Harf inkılâbıdan 8 yıl sonra: “Arkadaşlar: On yedi yıl içinde büyük işler başardık, başarıyoruz.Bunların içinde Türk dili devrimine, geniş ölçüde belki de geç başladık.Fakat zamana göre alınan sonuç hepimizin hoşnutluğunu çekecek kadar yüksek sekiz yıl önce arabın karışık şekillerden ibaret yazısını atıp yerine arsıulusal yazıyı alırken pek de güçlük çektik, diyemeyiz. O,kanunla yapıldı gerçi bazı eski kafalılar, yeni yazı kabul edilince cahil kalacağımızı sandılarsa da bunun hiç de böyle olmadığını kendileri de kısa zamanda anladılar. Eski yazı zamanında ancak iki üç yüz bin şöyle böyle okur yazara sahip bulunan yurdumuz yeni yazıdan sonra iki buçuk milyon vatandaşı okuttu. Bu gün yediden yetmişe kadar milyonlarca vatandaş eline aldığı gazeteyi okuyor mektubunu kendisi yazıyor.” diye başlıyordu konuşmasına Sinop Halkevi Kültür Direktörü İbrahim Ertuğrul.(1)
Konuşmasında “pek de güçlük çekmedik” diyor lakin önceki yazılarımda da anlattığım gibi her şey öyle basit olmadı. Yeni alfabeye geçerken insanların zihinsel yorgunlukları içsel tedirginlikleri epey şiddetli olduğu görülüyor. Hızlı ve keskin bir geçişin şiddeti elbette fazla olacaktı. Hatta Nimetullah Öztürk Bey Cumhuriyet devrimlerinin savunucusu olduğu halde Alfabe Değişikliğine karşı çıkmıştı ve bir çok kişi Atatürk’ten çekinmese belki de alfabe değişimi hiç olmayacaktı. Gerçekten insanlar cahil kalacak argümanı hiç de geçerli bir argüman olmadı.
Harf inkilabının en hararetli savunucularından biri elbette Mustafa Şekip TUNÇ’du. Cumhuriyetin kurucu beyinlerindendi. Felsefe, psikoloji ve pedagoji ordinaryüs profesörü olarak ülkeye hizmet verdi. O eğitimin amacının kendini gerçekleştirmiş şahsiyetli özgür düşünceli bireyler yetiştirmek olduğunu savunmuş bunun için mücadele etmiştir. Alfabe ve dil devrimi elbette onun için yapılan ve yapılması gereken en lüzumlu bir iştir. (2)
Ziya Gökalpten de çok etkilenen TUNÇ bugün maalesef belli başlı akademik çalışmalar dışında hiçbir zaman hatırlanmıyor/hatırlatılmıyor . Bir Aşık Veysel kadar bilinmiyor.

Mustafa Şekip’in bir konuşmasını parantez içi sadeleştirilmiş kelimelerle aktarıyorum:
“Yeni Harflerimize Dair Darülfününda
İrad Edilen Nutkun Metni: “Yeni Harfler Yeni ve
Medenî Bir An’ane Vaz’ Ediyor”
(Mustafa Şekip Tunç)- 21 Ağustos 1928
Müderris Şekip Bey diyor ki: “Tekâmül(gelişme,ilerleme,olgunlaşma) her zaman bir kaplumbağa yürüyüşü değildir. Ekseriya tekâmüller en baş döndürücü hızlarla milletleri en umulmaz tenevvûlara (çeşitliliklere) götürür.
Millî ve medenî bir ihtiyaç haline gelen yeni elifba hareketinin cezrî (zorunlu) bir surette halledilerek selâmete çıkarılmasının mesud saati nihayet büyük müncîmizin (liderimiz,önderimiz: burada Mustafa Kemal Atatürk’ü kastediyor.) Sarayburnu hitâbesiyle en dalgın ve mütereddit (tedirgin)şuurları bile intibahla(farkındalık) uyandırıp sevindirecek bir kuvvetle çaldı. Millî vicdanın şahikasından (en üst noktasından) kopup gelen bu büyük ses şimdi bütün cihana yayıldı. Ve tarihe altın harflerle kaydedilecek muazzam bir inkılâbın husûlüne kať’î bir mebde’ (kesin bir başlangıç) oldu. Şuurlu milletlerin fârikalarından(özelliklerinden) biri maziye dayanmak ise, diğeri bilhassa geleceğe eğilmektir. Milletlerin inkılâp anlarındaki şuurları, sükun zamanlarındaki şuurlarından istikbale karşı basiretlerinin açılmasıyla temeyyüz (ayrılır) eder. İtiyat ve maziye tapmayı yegâne hikmet ve basiret bilen itiyat ve anane esirlerinin bu mühim ve zaruri hususiyeti takdir edememeleri acınacak bir haldir. Fakat ne yapalım ki cemiyet yalnız an’ane ile topallayan bir ucube değil, bilakis terakki hamlesini de taşıyan ve âtîsini (geleceğini) düşünerek iki ayakla yürüyen şuurlu bir mahluktur. An’aneciler cemiyetin zevkini hıfz etmek ve hafızlık taslamaktan ibaret görmekle hayata karşı bir gözlerini kapadıklarının farkında olmadıklarından yaratıcı terakkiperverler tabiatıyla bu kapanan gözü açmak vazifesiyle mükellef oluyorlar. Çünkü hiç bir cemiyet tek bacakla yürüyemez. Şöyle böyle yürüyebilmesi için bile destek veya takma bacağa muhtaç kalır. İnkılaptan ürküp, tekamü, tekamül” diye inleyenler inkilabın diğer bacaklarını da işletmeye başladığını gördükleri zaman kendilerini evvela şaşkın bir hayret, sonra da sathi bir vesvese kaplayarak “yapılabilir mi, hiç yapılabilir mi?” diye söylenmeye başlarlar. Birinci senelerde tek bacakla yürümenin verdiği mihnet(dert) ve iztirabile(sıkıntı) iradeleri hastalanmış olan bu zavallılar içlerini boşaltıncaya kadar söylenmeye muhtaçtırlar. Çünkü bunu yapmasalar uzun zamanlar hareket ve terakki (gelişme )hamlelerinin gayr-ı şuurlarında hapsedilmesinden mütevellid ruhları eritemezler. Bunlar ne kadar söylenmeğe muhtaç iseler inkılapçılar da o kadar katiyet ve süratle iş görup irade mefluciyetinin (felçlilik durumu) vesveselerini bir an evvel izale(yok etmek,düzeltmek) ederek cemiyete tabiî şetaret (mutluluk) ve iradesini iade etmeğe mecburdurlar. Çünkü terakki hamlesi insanda ve onun fevkalade bir şahsiyeti olan Büyük Gazimizde yoluna bila-mâni’a devam etmektedir, Tarihte daima bu fevkalade insanlardır ki kendi irâdeleri gibi başkalarının iradelerini kuvvetlendirmeği ve ictimãî fedakârlık ve uluvv-i cenâblarıyla (yüce kişilikleriyle)milletleri yükseltip şenlendirmeyi bilirler. Küremizin gizli ateşi nasıl volkanların tepesinde tecelli ediyorsa bugünkü Türklüğün âmākındaki(derinliklerindeki) ihtiyaç ve iradeler de ancak büyük müncisinin (liderin) vasıl olduğu şahikalarda(yükseklerde) ayân oluyor(belirir,ortaya çıkar).

Anafartalar, Trabzon sahillerine çıkış, Sivas Kongresi, Büyük Millet Meclisi, İnönü, Sakarya, İzmir, İstanbul ve bütün vatanın kurtuluşu, İstiklâl; milli hakimiyet, Cumhuriyet ve güzel Ankara şa hikaları hep o büyük ruhta herkesten evvel ve herkesten kuvvetli ayan olmuş hakikatler değil midir? Bütün cihana görünen ve tarihe ders ve şeref veren bu yükselişlerin hangisi sadece an’anelere tapşırmakla olabilirdi? Harf inkılabının zaruretinde tereddüt edenler hala varsa, onlar değil yalnız bu inkılâptan, tarihin kaydettiği en büyük inkılâplar arasında parlayan büyük Türk inkılabından da hiç bir şey anlamıyorlar. Fakat hamdolsun ki bu anlamayış kısmen veya tamamen çok mahdut bir takım itiyat ve mesleklerin, daha doğrusu bazı mütebahhirlerle gelenek-grenek esirlerinin bir iptilasıdır(hastalığıdır). Bunlara bakılırsa ictimai her hareket ve teceddüd (yenilik) behemehal (mutlaka) mütebahhirlerin (bilgin,uzman) iradelerine bağlanmalı ve her terakki ve yenilik mutlaka bir antika bozması veya tamiri olmalıdır. Bir kabile ruh ve temayülünü andıran bu kimlik, az çok hemen bütün ihtisas ve faaliyetin kısmen zaruri bir neticesi olduğu için mazur görülmek ve ihtisasa olan muhabbet ve hareketimize noksanlık getirmemek iktizā eder. Çün kü cemiyetin onlardan aldığı ve alacağı hakikatler ancak cüz’î hakikatler olup bunları terkib ve tevhid etmek milletin büyük mütefekkirleriyle büyük siyasi ve sanatkarlarına terettüb eden bir vazifedir. Milli ruhun zamana mutabik ve ya mefkureye müteveccih temayülleriyle derinden alakadar ve hemhal olmak itiyad ve istidādı ancak onlarda mevcuttur. Büyük inkılaplar, milletlere ancak asırlarda (yüz yılda) bir nasip olduğu için böyle fırsatlarda hataları tashih etmemek elim bir gaflet olurdu. Arap harfleri Türkçe için yapılmadığı ve Türkçe’nin istiklal ve inkişafına geçen sene de söylediğim gibi bir Çin ayakkabısı kadar mani olduğu içindir ki geldiği yere iade edilecektir. Lisanımızın savtiyat (ses) ve şeklivana(şekline) çok daha mutabık(uygun-uyumlu)oldukları lisancılar tarafından tasdik edilen Orhun ve Uygur elifbalarından sonra tekamülünü bitirmemiş ve yalnız Arapça için uygun gelen bir elifbayı kabul etmemiz tarihi bir kaderle olmuş ve Türkçe’nin bünyesi bu harflerle bilafasıla(aralıksız) mücadele ve mübareze(kavga) ederek maddi ve manevi kuvvetlerin mühim bir kısmını bu uğurda helak etmiştir.
Şimdi asıl büyük müncîmin Sarayburnu’ndaki büyük hitabesini dinleyelim: “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar bizim güzel, ahenkdár, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburivetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemahal(mutlaka) pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlayacağız. Bu gece ve her zaman, her yerde olduğu gibi burada halk ile karşı karşıya bulunduğum sırada çok büyük bir heyecan karşısında kalıyorum. Bu, kalplerdeki heyecanların bir noktada birleşmesidir. Bu kuvvetin bu kadar maşeri olması, onun milletin ruhundan çıkmasındadır. Bütün dünyanın gördüğü bu kuvvet en büyük vasıflarla tavsif olunmaya lâyıktır. Bir millet hayatiyet gösterdiği zaman, o milletin yepyeni bir safha açmakta olduğundan şüphe edilemez. Kusurlu hareketlerin kusurlu, felaketli, acı neticeleri vardır. Şimdi sözden ziyade iş zamanıdır. Ben bu devirleri geçirdim. Artık benim için, hepimiz için çok söz söylemek ihtiyacı kalmadı kanaatindeyim. Artık söz yok, faaliyet, ha-reket, yürümek var. Çok işler yapılmıştır. Amma bugün yapmaya mecbur olduğumuz son değil, lakin çok lüzumlu bir iştir.
Vatandaşlar! Yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve milletperverlik biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki bir milletin, bir hey’et-i ictimaiyyenin yüzde onu okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmez. Bu ayıptır!
Bundan insan olanlara utanmak lazımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış ve iftiharla tarihi doldurmuş bit millettir. Milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa hata bizlerde değildir. Hata onlardadır ki Türkün seciyyesini anlamayarak birtakım zincirlerle kafalarımızı sarmışlardır. Mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları tashih edeceğiz.
Hataların tashih olunmasında bütün vatandaşların faaliyetini isterim. En nihavet bir sene, iki sene içinde bütün Türk heyeti ictimaiyyesi yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz yazısıyla ve kafasıyla bütün alem-i medeniyetin yanında olduğunu gösterecektir.”
Doktorlarımızın eczacılık ıstılahlarını (terim) Arapça harf ve kelimelerle vaz etmeye yarım asırdan beri uğraştıkları halde hiçbir reçeteyi bu harflerle yazmağa cesaret edememeleri Arap harflerinin ne itimat olunamaz bir alet olduğunu pek güzel gösterir. (Zeki Velidi) Bey’in “Türk Dünyasında Elifba Meselesi” namıyla neşrettiği risalede: “Türk kavimlerinde maalesef son zamana kadar harflerin adet ve sırası tesbit olunamadı. Arap harfleriyle yazılan Türkçe kelimelerinde muttarid (düzenli) bir imla da olmamıştır. İmlâsı muttarid olan Uygur yazısı kullanıldığı zaman Arapça harflerle yazılan Şark Türkçesi, Karahanlılar ve Timuroğulları devrinde Uygur imlasına tevfikan saiklerle yazılıyordu. İmla müşkülâtı (sorunu) ve ıttıradsızlığı(düzensizliği) görülmüyordu. Ali Şir Nevâî hayatının sonuna doğru “Artık Türk yazısını -yani Uygur hattını kullanmayalım” diye emrettiği günden itibaren Uygur yazısı terkedilmeğe yüz tuttu.” diyor. Ali Şir Nevaï’nin Türklerin yeni bir medeniyete dâhil olduklarını görmesi üzerine, bir de Büyük Gazinin hitabesinde işaret ve tavsiye ettiği musarreb (yıkıcı) ve meserret (yapıcı) inkılaba bakarsak aradaki azîm farkı derhal görürüz. İşte bu azîm fark bugünkü Türk şuurunun ve bugünkü Türk rehberlerinin ne kadar çok salim bir dehaya sahip olduklarını gösterir.
Nerede kaldı ki bugün banka, telgraf, maliye, harita işleriyle bilhassa ıstılah ilimlerinde yeni harflere mutlaka ve mutlaka lüzum-ı kati vardır. Şimdi bütün bu namütenahî ıztırarları (mecburiyet) hiçe sayarak evlatlarımızın ruh ve zekalarının ilelebet Arap harfleri içinde boğulup kalmalarına kurûn-ı vustãî (orta çağ) ve yarım yamalak bir Osmanlı kültürü hatırı için mi tahammül edeceğiz? Harsımızın (kültürümüzün) tehlikede kalacağı veya, sözde, an’anelerimizin kalmayacağı bu muťalar(geçici zevkler) namına mı söylenecek? Eh, artık bunları dinleyecek kulaklarımız yoktur, Biz her şeyden evvel bugün ve yarını düşünüyoruz. Maziye aşık olanlar mazide kapansınlar. Biz lisanımızın hür ve müstakil inkişafına en müsait bir alet yaratmak istiyoruz. Bu alet, artık Türkçe için Mamut filleri gibi hantal ve mafsalsız olan bir Arap elifbası değil, her sada ve her heceyi en doğru ve en kısa bir şekilde yazmağa müsteid(uygun) bir Türk ihtiraı(buluşu) olacaktır. Türklerin şimdiye kadar okumak ve yazmak hususundaki gevşekliğini yalnız satıhta aramakta kalma- yıp okuyup yazmaya başlamanın hepimize verdiği meraret(acı) ve azaplara kadar gidersek birinci suikastçının Arap harf ve imlası olduğunu görürüz. Tabiatın muntazam ve ahenkdar muhiti(çevre) içinde insiyaklarından gelen feveranlarla bü yümüş, ana lisanını bütün güzellikleriyle öğrenmiş yavrucuklarımız sevine sevine başladıkları mekteplerde hiç hatra ve hayale gelmeyen bir kıraat ve yazı ile karşılaşıp bunların gaddar itibarilikleriyle pençeleşmeğe mecbur oluyorlar ve bu suretle müşterek ve umumi tahsil ve terbiyenin daha ilk adımında zavallıların şetaret ve âkl-ı selimleri paramparça oluyor. Yeni Türk harfleri ise bu meşüm tesiri tamamen izale ederek Gazi Hazretlerinin işaret ettikleri gibi, “esasen şen ve şetaret olan Türk”ün şetaretini iade edecektir.
Yeni Türk elifbası yalnız okuyup yazmayı düzeltmekle kalmayacak, Arap ve Acem kaidelerinin tahakkümleri altında meflüc(felç olmuş) bir halde kalan Türkiye’yi hayat ve ilimle beraber terakki ve inkişaf ettirecektir. Fazla olarak eskal, harfler, sada, lügat ve telaffuz itibarlarıyla milli şekil ve şahsiyetini bulan lisan tarihindeki bütün müktesebatını tam manasıyla temsil etmiş olmak muvaffakiyetinin verdiği bir itimad-ı nefs ile kendine güvenecek ve şimdiye kadar hakkında beslenen itimatsızlığı izale edecektir. Osmanlı İmparatorluğu olduğu gibi Osmanlı lisanı da çoktan ölmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun hakim ruh ve siyaseti idare-i maslahat ve yamalı bohçacılık olduğu için Türk lisanı ve elifbasını da başka türlü düşünemezdi. Bugün ise ortaya yepyeni bir millet ve onun yepyeni büyük bir rehberi doğmuştur. Kan ve hayat pahasına doğan bu millet kendinden başka hiç kimsenin hakimiyetinde yaşayamaz. Bu nuh ve hakikat ne kadar iyi anlaşılırsa yapılan inkılapların mana ve isabeti de okadar tevuzzuh eder. Yeni Türk harfleri bir İngiliz muharririnin Falih Rıfkı Beyefendi’ye söyledikleri gibi yalnız bir maarif meselesinin halli değil aynı zamanda fikir ve hislerin Osmanlı an’anesi tesirinden halás olacağıdır. Nitekim tarihi komisyon āzasından Yakup Kadri Beyefendi “Vakit” gazetesi muharririne bu dakik noktayı tam bir isabetle şöyle işaret ediyor: “Bugüne kadar seslerimizin ölçüsüne mâlik olmayan Arap harflerinin pençesi altında kıvranan lisanımızın çoktandır beklediği hürriyete kavuştuğunu görürken duyduğum sevinç sonsuzdur. Bundan sonra gelecekler Nedim’den tutunuz bugüne kadarki manasız edebiyatı okumayacak olmaları dolayısıyla bambaşka bir sanat kurmaya mecbur kalacaklardır. Sevincim biraz da bundan dolayıdır.
Yeni elifba, yeni sarf ve yeni lûgat yazıldıktan sonra sıra bütün ilmi ıstı-lahlara geldiği zaman Dârü’l-fünûn’un bir vahdet ve ahenk dairesinde ilmi ıstılâhât ve kaideleri müşterek bir mesai ile yeni baştan tesbit etmesi ve bu ıstılahları asrî milletlerin beynelmilel (evrensel) ıstılahlarıyla (sözcük,terim,kavram) tevhid (birleştirmesi) etmesi icap edecektir. Bilatereddüt itiraf edebilirim ki felsefe ve ruhiyyat(psikoloji) vadisindeki ıstılahlar Arap ve Acemcelerle yürüyemez bir haldedir. Gramafon, telefon, mikrofon gibi birçok yeni ihtiralar nasıl beynel-milel isimlerle ta’ammüm ediyorsa ilimlerin beynelmilel ıstılahlarında imlâ ve kavāidimize tab’an ayrıyla alınmak iktizá ediyor. Bu tarzda yapılacak ıstılahlarla ana eserlerin tercümelerini muvaffakiyetle yapabileceğiz. Bugünkü tercümelerimizin en mükemmelleri bile ilmi mefhumlar itibariyle başıbozukluk, emniyetsizlik ve isabetsizliklerle malüldür. Mâlumdur ki nazarî ve teknik ilmin öz lisanı hemen hemen istilahlardan ibarettir. Ve asrî ilmi ihata (kuşatan) eden tabirlerin çoğu da beynelmileldir (uluslararası). Yalnız bu yeni lisan şeklinde çok sıkı ve asla müsamaha götürmez bir inzibat ve ciddiyet muhafaza etmek ve lisana emniyet ve istikrar gelinceye kadar herkesin yeni imla, yeni kavaid (kurallar,kaideler), yeni lügat ve yeni istilahlara büyük bir dikkatle sadık kalmaları lazımdır. Hatta icap ederse bu zabıtanın bir kanunla zaman ve emniyet altına alınması bile caizdir. Bundan sonra her vatandaş bilmeli ki, lügat ve imlasına hakim bir surette doğacak olan inkılap Türkçesi artık bütün vatandaşların en öz ve en mütekamil bir lisanıdır. Bundan böyle hiç kimse bu Türkçeyi mahalli lehçelere feda ederek neşriyat ve telkinlerde bulunamamıştır. Vatanımızın lehçeleri arasında esasen pek cüz’i hususiyetler olduğu için yeni yazının matbuat vasıtasıyla geniş bir surette ta’ammümü bütün vatan en güzel ve selis tek şive (İstanbul Türkçesi) vahdetine götürmekte çok gecikmeyecektir. Yalnız bunun hakkıyla temini için Dil Komisyonu’nun elyevm(hemen şimdi) vücüda getirmekte olduğu lügati müteakip bir heyetin Anadolu lehçelerindeki mahalli lügatleri de kemal-i ehemmiyetle cem(toplayarak) ederek bütün muharrirlerin(yazarların) istifade ve tasarruflarına arz etmesi lazımdır. Ta ki yazı ve edebiyat lisanımızın şümul, tavrı ve hitab kabiliyeti vatanın her köşesinde aynı kuvvet ve tesirle mahsus olsun ve aynı zamanda lügatimiz de hayli zenginleşmiş bulunsun. Bütün bunlar temin edildikten sonra Türkçe lisanın şuur ve haysiyetini tamamıyla müdrik (idrak etmiş,kavramış) bir halde yaşayacağını göreceğimiz gibi Büyük Gazi’nin buyurduklan vechile (yönüyle) “milletimiz dahi yazısıyla ve kafasıyla bütün alem-i medeniyetin yanında olduğunu gösterecektir.
Seslerimizin tecvid ve selikasına asla uymayan yabancı şekiller arasından his, tefekkür ve maşeri ruhumuzu temaşa etmenin verdiği ruh sıkıntısı ve los luğu, Osmanlı hayatının bizi alıştırdığı kafes ve peçe arkasından çok güç fark ettiğimiz içindir ki şimdiye kadar yapılan lisan hareketleri hep çok miskin oluyordu. Kafesli odalar içinde açılan gözlerimiz en sade olan gökleri, etraf ve tabiatın hakiki şekillerini tahrif ederek temaşa ede ede lüzumsuz engeller arasından kendimizi garip hissetmeye hiç haberimiz olmadan alışmıştık. He le zavallı kadınlarımızın ruhu kalın ve çifte peçeleriyle büsbütün bozulmuş tu. Hala tereddüt edenler varsa soruyorum: Arap harf ve şekillerinin ruh ve aklımızla gözlerimiz arasında ördüğü lüzumsuz kafes ve peçeleri bir hamle de geldikleri yere gönderen inkılap bulunmaz bir an’ane mi yok ediyor, yoksa bilakis çağdaş, salim, berrak ve gerçek bir an’ane mi vaz ediyor? Bunda zer re kadar şüphe etmeyerek deriz ki hakiki ve bütün inkılaplar, yaratmak ihti yacının bir eseridir.
Bu ihtiyaç vazifesini bitirinceye kadar hiçbir an’anenin ilim ve mutlakiyeti mevzu-ı bahs olamaz. Hem de kim demiş ki tekamül mutlaka bir kaplumbağa yürüyüşüdür, insanlar gibi tabiat ve cemiyet da, icabında yavaş, icabında hızlı yürüyebildiği gibi icab ederse koşar ve atlayabilir de. Karınca yürüyü şünde tekamül nazariyesinin mutlak bir tabiat kanunu olmadığı çoktan an laşıldı. Yanardağ ve zelzelenin hemen hiç biri bizim saatlerimizin vezninde inkılap etmedikleri gibi hayvanların tenevvu’ları da behemehal yavaş ve ted rici bir tekämul ile olmamıştır. Nerede kaldı ki lisan hadiseleri seråpå insan-ların eserleridir. Ve bizim ruhumuzla birlikte değişmeye mecburdurlar. İşte bunun içindir ki hiç bir lisan ne bir kaos, yani hilkat-i alemden evvelki teşevvüş (zihin karışıklığı,karmaşa), ne de yani dünyadır. Yine bunun içindir ki onun kaide ve hadiseleri ne tamamen mutlak ve muayyen, ne de tamamen ıttırâdsız(düzensiz,kesintili)ve kazaîdir. Hatta ben bunun içindir ki katiyen teşekkül ve bütün ruh ve mantığı kavranmış, istenilen mükemmeliyete ermiş hiçbir lisan yoktur. Emin olalım ki tabiati ve kendimizi ne kadar çok ve iyi tahlil ve terkib edebilirsek lisanımız da o nispette zenginleşecektir. Hiçbir milletin lisanı mütekâmil olarak doğmamış ve kendi kendine tekâmül etmemiştir. Nitekim ölü ve diri lisanların farkı, birinin yaşanmayıp diğerinin yaşanmasından ileri gelmektedir. Bugünün en büyük ve zengin lisanlarından biri olan Almanca daha on beşinci asırda sönük ve zayıf bir lisandı. Madem ki ictimâî tekâmülün milliyet merhalesinde bulunuyoruz. Lisanımız elbette müstakil ve Türk olacak ve onda ruh ve milletimizin hem eser, hem de müessirini görmeyi bir dakika unutmayacağız. Lisanımızı (dilimizi)işleyip inceletmeyi en hassas bir mefkûre (amaç) yaptığımız nispette kendimizi de yükselttiğimizi göreceğiz. Artık bütün bu hareketlerimiz lisanımız üzerinde intigâş etmelidir. Bu güzel cihaza bakıldığı zaman biz ve insanlığımızın bütün mefkûresi orada parlamalıdır.”(3)
(1): Mehmet Şah ÖZCAN,Üçüncü Türk Dil Kurultayı ve Sinop’taki Kurultay, Etkinlikleri, DR. CEZMİ KARASU ARMAĞANI: USTAYA SAYGI, Gazi Kitabevi, Ankara, sf: 239, Ankara, Şubat 2021.
(2):https://turkmaarifansiklopedisi.org.tr/tunc-mustafa-sekip
(3):Kaynak :Recep Alpyağıl, Felsefe Sözlüklerimiz – 1, İz Yayıncılık, İstanbul, 2015 s.545)

Yorum bırakın