Yazan : Özcan ATAR
Güzel Türkçemiz binlerce yıldır nesilden nesile aktarılarak bugünlere geldi. Nice zorluklar dilimize darbe vurdu lakin dilimizi yok edemedi ve asla yok edemeyecek.
Tüm diller gelişim aşamalarından geçerken birçok değişimlere uğrarlar. Dil canlı bir organizma gibi ise elbette tekâmül aşamalarında bambaşka durumlara evrilecektir.
Uzun zaman Göktürk Alfabesini kullandıktan sonra Arap Harflerine oradan Latin alfabesine evrilmemiz Türklerin değişimle yaşadığı dansın daha nereye kadaar devam edeceği ile ilgili tereddütler barındırmıyor da değil.
“Göktürk yazısının “kült yazı” olmaktan çıkıp “kullanma yazısı” olarak işlev görmesi, şimdiki arkeolojik bilgilerimize göre, kitabelerden yaklaşık iki asır öncesine dayanmaktadır. Bununla beraber, yazının bilicileri, hâlâ yukarıda sözü edilen seçkin zümredir. Göktürk yazısının, VI. yüzyıldan beri” kullanma yazısı” olduğunun en açık işaretlerinden biri, Min’deki Sui Hanedanı İmparatoru Yangti’ye (607) ve Bizans İmparatoru Il. lustinos’a (568) Göktürk Kağanlarının gönderdiği iki mektuptur.
Tanzimat aydınlarının Batı dünyasındaki eğitim ve teknoloji üstünlüğünü fark etmeleriyle başlayan alfabe odaklı tartışmalar, değiştirme veya devrimden ziyade ıslah ekseni üzerinde dönmüştür. Tanzimat’ı takip eden yıllarda (1862), Münif Efendi, “Cemiyeti İlmiyyei Osmaniye”de verdiği bir konferansta71 alfabenin ıslahı cihetine gidilmesi düşüncesini ortaya atarak, kendisinden beş yıl önce (1857) aynı fikri ortaya atan Azerbaycanlı Mirza Fethali Ahundzade’yi72 desteklemiştir. Islahatla ilgili bu düşünceler, II. Meşrutiyet’e kadar Ahmed Cevdet Paşa, Ebuzziya Tevfik, Ali Suavi, Necip Asım, Veled Çelebi, Ahmed Vefik Paşa ve Şemseddin Sami tarafından da benimsenmiş ve Arap yazısı, ıslah edilmiş yeni şekilleriyle kullanılmaya başlanmıştır.73 ||. Meşrutiyet’le beraber, tartışmalar yeni bir boyut kazanmış; ıslah taraftarlarının karşısına, hurûf-ı munfasıla (harflerin ayrı yazımı) fikriyle ortaya çıkanlar olmuştur. Hurûf-ı munfasıla, Dârü’IMuallimîn öğretmenlerinden Ali Nusret’in (Cenap Şahabettin’in kardeşi) Tanin gazetesindeki yazılarıyla gündeme gelmiş; 1913’te Celal Sahir’le taraftar bulmuş; Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emrinden sonra hattı cedid veya Enver Paşa Yazısı adlarıyla orduda bir süre kullanılmıştır. (https://www.altayli.net/wp-content/uploads/2018/07/T%C3%9CRKLERDE-ALFABE-VE-K%C4%B0ML%C4%B0K.pdf)”
Yukarıdaki Türkçenin ve yanında alfabenin değişim dönüşümlerini gösterir durumlar elbette Fransızca, Almanca, İngilizce, Latince, Arapça için de geçerlidir. Nihayetinde her dil kendi içinde özgün, mükemmel, eşsizdir.
Dil davranışlarımız, bakış açılarımızı çok fazla etkiler. Öyle ki kibar bir insan da yapabilir dil, kaba da yapabilir. Dillerin insanları şekillendirdiği; yiyeceklerin, eşyanın, insanı şekillendirdiği gibi sarihtir.
Elbette Dil Irkçılığı kabul edilemez. Bir defa akıl buna karşıdır, etik bir düşünce de değildir. Ancak ne var ki ırklar olduğu gibi diller de vardır. Her dilin kendine mahsus özellikleri de vardır. Türkçemiz gramer olarak da anlam olarak kadim zamanlardan beri gelişerek değişmiştir. Bugün Türkçe; Arapça, Fransızca, Almanca, Ermenice, Farsça ve daha pek çok dilden sözcükleri içine alarak kendi mükemmel sistematiğini oluşturmuştur ve oluşturmaya da devam etmektedir.
Ülkelerin gelişmişlikleri dillerinin de tanınırlığını beraberinde getiriyor. Ülke ne kadar üretken çalışkan ise dilinin de kullanımı o kadar yaygın oluyor. Üzücü olan şu ki Osmanlı 650 yıl hakimiyet sağladığı kıtalarda Türkçesini öğretememiş ya da öğretmemiştir. Belki zamanın ruhu bağlamında bu durum kabul edilse bile bugün insanın içinde acı bir burukluğa sebep olmuyor da değil.
Karmaşıklık hep kaosu, kaos bir yıkılmışlığı peşinden sürüklüyor. Türkler DNA’ları sebebiyle olsa gerek çabuk öğreniyor ve çabuk içselleştiriyorlar. Dünyayı da yüzyıllarca dize getirmelerinin başlıca amili DNA’ları. Kader bağlamında yüce Tanrının mükemmel sisteminde sağlam bir görevlendirilme. Bu görevlendirilmeye layık olma düşüncesi içinde tüm hayatı algılayıp yaşamak…bu duyguyu genç Türkiye Cumhuriyeti’nin de devam ettirdiği kanaatindeyim. İşte bu çabuk öğrenme ve içselleştirme özelliklerinden olsa gerek başka dillerden çok fazla etkilenmişler ve hatta kendi dillerini terk edip, kendi dillerini küçümseyip başka dillerin cereyanına kapılmışlardır. Örneğin Arapçayı Cennet dili olarak inanmışlar, Farsçayı üstün bir dil olarak benimsemişlerdir. Bu nedenle Türkçe Arapça ve Farsçadan mürekkep bir dil olmuştur. 19.yüzyıla gelindiğinde Fransızlardan etkilenme çok fazla olunca ya da Fransızca dünyayı etkisine alınca Türkçe birçok dilden kelimenin karıştığı karmaşık bir dil olmuştur. Öyle ki sadece belli çevrelerin anlayabildiği bir Osmanlıca dili. Avam dedikleri halk başka, Havas dedikleri kitle başka yazar oldu Türkçeyi.

Recaizade Ekrem bir Encümen-i İlmi’nin kurulması konusunda bir toplantı yapacağını da duyurmuştu. Bu derneğin ardından da 1912 yılında Müşir Gazi Ahmet Muhtar Paşa tarafından da ‘‘Islah-ı Huruf Encümeni’’kurulmuş ve bu encümen harflerin ve imlanın ıslahı amacıyla çalışmıştır. Düzenlenen Islah-ı Huruf Konferansı’nda da derneğin kuruluş amacı, harflerin neden ıslaha muhtaç olduğu ve ıslahın nasıl yapılması gerektiği hakkındaki hususlar da Ispartalı İsmail Hakkı Bey tarafından dile getirilmiştir.Burada yazar ve hukukçu Ispartalı İsmail Hakkı Bey şöyle konuşmuştur : “Yazımız şu halleriyle gâh yarım hiyeroglif, gâh bütün bütün hiyeroglif, gâh bundan da öte bir şey… Ne bileyim bir kargacık, burgacık… Efendilerim, kimse inkâr edemez ki, yazımızı doğru okumak kolay değil, kolay değil diyorum. Hayır, bu söz doğru değil, mümkün değildemeli… Çocuklara bakınızda görünüz. Bizim yazıya göre okumak denen şey okumak değil, kıvranmaktır. Çocuk her gün gittiği okulu yazıda görünce okuyamaz, büklüm büklüm oluyor…Biz yazı okuyacağız diye dimağımızın ne kadar serveti varsa sarf ediyoruz. Okuya okuya artık başka işe yaramak kabiliyetini kaybedip cahil ve kötürüm oluyoruz. Bunu ben hergün beraber çalıştığım gayrimüslim arkadaşlarımın yanında anlayıp duruyorum. Görüyorum ki arkadaşım Haçik Efendi, Nikola Efendi ben kadar tahsil görmemiş. Belki zekâca da geri. Fakat onlardaha iş adamı. İş üzerinde benim apıştığım yerlerde onlar fırlıyor, atlıyor. Niçin? Çünküonlar ben gibi vaktini, aklını kelime öğrenmeye sarf etmemiş. Ben gibi sermayeyi kediyeyüklememiş. Bu kadar yorgunluktan sonra bana, gel kimya öğren demek haklı olmaz. Ben Allah’ın huzuruna gittiğimde dünyada ne yaptın derlerse biraz okudum yazdım diyeceğim. Sözlerim yalnız yazının tesirlerinden birazıdır, çok azıdır. Derdimizin söylenilen kadarı da yine azim derttir… Tedaviden kaçan hastalar gibi gocunuyorum. Çünkü bu işe çalışanlar arasında pek dolu göğüslü kimseler var. Bunlar ya Latin harflerini alıverelim derlerse! …Bununla beraber, kendi kendime diyorum ki, bizim yazımız birazcık tâdil, ıslah edilince Latin harflerinden niçin geri kalsın? Latin yazısında ne var? Harfler kesik (ayrık, munfasıl) olmak, her hece bir sâitle (a,e,o gibi sesli harfle) okumak… Bunu biz yazımızda niçin temin edemeyelim?(1)
Şunu da özellikle belirtmek gerekir ki her kaos sonuç olarak bizi içinden çıkılmaz sonuçlara götürmez. Osmanlılar zamanında oluşan karmaşık Türkçe Dil yapısı, Türkçe ’ye göz kamaştırıcı bir zenginlik katmıştır. Elbette Divan edebiyatı-ki Gibb Osmanlı Divan şiirini Fars Divan Şiiri gibi üstün görmez nevi şahsına münhasır bir dil ortaya çıkarmıştır. Kelime oyunlarıyla, benzetmeleri ile, söz sanatlarıyla bezenmiş bir Türkçe kendi büyüleyiciliği ile birleşerek Muhteşem Güzellikte bir dil olarak insanlığa hizmet etmektedir. Şinasi’den tutun Ahmet Mithat’ına, Ziya Gökalp’inden tutun Ömer Seyfettin’ine oradan Falih Rıfkı’sına kadar pek çok Türkçe aşığı bugünkü modern taze dile ulaşmak için Osmanlı Türkçesinin engin ve nefis kokulu bahçesinden çok yararlandılar.
- Nihayet şöyle sade fakat enfes şiirler dökülür oldu kalemlerden:
Yar deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Görmeyince sezilmiyor Mihriban
- Ya da şöyle beyitler dökülür oldu :
Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç.
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah acılan
Ve arkasından güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.
Gruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harap ol, ya aşk içinde gönül.
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül.
Ya da :
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
Ahmet Haşim :
Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…
Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…
Semiha AYVERDİ’nin şu cümleleri:
Yazarı: Sâmiha Ayverdi
Yayınevi: Kubbealtı
Yayın Yılı: 1987
Müslüman Türk, irfan sahibi idi. İrfan da ne ki, dersek, bir milletin, iman ve tarih yayığında asırlar boyu döve işleye meydana getirdiği deruni zarafet, incelik ve medeniyetin parlak terkibidir. İşte bu terkip, insanoğlunun elinden, dilinden, söz ve davranış olarak taşan bir müstesna verim, iç bünyenin sermaye ve zenginliği denebilir. Böylece de toplumun fertleri, sözleri ve hareketleriyle içinde yaşadıkları cemiyeti buyrukları ile inceltip aydınlatmışlardır.
Toprak rejiminin sağlıklı zamanındaki tımar ve zeametleirn kolu kanadı altında boy ata ata, örfte adette, san’atta, zarafette, iman, basiret ve hikmette asırlarca mesafe almış Türk cemiyeti nihayet irfan durağına vararak, adeta cismi ruh olmuş, ruhu da cismine bir ilahi kaftan giydirmişti.
(http://www.samihaayverdi.org/index.php/hatirat)
Ahmet Haşim :
…Alevden coşkun bir nehir halinde köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir alemin tekevvününe (meydana gelmesi, oluşması, şekillenmesi) yol açan fikirler kaynağı baş, bir yanardağ zirvesi gibi taşıdığı ateşe lakayt, mavi sema altında, samit (sessiz) ve mütebessim (gülümser halde)duruyor.
…
“Şimdi hatırası bende akıllara hayret veren bir maceranın keskin tadı gibi kalan en kuvvetli saatlerim, krizantem ve kış gülleri kokusu ve kadın çehreleri renkleriyle dolu neşeli bulvarlarda hedefsiz gezintilerim; Notre Dame Kilisesi eteğinde korkunç, Orta çağları çağrıştıran gölgeye sığınmış küçük bir sonbahar bahçesindeki hayal ve unutuş dakikalarım; bilhassa geceleri evime dönerken, Seine Nehri’nin rıhtımları üzerinde tek başıma yaptığım gezintilerdir.” Yakın ve uzak çevresini dikkatli bir şekilde gözlemleyen, zarif ve ince bir şekilde anlatan şairin dili, özellikle kadınlar üzerine olan yazılarında iyice sivrilir ve keskinleşir.
Ahmet Haşim’in sadeleştirilmiş metinlerini anlamak zevkini yaşıyoruz amaç tam da böyle hem sade hem anlaşılır hem zevk düzeyi yüksek ahenkli cümleler. Bugün Türkçemiz farklı kelimeleri bünyesine katarken gayri ihtiyari bazı sözcükleri unutarak öldürüyor. Yukarıdaki metinlerde “Samit” tekevvün, mütebessim gibi sözcükler toplum tarafından kullanıyor ve anlaşılabiliyor olmalıydı. Sadelik kısırlığa gebe kalmamalıydı. Bugün Türkçemizin zengin ve zevkli halini yazmak ve okumak istiyorsak dilimizdeki tüm Arap dili kökenli sözcükleri ya da diğer dillerden giren sözcükleri bütünüyle atmak makul bir çözüm değil. Ancak dilin canlı bir organizma olduğu noktasından düşünürsek bir sözcüklerin ölmesi olası görünür. Peki sözcüğün ölümü nasıl gerçekleşir? Bugün için elbette basın yayın organlarında kullanılmamasıyla. Evet karmaşadan kurtulmak güzel ama yabancı diye yabancı kelimelerden büsbütün kaçmak dilin katlinden başka bir şey olamaz. Bu konuyla ilgili beyinlerimiz çok yazdılar ve fakat galiba insanlık var olduğu sürece dil için hep çaba göstereceğiz. Çünkü DİL DEMEK VARLIĞIMIZ demektir.
(1)content://media/external/file/1000075648)

Yorum bırakın