiye alınacak bir tarafı kalmıyor bizim açımızdan meselenin.
Bunu yapacaklarını sanmıyorum.
İkincisi de şu: Rahat bırakabilirler. Dini, İslam’ı, İslam’ın inanç ve ibadet ilkelerini bilmediklerini, bu konuda cehaletin dibinde yüzdüklerini fark edip rahat bırakabilirler. Hem bizi hem de İslam’ı.
Bunu da yapacaklarını sanmıyorum.
Ne yapalım? Bu kara cahillerle bir arada yaşamak da bizim nasibimiz imiş. Görüyor musun “nasip” dedim. Sorun bakalım İslamoğlu’na “nasip” kavramı Kur’an’da geçiyor muymuş ve “bize Kur’an yeter” diyen akıl hocanız bunu kitaplarının hangisinde açıklamış?”
1 Temmuz 1927’de Makbule Hanım ağabeyi Atatürk’ü karşılıyor.
10.11.2023Makbule Hanım, 1 Temmuz 1927’de İstanbul’a gelen ağabeyi Reisicumhur Mustafa Kemal’i, Dolmabahçe Sarayı’nın merdivenlerinde elini öperek karşılıyor. Bugün, Atatürk’ün vefatının tam 85. yıldönümü…Dün, bu yıldönümü münasebeti ile Atatürk’ün en yakını olan kişinin şimdiye kadar gizli kalmış hatıralarından çok önemli bazı bölümleri yayınlayacağımı yazmıştım…Bahsettiğim hatıralar Atatürk’ün Kız kardeşi Makbule Hanım’a aittir, senelerdir bir arşivde muhafaza edilmektedir ama hiç yayınlanmamış ve üzerinde hiçbir çalışma yapılmamıştır! Bugün, bu hatıralardan kısa bir bölümü yayınlıyorum! Doğum tarihi olarak kaynaklarda 1885 ile 1889 arasında değişik seneler verilen, Ankara’da bulunan kabrindeki mezar taşında ise 1892 yazan Makbule Hanım ağabeyi Mustafa Kemal gibi Selânik’te doğmuş, Balkan Harbi’nin ardından annesi ve bazı akrabaları ile beraber İstanbul’a göç etmiş, o senelerde Mustafa Lütfi isimli bir askerle evlenmiş, kocası sonraki yıllarda askerlikten ayrılmış, ismini değiştirip “Mustafa Mecdi” yapmış, işadamı olmuş ve “Boysan” soyadını almıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın artık “Makbule Boysan” olan ve devlet katında “Büyük Hanım” diye bilinen kız kardeşi 1930’da ağabeyinin talimatı ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’na girecek, Çankaya Köşkü’nün yakınında inşa edilen Camlı Köşk’te yaşayacak, 1946’da kocasından boşanıp “Atadan” soyadını alacak ve hayata 1956’da Ankara’da veda edecekti…Makbule Hanım ağabeyinin vefatından sonra gazetecilere birkaç defa konuştu. 1953’te bir gazetede dört ay devam eden ve Mustafa Kemal’i gençlik senelerine kadar anlatan fakat bir başkası tarafından yazıldığı hemen farkedilen bir hatırat yayınlandı; 1955’te Şemsi Belli’nin Makbule Hanım ile hasta hanede yattığı sırada yaptığı, yine bir gazetede iki hafta boyunca çıkan ve onunla yapılmış tek mülâkat olan dizi neşredildi. Burada sözünü ettiğim hatıralar ise yayınlanmadı, hep saklı kaldı! BİRKAÇ HAFTA SABREDİN LÜTFEN…Makbule Hanım, nesiller önceki aile büyüklerinden başlayarak ağabeyinin vefatının birkaç sene sonrasına kadar yaşadıklarını anlattığı, tamamı eski harflerle 260 sahife olan bu hatıralarını 1947 ilkbaharında gittiği Niğde’deki Çiftehan kaplıcalarında iki yakın dostuna dikte ettirmiş, metnin sonun a babası Ali Rıza Efendi ile annesi Zübeyde Hanım’a ait birkaç adet şecereyi, yani soyağacını da koymuştu…Hatıralar senelerden buyana bir arşivde muhafaza ediliyor ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın akrabasının, yani kızkardeşinin yazdıkları, şimdi bu yayınla ilk defa günışığına çıkıyor! Makbule Hanım’ın çeşitli arşivlerde bulunan mektuplarını, ağabeyi Mustafa Kemal ile yazışmalarını, diğer evrakını ve kocası Mustafa Mecdi Bey’in yazdıklarını, Cumhuriyet tarihimiz bakımından son derece önemli olan bu hatıralarının tamamı ile beraber önümüzdeki haftalarda kitap olarak yayınlayacağım. Bugün sadece birkaç sayfasını neşrettiğim hatıraların nerede bulunduğunu bu yüzden yazmıyor ve meraklıların sadece birkaç hafta sabretmelerini rica ediyorum…ELEM, IZTIRAP VE KIRIK BİR KALP…Aşağıda yer alan metinde çaresiz bir hastalığın çok sevdiği ağabeyini hayattan alıp götüreceğini farkeden bir kız kardeşin çektiği büyük elem ve dayanılmaz ıstırap vardır. Bu kız kardeş ağabeyinin vefatından sonra kendisinin bir tarafa atıldığını düşünmektedir; yalnızdır, kalbi yaralıdır, bir zamanlar etrafında pervane gibi dönenlerin yüzlerini çevirdiklerini gördüğü için kırgındır, hiddetlidir, üstelik maddî sıkıntıya düşmüştür! Şimdi bir hususa dikkat çekmem gerekiyor: Makbule Hanım ağabeyinin sağlığında olduğu gibi, onun vefatının ardından da İsmet Paşa’ya her şekilde muhaliftir ve daha da tuhafı, Atatürk’ün yakını olan diğer bazı kişileri hatıralarında oldukça sert eleştirmekte, hattâ ağır şekilde suçlamaktadır…Burada hem Makbule Hanım’a, hem de sözünü ettiği kişilere hürmeten, haklarında sert ifadeler kullandığı şahısların isimlerini yazmadım ve parantez içerisinde noktalarla, (…..) şeklinde gösterdim. Okuyamadığım kelimeleri artarda noktalar ile, okunmasında şüphe ettiğim kelimeleri de hemen sonlarına parantez içerisinde soru işareti koyarak işaret ettim…Makbule Hanım’ın anlattıklarının bazı yerlerini abartılı bulabilir yahut suçlamalarının gereğinden fazla ağır olduğunu düşünebilirsiniz…Ama, unutmayalım: Bütün bu ifadeler ve iddialar Mustafa Kemal’in “en yakını”na, yani kızkardeşine aittir ve dolayısı ile söyledikleri Cumhuriyet tarihimiz bakımından her bakımdan önemlidir.Artık, Makbule Hanım’ın derin bir hüzün ile işlenmiş hatıralarına geçebiliriz:DOLMABAHÇE’DE AZAP DOLU GÜNLER…* …Ağabeyimle hususi görüşmelerimize de mâni olmak için birçok yalanlar tanzim etmişlerdi ve birçok kişiler de bunlarla hemfikir idiler.(…..) saraya girdikten sonra ağabeyimle başbaşa kalmak ve millî ıztırapları olduğu gibi kendisine anlatmak fırsatı verilmemiştir. Hattâ, Atatürk beni yatakta hasta hâlinde “Otur, sıkılıyorum, konuşacağım” dediği halde biz konuşurken hemen içeriye, (…..) Bey’e haber çekiyordu. “Birçok evraklar getirdim mühürlenecek ve mahrem görüşülecek Atatürk’ü tenha bulmak isterim” diyordu….çok defa bu tekliflerle beni Atatürk’le başbaşa kalmaklığımıza mâni oluyorlardı.Bu böyle iken ölüm hâlinde yatan ağabeyime candan bakanı olsa idi canım yanmazdı. Herhangi zaman ilâç arasa yerinde yoktur, herhangi zaman su istese yerinde yoktur.Bu hâli gören ben kardeşi, tahammülsüz bir halde telefon başına geçerek Neşet Ömer’i telefon başına çağırdım.- “Doktor bey, anneme Atatürk’ten çok güzel bakıldı. Niçin lâkayıt geçiyorsunuz, yazık değil mi Atatürk’e? Bir kenara bir masa koyun, suyunu ilâcını bir kenara toplasın, aradığı zaman hemen versinler, üzmesinler” dedim. Neşet Ömer (…..) ile birleşmişler, bana tuzaklar hazırlamışlar. Bir de ne bakayım, Atatürk’e beni çekiştirmişler. “Bize hakaret ediyor, size bakamıyormuşuz” demişler. Hemen ağabeyim “Kardeşim üzülmeyin, bana iyi bakıyorlar, üzülmeyin siz dedi”. Ben de “Ağabeyciğim tahammül edemiyorum, size iyi bakmıyorlar, hakikaten annem daha iyi bakıldı” [dedim]. Ağabeyim beni teselli etmeye çalışıyordu. Bitkin hâli ile: “Üzülme kardeşim, bana da iyi bakarlar, üzülme kardeşim, bana da iyi bakarlar”…Bir gün “Çağırın hemşiremi, ben çok iyiyim, kendisiyle konuşmak istiyorum” diyor. Beni çağırmıyorlar, “Yoktur, sokaktadır, geziyor eğleniyor” diyorlar. Atatürk “İsyan edeceğim, çağırın hemşiremi” diyor. Haber veriyorlar, gittim. Muayede salonunda beri taraf bana tahsis edilmişti, diğer harem kısmında da Atatürk bulunuyordu. Bulunduğu tarafa geçtim, huzuruna girdim.- “Gel kardeşim, gel ben üzüm rejimine giriyorum. Doktor söyledi”. Çilek renginde yine yorganlar altında oturmuş kirpikleri yarım parmak uzamış, arasından bakan mavi gözlerle karşılaştım.- “Ne yapıyorsun Paşam?”.- “Yemek yiyorum”. Bir küçük masa tabağı içinde nohutlu yahni, pirinç pilâvı, makarna nazar-ı dikkatimi celbetti. Ağabeyime:- “Hiç nohutlu yahniyi sizin gibi hasta yiyebilir mi?”- “Tabii, bana doktor verdi, Neşet Ömer Bey verdi” dedi.- “Paşacığım, böyle bir nohutlu yahniyi benim midem bunu hazmetmez, sizin mideniz buna nasıl tahammül edecek?” dedim.En kolay ….. yemek bu imiş.- “Neşet Ömer söyledi, üzülme”.Sükût etmeye mecburdum, sustum.- “ Kardeşim, şimdi ben üzüm rejimine giriyorum. Bana bir küfe üzüm gönderdiler, suyunu sıkıp sıkıp her gün üzüm suyu içeceğim, çabuk iyileşeceğim. Getirin o üzüm küfesini bakayım”.Üzüm küfesi geldi.- Bu mudur gelen üzüm? Küfe dedikleri bu mudur? Hani bunun üzümü nerede?”.Küfeyi salladılar, dibinde bir okka üzüm ya var, ya yok.- “Hâ… Öyle ise haydi bana yapın üzüm suyu”.Üzüm suyu sıkıldı, bardağının dibinde bir buçuk parmak üzüm suyu geldi.- “Verin, içeyim”.İçti, “Yatırın yatayım”. Yatırdılar, yattı.* …Vücudu dehşetli ağırlaştı. Suyu pek fazla oldu. Buna çok üzülüyordum. Artık oynatılacak hâli de kalmamıştı. Müthiş acı hissediyordum. Bu acı ile Kemal Bey’in evine gittim. Hakiki durumunu sordum. Bana açık açık söyledi. İkinci defa suyunu almak üzere idiler. “Bu suyu da alınca tahammül edemez, muhakkak ölür” demişti. Tahammülsüz bir halde evlerinden çıktım. Figanıma kimseler dayanamadı.O suyu da aldılar, ölmedi. Bünyesi ve kalbi sağlam olduğu için tahammül etti. Fakat 18 gün uykudan evvel, birinci komaya girmeden evvel çok düşkün bir hâle gelmişti. Takati kalmamıştı. Elinden tutup kaldırıldıkça çok ıztırap çekiyor ve üzülüyordu. Kolları, parmakları çok zayıflamıştı. Kaldıranlar da hastabakıcı olmadığı için onun hâlinden pek anlamazlar idi. Birgün bu hal üzerine beni çağırmadan içeriye girdim.Gökyüzünden (?) gelmiş gibi beni karşıladı.- “Gel kardeşim, bak hâlime”. İki elini kaldırdı ve bana gösterdi. “Bak hâlime, nezaket(?) kurbanı oldum, nezaket kurbanı oldum” dedi. Hemen teselliye başladım. “Korkma kardeşim kurtulacaksın, yeneceksin” dedim. Bundan Atatürk’e büyük bir cesaret ve emniyet geldi. Kuvve-i maneviyesi yükseldi.- “Yine geleceğim kardeşim, yine geleceğim kardeşim. Yeneceksin kardeşim, yeneceksin daha beterleri var, inşallah iyi olacaksın”. Artık bu takatsizliği çok sürmedi. Kendine geldiği gün bir kanama geldi. Bu kanamayı da bana bildirmediler. Epeyce rahatsızlık olmuş, fakat Atatürk’ün kapıları kilitli idi, kendisini göremiyordum. Kendisi de koma hâlinde idi. Sabiha Gökçen yattığı odanın bitişiğindeki çıkma balkondan içerisini görüyormuş, bana da gizlice haber verdi. Derhal bir gece karanlığında oradan sarkarak Atatürk’ün uzaktan hâlini görebildik. Gece idi, herkes öleceğini zannediyordu. Odasına giren “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diyor ve sıralanıyorlardı. Dîvan durarak duvara beş altı kişi sıralandı. Birisi Şükrü Kaya’ya benziyordu. Diğerlerini tanıyamadım. Gözlerim kararmıştı. Ben ve Sabiha bayıldık. Beyler -Hasan Rıza- bu hâli görünce o pencerenin perdesini indirdiler. Bir daha içerisini buradan da göremez olduk.Üç gün ne olduğunu bilemiyoruz. Yalnız o gece çok çırpındığını, iki kişi üstüne yüklenerek tutmaya çalışırlardı. Bu tazyike tahammül edemeyen karyola kırılmış, hemen değiştirmişler. Komadan sonra gözünü açan Atatürk “Niçin bu karyolayı değiştirdiniz? Ben kaç gün burada yattım?” diye sormuş. Çocuklara doktorlar öğretmişler, “Dört buçuk-beş saat kadar uyudunuz” demişler. “Benimle oynar mısınız? Bana gazeteleri getirin göreyim, size kaç gün uyuduğumu söyleyeyim” demiş. Yalanları mucibince eski gazeteleri getiriyorlar.- “Bu karyola niçin değişti, altıma bu münasebetsiz eşyaları neden koydunuz? Derhal karyola yerine gelecek”, demiş. Esasen karyola da bu müddet zarfında tamir edilmiş olduğundan hemen yerine geldi. Bu koma hâlinde idi, bu hal iki gün devam etti.Üçüncü gün kendine bir sıkıntı gelmiş, iki kolunu atarak çırpınıyordu. Titreme geçti. Nereye elini vuruyorsa birer köşe yastığı konuyordu. dördüncü günü “Diiil, diiil, diiil” diye diye bir bağırma çıkardı. Doktorlar şaşırdı. Neşet Ömer “Şimdiye kadar Atatürk’e baktım, artık tahammülüm kalmadı” dedi. Birçok doktor birden gittiler.Atatürk’ü bu hâlinde arkası üstü yatırıldığını görebildim. Akil Muhtar Bey’i yakaladım. Ellerini öptüm, yalvardım, “Ağabeyimin arkası üstü çok rahatsız olduğunu görüyorum, acaba azıcık yana çevirebilir misiniz?” dedim.- “Ben de onun farkındayım kızım, derhal yapacağım” dedi ve gitti, çevirdi.Mim Kemal Bey son hizmetlerinde kimseye bırakmadı, fakat parmaklarını kaybettiği için damarlarını çok güçlükle bulabildi. Neşet Ömer o sırada hiç yardım etmedi. Bu hâle koyduktan sonra ölecek diye elini çekti. Ne zaman iğneleri Mim Kemal damarına batırdı, Atatürk’ün sadâsı “Aman, aman” göklere kadar çıkıyordu. Fakat kendinde değildi. Ben de kardeş yüreği, bu acıları duyar diye zannediyor, bu sadâlarına baygınlıklar geçiriyordum. Saray tavanları çok yüksek olduğu için aks-i sadâ çok müthiş oluyordu. Artık doktorlar ümitsiz bir halde ellerini çektiler, bakalım ne olacak dediler. Başına üç nöbetçi adam, biri Mehmet, biri Rıdvan, hizmetçinin birini koydular ve istirahate çekildiler. Dördüncü gün nihayetinde gözlerini açtı, “Ne oturuyorsunuz?” diye sordu. …Karyola yerine konduktan sonra orayı temizletti. Halıların yerlerini değiştirtti. Ondan sonra “Çağırın gelsin kardeşim, gelsin odamı temizledim, görsün” demişler. Derhal haber geldi koşarak gittim.- “Gel kardeşim bak, temizlik yaptırdım, halının yerini değiştirttim, sandalyenin yerini değiştirttim, ben yapmadım, yaptırttım”. Bunu sevinçle anlatıyordu:- “Kardeşim ben yapmadım, yaptırttım”. Bu hal karşısında sevinç yaşları döktüm. Ağabeyciğime:- “Biz sizin odanıza gelemedik, bizi menettiler fakat iyi ki haber etmişsiniz. Bak, iyi uyursunuz, sizi ne kadar iyi bulduk”.- “Evet kardeşim, beni de görüşmekten doktorlar menettiler”. Kendisi dört günlük komadan haberi yok. Artık bizi duyan kimseler, sevinç hediyeleri vermeler… Kendisine hiçbir şey de duyurmadık. 18 gün zarfında sevincinden artık ölmeyeceğini zannederek Bay Celâl Bayar’a dağlarda ev istedi. Kendi vaziyeti bence malûm idi. Gözyaşlarımı dindirecek ve bana ümit verecek bir şey kalmamıştı. Fakat kendisini teskin etmek için ağabeyciğime “Dağlarda yaptıracağın ev çok rutubetli olmasın, çok güneşli olsun, akarsuyunu unutma, sana elimle sütlü börekler, muhallebiler yapacağım” dedim. Sevinerek:- “Yapacak mısın kardeşim, yapacak mısın kardeşim?”.- “Yapacağım ağabeyciğim”.- “Çağırın Celâl Bayar’ı buraya”. Bu sözlerim kendisine bir mevzu olmuştu. 18 gün yaşadı ve bu 18 günde dünya bizim olmuştu. Meğer biz de aldanmışız. Celâl Bayar, Atatürk’e emirleri veçhiyle dağda ev yaptırmak için projelerini anlatarak Atatürk’ü avundurmaya çalışıyordu.* …Metanetimi muhafaza ettim. doktorların beni uzaklaştırmalarından korkuyordum. Ertesi günü kilit altında yaşayan kardeşimin kapı kilitleri açılarak arkalarına kadar dayanmıştı. Saray ortasında geniş salon ortasında Neşet Ömer’le karşılaştım. “Hanımefendi, odaya mı giriyorsun?” dedi. Anladım ki artık ihtiyat kalkmış. Gözlerine hayretle ve mânidar bakarak “Evet doktor bey, Atatürk’ün odasına gidiyorum” dedim ve vaziyeti anladım.- “Haydi git, haydi git”.İşi anladım. Dokuza yirmi dakika kala huzuruna girmiştim. Nihat Reşat, Atatürk’ün sol tarafına oturmuş bir lâstik tulum içinde Atatürk’e su içiriyordu. Konuştum:- “Atatürk niçin göğsünden nefes alıyor?”.- “Ağırcadır efendim”.- “İyi olacak mı doktor bey?”.- “Tabii efendim iyi olacak”.- “Uyanacak mı ağabeyim?”.- “Elbet efendim. Geçen defa nasıl uyandı. yine uyanacak”.Ben de karyolanın sol tarafına diz çöktüm. Gözyaşlarım yerlere akarak, başımı gözümü kimseye göstermeyerek gözyaşlarımı çeşmeler gibi döktüm. Onlar kendi vazifelerine -Doktor Nihat Reşat ve bir hizmetçi- bakarken ben de burada Atatürk ile konuşmaya başladım:- “Ağabeyciğim, nedir bu uykun, üç gündür gözlerini derin uykulardan açamıyorsun, mavi gözlerine hasret kaldım. Mahşere mi kaldı görüşmemiz, bir daha mavi gözlerini göremeyecek miyim? Bana hakkını helâl et, ben hakkımı helâl ettim” dedim.Tam o sırada sağ gözünü açtı.- “Doktor bey, hani ağabeyimin baygın olduğunu söylemiştiniz, ben konuşunca bak gözünü açtı” dedim.- “Vallahi baygındır hanımefendiciğim”, dedi.- “Aman deme doktor bey, bana gücenecek, çok çirkin konuştum, helâlleştim Atatürkle. Atatürk uyanıyor. Ben ne yüzle bakacağım Atatürk’e?”.- “Vallahi baygındır hanımefendi, merak etme”.Saat dokuza sekiz dakika kalmıştı. Hemen Kılıç Ali içeri girdi. “Aman hanımefendi, çok ağladınız, biraz dışarı buyurun” dedi. Elimden tutarak dışarı çıkardı. Her zamanki plânları üzerine.Bütün mevcut olan doktorlar dışarıda hazırlanmışlar, hep birden içeri girdiler. Nihat Reşat “Üzülme, ağlama hanımefendiciğim. Şimdi hergünkü gibi doktorlar toplanarak konsültasyon yapacağız, ne lâzımsa iyi olması için yapacağız, üzülmeyiniz” demişti. Biraz evvel doktorlar da hemen içeri girdiler. Hepsi Atatürk’ün karşısına sıralandılar, ben de dışarıda yumruklarımı başıma vuruyordum. “Bakalım ağabeyime ne olacak?” diyordum.Hizmete bakan sofracı Kâmil anlattı: Atatürk iki gözünü açmış, bütün mevcut olan dotorların ve odada bulunan şahısların yüzlerine bakıyor… Ayrı ayrı dikkatle bakmış. Hepsi de kollarını bağlayarak ihtiram vaziyeti almışlar ve ….. bir halde durmuşlar… Atatürk bu bakıştan sonra kendi kendine iki ellerini göğsüne kavuşturarak ufak bir hırıltı ile ruhunu teslim eder….Kimse kimse bir şey söyleyemiyordu. Tekrar odaya girdim. Âh, bir de ne bakayım, Atatürk’ün yüzüne bir tülbent germişler. Ah! ne o mavi gözler kalmış, ne o ….. bakan kalmış, ne o güzel dudaklar kalmış. Artık o …..ri gözüm göremedi. Bu defa karyolanın sağ tarafına oturan ayaklarına sarıldım. Başyaver Celâl Bey geldi: “Haydi hanımefendiciğim. Fazla ağlama, kalk”.- “Sizin şimdiye kadar emriniz geçerdi, fakat maalesef artık emir, müsaade geçti. Artık rica ederim beni serbest bırakın, kardeşimin doya doya ayağını öpeyim”. O gidip arkadan Kılıç Ali’yi göndermiş, onu da dinlemedim. Arkadan kocamı getirdiler. “Makbuş yeter, hasta olacaksın, bir hal olacak, yeter, ağlama”.- “Mustafa Beyciğim, sen ana, baba, kardeş kaybetmedin mi? Ölümle ayrılan kardeşimin bırakın ayağı dibinde ağlayayım”, dedim. O da başladı ayaklarını öpmeye, dizlerini okşamaya. …Ben kendi odama gittim. Sarayın harem tarafı zabitanla dolmuştu. Üniformalı, gerek paşalar, gerek zabitan dört kişi başucunda, ayağında nöbet beklediler, birer saat.Nöbetçi zabitlerden birisi teessüründen düşmüş bayılmış. Bayılan, tahkikatta Atatürk’ün üzerindeki yorganının harekete geldiğini görerek bayıldığını söylemiştir. Neşet Ömer Bey de “Belki fare geçti” demiştir.Beni artık ayıla bayıla kocamın eliyle Atatürk’ün dairesine bir odada istirahate çekiyorlar. Eter şişeleriyle tedaviye başladılar…AĞABEYİNİN VEFATINDAN SONRA…* …Bir yandan (…..)’ın anneannesi çaldıkları eşyalarımızdan bugüne kadar kaçıramadıklarını avcı tazıları gibi kaçırmak derdine düştüler. Kanepeler altını, koltuklar arkasını ve salondan sakladıkları eşyaları kaçırmak derdine düştüler. Hizmetçi kıza emir verdiler: “Çabuk durma, şimdi bizi buradan kaldıracaklar eşyaları kaldırın”….Bu sözlere hizmetçi Zeynep isyan etti. “Allahtan korkun alçaklar. Utanmaz mısınız? Daha henüz yüzüne tülbent örtüldü, daha teni soğumadı. Ne alçak insansınız, (…..), alçak (…..), namussuz, hırsız, merhametsiz (…..), doymadın mı hırsızlığa? Şimdiye kadar çaldıklarınız yetmez mi? Sen Atatürk’ün hâline ağlamayacaksan bari bırak da ben ağlayayım”.Bu kızı sırları meydana çıkmaması için çok iyi muhafaza ettiler. Kız kaçtı, yanlarında oturmak istemedi, tekrar ne yaptı, yaptılar, tekrar getirdiler ve bir şoförle evlendirdiler ki kızı sırları muhafaza için büyük dostluk gösterdiler, çeyiz verdiler. El’an tarassutları altındadır. Benim zevcim Mustafa Bey de “Bu kızda çok sır vardır, bunu biz alalım” dedi, çok para sarfetmek de istedik fakat mümkün olamadı.* …Atatürk’ün ölümü günü akşamı odalarımıza çekildiğimiz sırada emir verilmiş, “(…..)’yı, (…..)’yı alın, selâmlık tarafına geçirin” demişler. Onlar isyan ettiler, bayıldılar, ayıldılar, “Biz saltanata, saadete alıştık buradan nasıl çıkalım?” diye feryada başladılar. Çıkmalarının emrine rağmen o gece emir hilâfına yattılar. Ben de kendi odama çekilip göz yaşlarımı dökerek yatağıma girip ….. yaptım.* …Birkaç gün sonra, bu ateşli dakikalarımda (…..) gelir gelmez, eskisi gibi metanetimi muhafaza ederek gözlerine baktım, acaba ne okutacak… “Efendim, Atatürk’ü şimdi yıkayacaklar”. “Yaaa, öyle mi?” dedim, kendimden geçtim. Fakat senelerden beri bize rahat yüzü göstermeyen bu hain adama karşı metin olmaklığım icap ediyordu. Üsküplü (…..) neler etti bize. İskemle üzerinde oturup arzuhal yazan adamın oğlu bize neler etti, neler etti.* …Birinci gün öyle geçti. Ertesi günü İsmail Hakkı Bey ağabeyimin yüzünü göstermedi. Kendisine külliyetli, karısına külliyetli mal bırakan kardeşim, şimdi tek bir kızkardeşi haşin muamele görüyor. Teselli değil, haşin bir muameleye lâyık görüyordu. “Reisicumhur Mustafa Kemal öldü, yaşasın yeni Cumhurreisi” diyorlar. Tarih tekerrür ediyordu. Fakat kimsesiz ben bu hâle sokulmamalıydım.* …Nihayet Reşat Bey (Doktor Nihat Reşat Belger) “Hanımefendi büyük bir kardeş kaybettin. Cenaze merasiminde yukarıdan aşağıya kadar siyahlar giyin ve bir tül asın” dedi. Ben de “Bu dinimizde yoktur, nasıl olur?” dedim. “Mısır eşrafları her zaman ölülerine böyle yaparlar” dedi. Bunu bir kere ağabeyimin yerine koyduğum İsmet İnönü’ne sormak istedim. Ankara’da İsmet İnönü’nün hanımına sordum. Nihat Reşat’ın sözlerini tekrarladım. “Bir kere lütfen İsmet Paşa Hazretleri’ne sorun” dedim. Hanımefendi ricalarımı tekrarladı. Çok sert ve müdhiş bir seda ile cevap verdi: “Bana ne soruyor, ne mecburiyetim var, ne bileyim öyle şeyi, ben böyle şeyi bilmiyorum”. Beynimden vurulmuşa döndüm. Bu kadar değildir. Daha ağır ve uzun söyledi, fakat şimdi toplayamıyorum. Sonra anladım ki bana kardeşlik edebilecek kimse yok. Bir kere daha yalnızlığımı, kimsesizliğimi duydum, çok mahzun oldum.* …Zevcimden ayrı düşmekliğim hasebiyle Dörtyol’da ağabeyimden kalan bir bahçenin tapusu da elimde olduğu halde sıhhî durumum dolayısıyla orada oturmak mecburiyetinde idim. Oraya gittim. Emir vermişler, “Sakın ha kapıyı açmayınız, çıkartması güçtür”. Bu evi bilmediğim için elimdeki tapuya güvenerek sıhhî ihtiyacım dolayısıyla oraya geçmiş bulundum. Bana mahkeme açtılar. Tapu iptal davası. Bir buçuk senedir devam etmektedir. Komşu ve kira evlerinde kaldım. Para ile portakal yedim, süründüm. Perişan oldum. Kimseler kapımı açmadı. “Sen kimsin?” diyen olmadı. Hizmetçi herifler gözlerimin önünde bahçemden çuval çuval portakalları çalarak satmaya götürdüler.* …Cenaze merasimine iştirak etmek için bir davet bekledim, hiçbir ses çıkmadı. Zevcim Mustafa (eşi Mustafa Boysan) ile düşündük. Cenaze meclis önünde duruyordu. O gün de kaldırılacaktı. “Gidelim meclis önüne, bakalım ne olacağız; nasıl bir muamele ile karşılaşacağız” diye düşündük. Zevcim Mustafa Bey ile meclis önüne gittik. Bizimle alâkadar olan kimseler çıkmadı. Kimse alâka göstermedi. Arka kapılardan yol bularak meclis binasından geçtik. Meclis bahçesine geldik. Atatürk’ün cenaze masasına yaklaştık. Öyle bir melûl mahzun bir halde idim ki, acılarımın hangisini söyleyeyim? Yüzümüze bakan yok, kimsin diyen yok. Karşımızda yıkılmış koca koca bir kudret ve kuvvet, canciğer kardeşimdi. Dünyalara sığmayan canciğer kardeşimdi şu yatan dar yerde. Gözyaşlarımızla o derin mahzuniyetle birkaç saat böylece ayakta olarak seyredelim. “Hanım bekle, bir şey olacak” diyen zevcimle beraber bekledik. Fakat içimizdeki mahzuniyet ve gözümüzden akan yaşların teessürleri bugün bile gözlerimizi yaşartmaktadır.* …Eve geldik. İlk iş olarak otomobilimizi hemen aldılar. Hizmetçilerimizi aldılar. Kapıya süngüsü takılmış bir nefer koydular. Sağa sola kıpırdanacak hiçbir serbest vaziyet bırakmadılar. Ne olduğumuzu şaşırdık, ateşçimiz gitti, vekilharcımız gitti, şoförümüz Arap Kadri bizim adamımız zannediyorduk, o tarafa geçti. Elimizde Atatürk’ün ilk neferi olan Şakir Koşar adındaki bir neferle bir Arap kızı kaldı. Bunları alırken de hiçbir nezaket kaidesine riayete dahi lüzum görmeden ve bize malûmat verilmeden doğrudan doğruya eşhâsa haber ve emir göndererek eşhâsı geri aldıklarını gördük. Duvarsız olan evimizin bütün etrafında iki camlı olan duvarlar arasında itina ile Atatürk’ün emriyle yetiştirilen çiçekler, akvaryumlarda itina ile bakılan balıklar, işçiler alınınca birdenbire söndü kaldı. Efendim, o bahçıvan İsmet İnönü’ne odacı olarak lâzım olmuş, gitti, yine üç gün sonra bir genç bahçıvan gönderdiler. Fakat hemen arkasından askerliği geldiğinden gönderildi. Başka bir bahçıvan geldi, o gün geri aldılar. Sorduk, cevaben “Efendim adamlarımız azdır, bize lâzımdır, onun için almaya mecburuz” dediler. Şoförler de şoförlüğe lazımmış. Bu suretle hepsine birer hizmet buldular ve aldılar. Elimizde Şakir ile Arap kızı kaldı. Şakir de döndü, biraz geçti Şakir’i de başka yere aldılar.* …Bir gece geç vakit İsmet İnönü teşrif ettiler.- “Nasılsın? İyi misin?”.- “Teşekkür ederim” dedim. İki el ile sarıldım, ellerini öptüm. Hiç yadırgamadım.- “Efendim, senin İstanbul’da evin yoktur, çiftliğinize gider oturursun” dedi.- “Aman Paşacığım, ben bu mustarip hâlimle çiftliğe nasıl kapanıp oturabilirim?”.- “Haydi, haydi, ben senin çiftliğini bilirim, çok güzeldir. Ben çiftliğe davet yaptığın zaman gelmiştim, güzeldir. Oturursun o çiftlikte sen”. Bir taraftan da İstanbul Valiliği’ne acele emir verilmiş, “Durma, çabuk Atatürk’ün evini müze yap”. Vali’nin de iki ayağını bir papuca konulmuş.- “Efendim senin otomobilini hükümet aldı, şehre yaya gideceksin, git”.- “Aman Paşacığım ben sakat insanım, nasıl yaya giderim?”.- “Gidersin”. Baktım ki anlaşmanın imkanı yok.* …Biz bu süngü takmış neferin karşısında ve sivil polisler karşısında ancak dört ay oturabildik. İstanbul’a çekilmeye mecbur olduk. Zevcim Mustafa Bey şeker hastalığına tutulmuştu. Burada yapamıyorduk. İstanbul’a gittik. Burada ev bulmak mesele. Düştük mü sokaklara… İşte o zaman Lütfi Kırdar sokak sokak bizimle beraber bize ev aramaya mecbur oldu. Dilek Apartmanı’nı bulduk, geçtik, oturduk.Yapmış olduğu rollerle iftihar eden (…..) gelmiştir. Benim hâlimi görsün, işte o zaman haşladım:- “İftihar ediyor musun, zevk alıyor musun bizi bu halde görmeye?”….Merhamet kalbinde bulunmayan adam neden müteessir olur? Hiç….Evimize geçtik, Dilek Apartmanı’nda oturuyoruz. Gözyaşlarımı dindiremiyorum. Her gün Yakacık (?) dağlarında ağaç altlarında gözyaşı döküyorum. Bir sene mütemadiyen böyle gözyaşı döktüm. Kimselere gözükmedim. Bir taraftan da zevcim mirasıma sahip olmak için tapuları almaya çalışıyordu. Fakat bir türlü tapularımız verilmiyordu.Her tarafa emir verilmiş: “Kat’iyyen tapu verilmesin”. Mustafa Bey buna rağmen büyük gayretler sarfederek birkaç tapu alarak geldi ve kanunî haklarımız kısmen olsun alınabildi.* …İsmet İnönü’ne, Çankaya’ya telefon açtım. “Ben geldim”. “Hoş geldiniz”. “Kabul ederseniz ziyaretinize geleyim”. “İki gün sonra saat 4’te buyurun” dedi.Otomobil gönderdiler, aldığımız hediyeler ile …gittik. Ailesi, validesi çıkıp beni karşıladılar. Yarım saat oturdum, müsaadelerini istedim, kalkacağım.Hanımefendi sordular:- “Asansörle mi ineceksiniz, merdivenden mi?”.- “Dizlerimden çok müşkül vaziyetteyim, her halde asansörle insem iyi olur”.Asansörle inerken asansör içinde “Hanımefendiciğim, emrinize bir otomobil verilmiş” dedi İnönü’nün hanımı. “Paşa ile bakalım efendim, işi yoksa sizi görüştüreyim”.Aşağı kata dâhil olduk. Paşa’yı bir yuvarlak masa başında oyun oynarken gördüm. Serbest serbest Paşa’nın odasına girdik. Ayağa kalktı Paşa. Elini aldım, öpeyim. Elini öptürdü -halbuki Atatürk sağ iken o benim elimi öpüyordu- ve beni geze geze oda kapısından dışarı çıkarttı. Odada oturtturmadı. Oda kapısı dışında ve ayakta Mustafa Bey’in hatırını sordu. Benim hatırımı sordu. Teşekkürle muamele ettim, “İyiyiz efendim” dedim. Anladım ki oturtacak ve benimle meşgul olacak zamanı yoktur. Veda edip ayrıldım. Makbule Hanım, 1930’lu yılların başında. Makbule Hanım, ağabeyi Mustafa Kemal’in cenazesinin 1953’ün 10 Kasım’ında Anıtkabir’e nakledilmek üzere Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrinden çıkartıldığı sırada tabutun başında ağlayarak dua ediyor. Makbule Hanım’ın hatıralarının bir sayfası…Hatıraların bir başka sayfası… Makbule Hanım’ın hatıraları için hazırladığı şecerelerden, yani soyağaçlarından biri.
AKP gerçekten ne yaptığını bilmiyor. Şuursuzca işler yapmaya devam ediyor. Emeklilere “emekli yılı” adı altında zam vermeden bu işten nasıl sıyrılsak hesabı yapıyor. Vahim!
Sabah gazetesi manşetten Emekliler için DESTEK diye afili bir manşet patlatmış ki bir çoğu hiçbir işe yaramaz. Yarasa da zannımca çok az kişi faydalanır.
Emeklilerin büyük kısmını süründürüyor AKP. 10.000 TL maaşı hak görüyor, ev kiralarının 12-13 bin TL olduğu bir ülkede.
Destek verilecekse aylıklara iyi bir zam verirsin emekli otobüse bedava bineyim diye uğraşmaz. 10 milyon dilenci emekli maalesef ülkemizde. Tam anlamıyla fakirden alıp zengine vermek milyonların umudu olmuş olan Tayyip Erdoğan’a nasip oldu. Anlamsızca 20 yıldır emekli aylıklarını kemire kemire bu hallere düştü emekliler. Ölseler de bu atıl kitleye para vermeyi bıraksak gibi bir intiba bırakıyorlar ki intiba değil gerçek düşünce bu.
Doğalgaza, elektrik suya ulaşım araçlarında emekli indirimleri yapacak. Ne gerek var. Sen öncelikle adamakıllı zam ver insanlara. Zaten var olan haklarını ver. Ne o öyle asalak tipli insanlar kitlesi mi yapmak istiyorsunuz. Yazık.
Ancak kurnazlıkta AKP çok başarılı. Özellikle emeklilerle ilgili kurnazlıkları…diğerleri henüz gün yüzüne çıkmadığından oralarda ne gibi kurnazlıklar yapıyor bilemiyoruz. Hoş düne kadar emeklilerle ilgili olanları da bilmiyorduk. Yok kök maaş, yok taban maaş, seyyanen maaş, zart maaş zurt maaş…
Doğalgaz 2000 TL gelmiş ise emekliye 1500 TL gelir, yol ücreti zaten belediyeler emeklilerden para almıyor ya da indirimli alıyor pek çok ilde, trenlerde de öyle. ANCAK EMEKLİNİN öncelikle gezecek parasının olması gerekiyor. Neymiş tatil beldelerinde hakları olacakmış yesinler sizin tatil beldelerinizi. O tatil beldelerinde anca tüm partilerin milletvekilleriyle bürokratlar ve kol kola gezdikleri ihracat patlamaları yapan kodamanlar tatil yaparlar. Velev ki tatil beldesine kadar indirimli biletiyle gitti orada anca alabilirse su alır başka da hiçbir şey yapamaz bir ağaç altında akşama kadar oturur indirimli biletiyle eve döner. Utanmaz arsızca zavallı emeklilerle alay ediyorlar. Sefillerin halinden ne anlar doymuşlar. Yazık.
Bir de televizyonlardaki şu her gün çıkan gazetecilere ne demeli güya millet hakkı savunucular. Bazen alevlenip bir kaç nara atıyorlar sonra tekrar o muhteşem mevkilerinden ık mık diye bir şeyler geveliyorlar. Konuşurken kahkahalar da savuruyorlar ya ona fitil oluyorum. Yazık.
Uzaktaki sivri tepelerin eteğinde bir bataklığın kenarında yerleşmiş ova halkları günlük geçimleriyle uğraşıyorlardı. Beş altı insan bir araya geldiği zaman görüp işittiklerini bir bir ortaya döküp vıdır vıdır konuşmaya başlıyorlardı. Kıdırbay’ın kamlık yeteneği bu köyde kurulan pazarlardan daha fazla yayılmıştı. Büyük küçük ününü duymayan kalmamıştı.
Manar’daki Kulmat’ın karısı Seydimkan kaynanası ile geçinemeyince, Kulmat’ın anası gizlice baksıya gidip gelinini okutmuş, onun kudretini yumurtaya geçirip evinin arkasına gömdürtmüş. O zamandan beri gelini düşünceli düşünceli gezer olmuş. Kumlat yanında olmayınca sinirlenip onu aramaya başlaması, dünya alt üst olsa bile hiçbir şeyi önemsememesi hayret verici gerçekten. Eğer iki yıl sonra yumurta çürüyecek olsaydı Seydimkan bu dünyaya elveda diyecekti.
– Sonra nasıl hayatta kalmış. “Adamın ruhunu yumurtaya geçirmek olağanüstü bir şeydir” diyerek birisi söze karıştı ve ihtiyar sakalını yavaşça sıvazlıyarak “kötü konuşma. Allahn kuluyuz . Beni de duann gücüyle dondursun bakalımda görelim” diye devam etti ve “Seydinkan’ın babası gün geçtikçe kızının renginin solmakta olduğunu fark etmiş ve evine götürüp Kıdır baksıya 40 gün sihirletmişti. Gücüne bak! kasideyi ısrarla ezbere okumuş böylece Kumlat’ın kötü niyetini anlamış da Seydikan sonunda kurtulmuş” diye Kıdır ‘ın baksılığını epeyce övdü. Bunu duyan halk baksının yeteneğine iyice saygı duymuştu.
Bugün Cuma namazndan çıkanların arasında ihtiyar birisi, Kıdır baksının ilginç büyü seslerini taklit ediyordu.
Çoktan beri hasta olduğu için azap çeken Toktobolot sabaha kadar uyuyamadı. Sinek kadar canını kurtarabilmek için gitmediği baskı tabip kalmadı. Kendisi de dine inanan birisiydi. Gözüyle görüp kulağıyla işittiği mollaların hepsine uğradı hasta olduğu halde beş vakit namazını kazaya bırakmazdı. Böylece zar zor sabaha kadar dayandı. En sonunda baskıya gitmeye karar verip çocuğu Coroy’u uyandırdı
-Karageri iyice eğerle de Kıdır baksını çağır gel. Hepsi bir günlük yol. Yarına kalma hastalık iyice bastırdı. Şu elli somu yol parası için ver de evimizin kapısını çabucak göster. Diyerek oğlunu yolladı.
Ertesi gün Toktobolot bekleye bekleye gözü yollarda kalmışken baskı ancak geldi. Toktobolot’un hayatını, geçimini oğlu Corodan öğrenen baskı onun damarını tutarak coştu, sonra şöyle konuştu:
-Gençliğin eziyetle, çocukluğun da mutlulukla geçmiş. Sonra evlenip çoluk çocuğa karışalıdan beri aile sorumluluğu seni yıpratmış. O zor yıllarda Atiret’in keçilerini gütmüş müydün? Gütmüşsüüün!. O zamanlar keçi otlatırken şiddetli fırtınaya maruz kalmışsın ve rüszgâr sana bu hastalığı bulaştırmış. Yanında düşmanın varmış gibi bu güne kadar neden sen baskıya, mollaya gitmedin! Eşin vefat edeli 4 yıl olmuş onun üzüntüsü de sana ıstırap vermiş ve her gün ağzından sarı su akıyormuş. Dediklerim doğru mu?
-İyi iyi, sanki benimle kalıyormuşçasına yaşadığım tarihin hepsini anlattınız. Hastalığıma da doğru teşhis koydunuz. Kesinlikle doğru söylediniz dedi. Hemen ertesi gün iyileşeceğine canı gönülden inandı.
-Evde saçımdan çok işim vardı ama çocuğunun ısrar edip durması diye öksürerek şöyle devam etti kam:
-Beni buraya gelmek zorunda bıraktı. Üstelik belki de hastayı tedavi edebilirim diye itiraz etmeden geldim.
Canayakın hoş sözlerini duyunca Toktobolot, Kıdır’ın ev işlerini yapmak üzere oğlunu onunla gönderdi ve baksıyı evinin üst köşesine kadar geçirdi. Tütünü ağzına koyup iki üç defa yaladıktan sonra Kıdır konuşmaya başladı:
-Şimdi yapacağımız iş seni sihirlemektir. Kuvvetten düşerek başının dönmesi kendi kendine konuşman ise rüzgarın gücü sana cinleri getirmiş ağzında meydana gelen sarı su ise mutlaka ele almalıyız. Her şeyden önce Tanrı önünde beni olmayan bir siyah koyunu kurban ederek, Allah’dan bir şifa bekleyerek koyunun ciğerini senin bedenine vuracağız. Gece saat 12 de seni sihirlemeye başlayacağız. Buna ilave olarak bir bağ kanat bulmalısın…
İkisi konuşuncaya kadar Kıdır’ın geldiğini duyan komşuları bir bir geliyorlardı. Komşular tam bir hastaneye gelip hastalıklarını sırayla gösteren hastalar gibi düzenli bir şekilde sıraya girip damarlarını tutturuyorlardı. Birbirine benzemeyen teşhisleri duyarak geri dönüyorlardı. Bazıları tehlikeli bir hastalığa yakalandıkları bir hastalığa yakalandıklarını öğrendiklerinde çok korktular. Sonra dua ile tedavi olabileceklerini duyduklarında kendilerine geldi zavallılar. Kendilerine gelince hayatlarında kazandıkları her şeyi ona (tanrıları Kıdır’a) vererek dua okutmayı düşünüyorlardı. Fakat şimdiki sıra Toktobolot’undu bu yüzden hastalar sonraki günler için sıra almaya çalışıyorlardı.
Tam gece yarısı olduğu bir zaman. Toktobolot Kıdır’ın söylediklerini elinden geldiği kadar yerine getirdi. Toktobolot’un gözleri buğulanarak alem siyah perdeye bürünmüş gibi oldu. Kuvvetten düşerek uzanan vücudunun halsizliğini kendinden başka kimse fark edemedi.
Pişen koyun etini büyük tabağa koyup getirdi. Serili sofra üzerine iki kemikli eti koydu ve akşam yemeği için hazırlandı. Sonra tabaktaki eti örterek ne kadar süre okudu acaba…sesi hırıltılı bir şekilde Allah’a dua etti. Bu tabaktaki et bundan sonra yenilemez. Yanılmıyorsam seni yıpratan hastalığın tamamıyla bu ete geçti. Yarın kutsal mezarın eteğindeki gür suya eti atacağım. Neyse seni sihirlemeye koyulalım.
Toktobolot baskının tüm söyledikleri can kulağıyla dinleyerek her şeyi anlıyordu. Dururken de hareketsizdi. Konuşacak ya da hareket edecek olursa san ki hastalığı artacak gibi oluyordu. Hatta her gün rahatsız eden öksürüğü bile dinmişti.
Köyün kenarındaki ıssız bir evde iki insan, biri bu dünyadan hayır dileyerek güneş ışığını görmeye can atan Toktobolot, diğeri adamın hastalığını gideren Hıdır. Sofra üstünde de bir kese şeker vardı. Kıdır’ın ağzından ak köpükler çıkıyordu.Dua sona ermek üzereydi.
Gözünü yumup oturan Toktobolot’un başı aşağıya doğru kayıyordu. Eğer gözünü açarsa baskının sihirinden korkup ödü kopacakmış aklını kaybedecekmiş gibi geliyordu. İşte böyle devam ederken baksı kocaman ceketinin altındaki şekeri nasıl bir hile toruza vurduğunu sofranın üzerinde ise boş şeker kesesinin durduğunu kim görmüş. Sihirlemenin önemli kısmı bittikten sonra Kıdır önündeki tereyağından ağzına almaya başladı. Tereyağı dolu ağzından akan yağdan önündeki Kuran da nasibini alıyordu.
Sabah oldu fakat hava birden değişerek fırtınaya dönüyor etrafındaki dağların tepeleri kâh görünüp kâh kayboluyor doğa istediği gibi değişiyordu. Kıdır dua okuduğu eti kutsal mezarın eteğindeki suya atmak için acilen yola çıktı. Yola çıkarken de:
-Şimdiki durumun öncekinden çok daha iyi. Ben bu hastalığı vücudundan zorla ayırdım. Akan suya atıp yok eder eve barka bakıp ve hemen yarın gelirim. Diyerek bir anda ortadan kayboldu.
Güneş doğmuş sivri tepelerin üzerinde görünmüştü. Köylüler gürültüyle Toktobolot’un evinin etrafında toplanmışlardı. Fakat Toktobolot bu dünyaya çoktan elveda demişti. Köylü şaşkındı.
Kıdır’dan başkası sihirledi her halde. Eğer Kıdır okumuş olsaydı bu hastalığa yenilmezdi! Diye yakalarını tutarak uzun zaman gördüklerine inanamadılar.
Türklerin İranlılardan öğrendikleri tasavvuf felsefesi bu düşünceler üzerinde gelişir ve yüzyıllarca şiirlerinde yankılanır. Mutasavvıf şairlerin dilinde Allah sevgili (maşuk), insan ise âşıktır. Aşığın sevgilisinden ayrılmaktan dolayı duyduğu elem imajının altında ruhlar âlemine duyulan özlem feryatları yükselir. Sevgilinin acımasız bîgânelik sembolü ile ifadeye gelmez güzelliğinin kısmen de olsa bir an kendilerine aşikar olmasıyla kendilerinden geçmiş aşıklar, zaman zaman ruhlarını aydınlatan, kendilerini bir an gerçekle yüz yüze getiren, sonra varlığı fark edilmeden kaybolan anlık parlayıp sönüşleri tasvir ederler. Şairler, her şeyde hazır ve nazır olan, özellikle de ahsen-i takvim olan insanda Allah’ın varlığını temaşa ederler. Bu itibarla Allah’ın, en mükemmel tarzda zuhur ettiği insanı sevmek ve takdir etmek güzel bir şeydir. Hatta güzel bir yüzde akseden (bizzat Allah’ın cemal sıfatı) ve aşığın gözüyle gören Allah’tan başkası değildir. Böylece tecelli tamamlanmaktadır.
Ahdi Misak (Bezm-i Elest ), sufizmin bu mistik yönüyle örülmüştür. Kur’an’da geçmektedir; daha mevcudat yaratılmadan Cenabı-ı Hakk’ın ruhlara “Elestü bi Rabbiküm? Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına ruhlar, “Kâlû bela, evet Rabbimizsin” cevabını vermişlerdir. Şairler, zamanın başlamasından önce yapılan bu misakın yankılarını daima ruhlarında hissetmişler, daima bununla uyum içerisinde olmaya gayret etmişler; sonsuzluğun bu elest şarabıyla sarhoş olmuş, vecde gelmişlerdir.
Şairler İlk sufiler, çağdaşları olan aşk ve şarap şairlerinin kullanmakta oldukları ifade şekillerini almışlar bu suretle kendilerine adapte ettikleri terimlere tasavvufi bir anlam yükleyerek sembolik bir dil teşekkül ettirmişlerdir. Mesela, şarap tasavvufi aşk, şarap tüccarı şeyh, meyhane tekke, Sevgili Allah, seven (âşık) ise insandır. Birtakım izahlarla bu kelime hazinesi çok daha işlenmiş ve mükellef bir hale getirilmiştir; Öyle ki şair tarafından anılan her obje bir felsefi veya tasavvufi kavramın simgesi olmuş; mesela, sevgilinin yanağı kainat,saçları Allah’ın sırları vb.
Hafız üzerinde birçok yorumlar yapılmıştır ve şairin eserlerinin hepsi tasavvufi açıdan şerh edilmiştir. Fakat onun ya da benzer başka bir şairin bu tür mısraları, sistematik olarak açıklandığı gibi düşünüp düşünmedikleri son derece şüphelidir. Bununla birlikte bu sembollerin gölgesi hiçbir zaman bütünüyle çekilmemiş müphem bir yadigâr olarak Türk şiirinin her safhasında varlığını muhafaza etmiştir.
Şairin mizacında tasavvufun ya da materyalizmin hâkimiyetine göre şairin eserinde de ya sembollerle ya da kelimesi kelimesine verilen anlam hâkim olacaktır. Bir kaide olarak her iki öğe de incelikle işlenmiş ve birbirine karışmış olduğundan bazen biri ön planda olurken diğeri geri planda kalacaktır. Dolayısıyla bu şiir his ve his ötesi arasında akıp gider; aşk ve güzellik en cazibedar kıyafetleriyle ve en güzel biçimde sunulur, fakat bu takdim öyle mahirane yapılır ki, okuyucu istediği gibi yorumlamakta serbesttir. Daha önce de ifade edildiği gibi işret ehlinin hoşuna giden aynı şiir bir dervişi de vecde getirir. Bunların yanı sıra söz ustası, sanatkârı olan birçok şair vardır; eserlerini süslemeye değer gördüklerini alırlar ve arzu edilen estetik tesiri meydana getirebilmek için mısralarına yerleştirirler. Türk şairleri arasında gerçekten mutasavvıf olan ve bütün güçlerini, akidelerinin tarif ve şerhine harcayan birçok şairin bulunmasının yanı sıra büyük bir çoğunluğunun da sadece tasavvufi fikirler ve terimlerle oynadığı akıldan çıkarılmamalıdır.
Türkler, İran şiir sistemini aldıkları zaman bu fikirlerin ve terimlerin çoğunu kullanıma hazır halde buldular ve şairler için birer stüdyo malzemesi görevi gören aynı şekilde elde edilen birçok şeyle birlikte, durumun icap ettirdiği ölçüde bunları eserlerine yerleştirdiler. Bu tür akide (doktrin)lerin İslam tevhidiyle at başı gelişip serpilmesi biraz tuhaf görünebilir.
Aslına bakılırsa İslam (biz Batılıların) zannettiğimiz kadar katı bir din değildir; Kur’an’da ve hadisler içerisinde tasavvufi yoruma açık pek çok ifade bulunmaktadır ve istisnasız bir şekilde İslâmî tebliği kendilerine görev edinen sufiler de bu yorumlarla konumlarını kuvvetli bir şekilde takviye etmişlerdir. Fakat gözlemlerimiz sonucunda daha sonra ortaya çıkacak olan ve garip görünen birçok şey gibi bunu da layıkıyla anlayabilmek için İran istidadının hakiki tabiatına ilişkin bazı hususları bilmemiz gerekmektedir.
Asya Kaynaklı fikirler üzerinde oldukça derinleşen bir mütefekkir yazar14 tarafından ifade edildiği gibi, Avrupalılar hemen hemen şuursuz bir şekilde inançlarına aykırı ne olursa olsun inkar ederek kavramlara bir mütecanislik verirken Doğulu; insan zihninin algılayabildiği her düşünce kırıntısını muhafaza etmekte daha titizdir.
Avrupalıların çok sevdiği her şeyin harfi harfine olması Asyalı için, hayalin ötesine açılmaktan alıkoyduğundan ıstırap vericidir. Farklı teoriler ve birbirleriyle mutabık kavramlar aramaya çalışmadığı gibi böyle bir girişimin ne menfaat sağlayacağını da anlamaz. Bu farklı fikir ve teoriler onun için sonsuzluğa farklı yönlerden açılan pek çok farklı pencere demektir. Bu sebeple sonsuzlukla iştigal ederken sınırlandırmalara tahammül eder. Batı Asya, ilk asırlardan beri her çeşit fasit dinî teorilerin yuvası olmuş, bunların hiçbiri de tamamıyla unutulup yok olmamıştır. Şöyle ya da böyle tadil edilerek ya da kılık değiştirerek tekrar su yüzüne çıkmış yüzyıllar boyunca sayısız dinî ve felsefî sistemler doğurup şu veya bu şekilde yaşatmaya devam etmiştir. Bu sebeple ruhiyatla (Batınîlik) ilgili şeyleri elde etme ve öğrenme gayesinde olan bir doğulu düşünürün zihninde, kabul ve tasdik ettiği dininin bir kısım esaslarına aykırı olduğu kadar, mezkûr sistemlerin birbiriyle de çelişen birçok parça buçuk kısımları yan yana varlıklarını sürdürmüşlerdir.
14. GOBINEAU(Comte de). ( LES RELIGIONS ET LES PHILOSOPHIES DANS L’ASIE CENTRALE. Troisième édition.)