Film Fragmanları

  • Hurdacıdaki Kitaplar

    Yazan : Özcan ATAR

    Türkiye gelişecek ilerleyecekse halkının dizi filmleri çok seyretmesiyle sabah akşam futbol konuşmasıyla olacak gibi değil. 

    Müzik, film, dizi ve futbol ile çevrelenmiş olan bizler bu döngüden nasıl kurtulacağız. Acun Bu kısırlıktan bir zahmet kurtulabilirsek Milli Kütüphaneden tonlarca kitabı hurdacılara satmak gafletinden kurtulabiliriz. Hele bu kitapların içinde “değerli eserler” de varsa. 

    Bu kitapların satılması hadisesi doğru ise bu ilk değil. Halit Fahri Ozansoy “edebiyatçılar geçiyor” adlı kitabında 20. Yüzyılın ilk dönemlerinde kitapların, nadide eserlerin , Servet-i Fünun ciltlerinin nasıl satıldığını imha edildiğini yana yakıla anlatıyor. Bir ülkede ilim, kitap bu kadar mı anlamını yitirir. Halbuki bir kitap sadece bir kitap bile bir milletin dünyadaki değerinin ve o ülkenin bir medeniyet oluşturma kapasitesinin olduğunu gösteren delil olur. Kutadgu Bilig eseri de uğruna değer biçilemeyen eserlerdendir ve tevafuken belki de yok olacakken bir sahafta bulunmuş insanlık medeniyetinin daha önemlisi Türk medeniyetinin en değerli hazinesi olmuştur. 

    19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarında Uygur yazma eserlerini bulmak ve ülkesine götürmek için at üstünde eşek sırtında Batılı bilim insanlarının, Rus bilim insanlarının Moğolistanda ,Çin topraklarında yaptıkları çalışmalar var ve buralardan buldukları sandık sandık eserler şimdi onların kütüphanelerinde saklı duruyor. İyi ki onlar ele geçirmişler şayet bizde olsaydı -ki olmazdı- hurdacılara satılır geri dönüşümle kitaplar bize poşet, defter kağıdı olarak gelirdi. Peki bu bilim insanları niçin kendilerini hırpalarcasına bu eserlerin peşine düşmüş niçin bu şiir, hikaye kitaplarına bu denli önem vermişlerdir. Elbette kendi medeniyetlerinin üstünlüğünü ispatlamak ve daha üst medeniyete ulaşabilmek için ama ilginç olan kendi medeniyetlerinin köklerini ararken Türk medeniyetinin köklerine ulaştılar. Onlar ulaştı da biz hala ulaşamadık. 

    Doğunun ve batının birleştiği binlerce yıldır çok medeniyetlerin üzerinden geçtiği bu topraklarımızda kim bilir ne hazineler ne kaynak eserler var. Daha 30 yaşına varmadan bitmiş, yağı çıkarılıp posası bırakılmış, hala bir iş bulma çabasından kendini kurtaramamış , yüzlerce sınavdan geçirildiği halde hala kendisine güvenilememiş, gelecek kaygısından kurtulamamış bir çok üniversiteli genç , bilimsel araştırma içerisine giremiyor diye onlara sitem etmek de pek haklı bir eleştiri olarak görünmüyor.

    Pek çoğumuzun evinde kitaplık yok , kütüphanesi olanların kitaplıklarında da üniversiteye hazırlık kitapları var. Yani onca kitabı hurdacılara satan zihniyet evlerinde kütüphaneleri çok az olan bir toplumdan türüyor. Her şeye rağmen bu zihniyet yavaş da olsa kayboluyor okuyan ve düşünen nesil yetişiyor. Ülke olarak ilerlemek değişmek ve gelişmek istiyorsak okuyan ve düşünen bir nesle ihtiyacımız var. Hurdacılarda değil; evlerinde tonlarca kitabı olan bir nesle, topluma ihtiyacımız var. 

  • İki Çalışma

    Yazan : Özcan ATAR

    Maalesef ilmi çalışmalar Türkiye’de siyasetin gölgesinde kalabiliyor. Cemaat, hizmet ,paralel yapı vs. derken Türkiye Diyanet Vakfının Türkiye’ye kazandırmış olduğu iki büyük eseri ıskaladık. Bu eserler İslam dünyasında ilk olması bakımından önem taşıyor. Bunlardan biri “ Hadislerle İslam” eseri diğeri “İslam ansiklopedisi”. 

    İki eser de uzun yılların sonucunda ortaya çıkmış eserler. Hem Türkiye’nin hem de İslam aleminin prestijini gösteren eserler. Hemen her yazımda Avrupalıların hangi sebepten olursa olsun ilmi çalışmalarının önemli olduğunu yazıyorum . 1900’lü yıllarda onların ortaya koydukları eserleri biz ancak 80-90 yıl sonra çalışmaya başladık. 

    İlk ansiklopedisini 11. yüzyılda ortaya koyabilmiş olan bir milletin, Fransa’da basılan beş ciltlik İslam Ansiklopedisinden sonra diyanetin muazzam ansiklopedisini görebilmesi için 114 yıl beklemesi gerekecekti. Rus bilim insanlarının Türk halklarının edebiyat ve dilleri ile ilgili yazmış oldukları hacimli eserlerinin benzerleri Türkiye’de yazılmadığı gibi henüz bu eserlerin Türkçeye çevirisi dahi yapılabilmiş değildir. Fakat tüm bunlara rağmen son zamanlarda birçok yayınevi harika kitaplar basıyor. Mesela “Yeni Türkiye Stratejik Araştırmalar Merkezi” tarafından basılan 37 ciltlik “Türkler ansiklopedisi” 10 ciltlik “Genel Türk Tarihi” 12 ciltlik “Osmanlı” ansiklopedisi var ki kültür hazinemize katılmış olan nadide eserlerdir bunlar. Bir ülke tarihe damga vurmak istiyorsa bu eşsiz eserleri ortaya koymalıdır. Kaldı ki 19. yüzyılda başlayan milliyetçilik furyasının sonucu olarak halklar kendilerini tanıtan ansiklopedilerini yazmışlar bazıları 20, bazıları 90 ,bazıları 160 cilt olan ansiklopediler basmışlardır. Dünya medeniyetler zincirinde niçin “Türk Medeniyeti” adıyla bir halka oluşturulmasın. 

    Avrupada ilk ansiklopedi 18. Yüzyılda yazılmaya başlanmışken 9.yüzyılda Taberi 30 ciltlik tefsirini yazmıştı. Daha sonraki devirlerde İslam alimleri o kadar çok eser ortaya koymuşlardır ki sonraki nesiller uzun zaman o eski alimlerin klasikleşmiş eserlerinin üzerine eser yazmaktan ictinab etmişler yazdıkları eserlerde o alimlerin adlarını eserlerini anmadan geçememişlerdir. Bu, İslam bilim insanlarının ilimdeki metodlarının sağlamlığını ilmin ne kadar üst noktalarda olduğunu bize açıkça gösterir. Bu ilim bizde kendini 11.yüzyılda Divanü Lügati’t-Türk olarak gösterebilmiştir. Kaldı ki 11. yüzyıla kadar basılmış eserlerin olması muhtemel, sadece gün yüzüne çıkmayı bekliyor. 

    Diyanetin İslam Ansiklopedisi sadece İslami konuları ele alan bir ansiklopedi değil. Hemen birçok konuda madde başlığı var. İlginçtir 28 Şubat sürecinde ansiklopediye makale yazan bazı yazarların niçin İslami içerikli bir yayına yazı verdiği sorulmuş bu da elbette ön yargının sonucu. Diyanetin en övülesi hizmeti ansiklopediyi dijital ortama aktarmış olması aynı zamanda ücretsiz olarak herkesin istifadesine sunmuş olmasıdır. Ebook formatında ya da pdf formatında ücretsiz olarak sunulan Türkçe eser çok az. Bu yönüyle de Diyanet çok kaliteli bir hizmet ortaya koymuş. İnşallah ilerleyen yıllarda bu tip hizmetleri başka kurumlarda da görürüz. 

    (Yazı 2018 yılına ait arşiv yazıdır. Bilgilerde değişme olmuş olabilir)

  • Tartışma

    Yazan : Özcan ATAR

    Tartışma usulünü çok iyi bildiğimi söyleyemem. Duygularımın bir anda göğüs kafesime baskı yapmasına engel olmakta zorluk çekerim. Muhatabım da benim gibi ise ortaya kupkuru bir gürültüden başka bir şey dökülmez. İki taraf birbirini anlamak için değil anlamamak için çaba gösterir.

    Tartışmada önemli olan bir diğer husus da tartışmada zaman mekan ve muhatabın kültür düzeyidir. İyi bir tartışma tüm bunların uygun bir şekilde bileşimi ile ortaya çıkar. Ama mekan iyi bir mekan değilse sonuç asla iyi olmaz. Hele bireyler arasında kültür düzeyi farkı varsa tartışmadan uzak durmak gerekir.

    Ahmet Haşim’den birkaç cümle:

    “Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan fırtınalardan ve etrafına döktüğü feyizli çağlayanlardan yegane müteessir olmayan meğer onun genç başı imiş.”
    “Yorgun iskeletlerinin soğumuş kemiklerini güneşte ısıtmakla meşguldü.”
    “Vücudun çökmesi zekanın olgunluk zamanına tesadüf eder.”

  • Beethoven’ın Gözyaşları: Dokuzuncu Senfoni’nin Sırrı

    Zor Bir Yaşam Ludwig Van Beethoven artık hiç duymuyordu… Zorluklarla geçmiş bir yaşamın, işte en zorlu günlerine gelmişti… Bir müzisyen için hiç duyamamak, ne demek? O yaşamının bütün anlamını sesler ve onlardan çıkan melodiler üzerine kurmuşken, koyu bir sessizliğin içine gömülüvermek! Oysa bu bu lanet hastalık kulaklarını kemirircesine çınlamalar ve hışırtılar biçiminde başladığında, inatla ona karşı direnmek istemişti. Kimi zamanlar bir yastık altına kafasını koyuyor, saatlerce o halde kalarak, her şeyden uzaklaşmak, o çınlama ve hışırtılardan kurtulmak istiyordu. Sanki, artık yaşam onun için bitmiş gibiydi… Hırçındı. Beklenmedik anda kırıcı olabiliyordu. Sanki uzun süre çaresiz biçimde, kendi canavarını beklemiş gibi bir duygu içindeydi. Geçmişi bir film şeridi gibi gözlerinin önünden akıp gidiyordu. Zor bir yaşamın içinden bu günlere gelmişti.

    Çocukluktan Başlayan Sıkıntılar

    1770 yılında Bonn’da gözlerini dünyaya açmıştı. Alkolik bir baba… Böyle bir koca elinde, doğru dürüst gün görmemiş, çocuklarının hatırına susmuş talihsiz bir anne!… Tam sekiz çocuk… Kiminin işitme zorlukları vardı, kiminin başka engelleri… İşitememek! Bu sinsi hastalık, belki günün birinde onu da bulacaktı… Gün gelip sinsi köşesinden çıkıp da, kulağının içini kasıp kavuran bu hastalık kendini bulduğunda Ludwig, hiç şaşırmadı. Evet, baba evi gürültü-patırtı ve bağırıp çağırışlarla bir değirmen havasındaydı. Gürültü hiç eksik olmuyordu. Babası, kafasının tası attığında acımasızca çocuklarını dövüyordu. Şarap şişesi yanından eksik olmayan bu kaba adam, gerçekte ücretli saray müzisyenlerinden biriydi. Müzik kendine çok para getirmese de onun para getirecek bir araç olduğunu aşina olduğu dünyadan biliyordu. Günün birinde, daha Ludwig üç dört yaşlarındayken, babası onda müzik yeteneği olduğunu fark etti. Buna çok sevindi. Aklında derhal şunu kurdu: Acaba Ludwig ileride iyi bir müzisyen olabilir miydi? Eğer olursa, oğlu üzerinden iyi paralar kazanabilirdi. İstediği gibi şarabını alabildiği rahat günlerle yaşamını tamamlardı bu olduğunda… Oğluna sıkı bir görev verdi: Ludwig evdeki köhne piyanonun başına geçecek, sürekli piyano çalacak, yeteneklerini geliştirecek ve kendini babasına sağlayacağı güzel günlere hazırlayacaktı… Babası süreler koyuyordu önüne küçük Ludwig’in… Şu saat hiç durmadan piyano çalacaksın, bu süre bitmeden, piyanonun başından ayrılmayacaksın gibi talimatlar veriyordu oğluna acımasız baba… O piyano çalarken, babası bir köşede elinde şarabı demlenirdi. Kimi zaman dışarıdan çocuk sesleri geldiğinde, Ludwig kulaklarını kabartır, bağırış çağırışlar arasında oynayan çocuklara karışmak isterdi. Bu durumda babası kaşlarını çatar, sert bakışlarla sanki ona işine devam etmesini emrederdi.

    Mozart’la Tanışıyor

    On yaşına geldiğinde, babası hiç göz açtırmadığı oğlunu, ünlü Mozart’ın yanına götürdü. Wolfgang Amadeus Mozart bu küçük çocuğun yeteneklerini kısa bir piyano çalmasıyla derhal anladı. Çünkü Ludwig’in sihirli parmaklarının temasıyla sanki uçan tuşlardan, çok bilindik besteler bile, sanki özel anlamlar kazanıyormuş gibi bambaşka bir tatta dökülüyordu. Mozart, Ludwig’i dinlerken gülümsedi. Yanında bulunan diğer müzisyen arkadaşlarına şunu söyledi: “Bu çocuğa iyi bakın… Gün gelecek, bütün dünya onu tanıyacak”… Evet, Mozart böyle demişti Ludwig için; ama ona zaman ayırıp birikimlerini ona aktaracak pek zaman da bulamamıştı. Neefe ile çalıştı. Genç bir adamken Viyana’ya gitti. Artık onu tanıyanlar, bir parça saygıyla adını tam olarak söylüyorlardı: Ludwig van Beethoven olarak tanıtıyordu. Geri döndüğünde, çok sevdiği annesini kaybetti. Kont Walstein’in yanına giderek, onun orkestrasında viyola çalmaya başladı. Kimi özel toplantılara da giderek müzik aletleri çaldı. Bir ara, ünlü kişilerin çocuklarına müzik dersi de verdi. O, artık yalnız çocuklara öğretmenlik yapan biri olarak değil, aynı zamanda çok iyi viyola ve piyano çalan bir müzik adamı olarak da tanıyorlardı.

    Kulak Sağlığı Bozuluyor

    Ludwig van Beethoven 1İşte bu aşamada, kulaklarında o tanımlayamadığı çınlamalar başladı. Sanki can evinden vurulmuştu. İnsanlarla ilişki kurmakta güçlük çekiyor, olması gereken yerlerden köşe bucak kaçıyordu. Gittikçe hastalığı arttı. Kulağında önce gür ve net sesler biçiminde algıladığı melodiler, giderek derinden, sanki sisli perdelerin arkasından ve çoğu kereler de boğuk tınılar olarak geliyordu. Ancak o, duyamamasına karşın, ardı ardına senfoniler ve değişik kalıplarda besteler yapıyordu.

    Ölümsüz Aşk

    Bir ara, kimi kadınlara ilgi duydu. Belki platonikti yaşadıkları, pek belli değil… İçindeki bu yoğun duyguları, kimi eserlerinde dile getirdi. Ancak kimdi bu kadınlar? Kimsecikler net biçimde bilmiyordu. O içindeki duyguyu yönelttiği kişiyi, “Ölümsüz Aşk” biçiminde tanımlıyordu. (beethoven ‘ın aşk hikayesini, hayal kırıklıklarını ve psikolojisini inceleyen filmin adıda “Ölümsüz Aşk(Immortal Beloved)”tır.

    Artık Hiç Duymuyor

    Ve günün birinde, hiç duyamaz oldu. Artık bütün insanlardan kaçıyordu. Evine kapanıyor, günlerce sessizliğin üzerini, yalnızlığıyla örtmeye çalışıyordu. Hayır, o müzik yapmadan duramazdı. O zamana dek, duyu yetisini elinden alan canavarın onca baskısına, zorlamasına karşın, inatla müziğini yapmış, en güzel besteleri insanlığın önüne sunmuştu. Örneğin, tam sekiz senfonisi ve özellikle de 5. Senfoni.. Yine örneğin, “Für Elisa”… Eroica… Napolyon‘a adamışken, sonradan kızıp geri çektiği eseri… Bir konser anında, bir kontun, “Hadi müzisyen çal!” ukalalığı üzerine, her şeyi orada bırakıp çekip gidişi ve bir kaç gün sonra konta yazdığı mektup: “Siz kontsunuz. Bugün varsınız, yarın olmayacaksınız. Ancak Beethoven bir tanedir ve hep olacaktır!” Şimdi duymuyor diye böyle bir adam nasıl durabilirdi ki! Sessizlik onun düşmanıydı, tamam. Ancak o teslim olmaya hiç niyetli değildi.

    9. Senfoni

    Tuttu, bu aşamada yaşamının en önemli kararını verdi: Belki yirmi yıldır uğraştığı, ancak bitiremediği; notalarını o deftere bu deftere kaydettiği bir senfonisi vardı. Gittikçe kulağına çarpan sesleri duymaz bir hale doğru ilerlerken, son bir çırpınışla bu 9. senfonisini bitirecekti. Ve günlerce, aylarca uğraştı. Gittikçe kulakları devreden çıkıyor; yalnız parmaklarının sihirli uçuşu ve tuşların ritmik hareketi eserine son şeklini veriyordu. Bazen tek bir notayı, bir başkasından ayırabilmek için uzun süre emek harcamak zorunda kalıyordu. Kim bilir, belki sesler üzerinden, bilinmez matematik problemler ve algılamalar kurgulayarak, senfonisinin notalarını önündeki kâğıtlara döküyordu. Ve eserini tamamladı… 9. Senfoni…

    9. Senfoni

    Büyük Konser

    Ludwig van Beethoven conducting with baton – by Katzaroff . German composer 17 December 1770- 26 March 1827

    Ludwig van Beethoven, eserini icra etmek için, toplam on bin kişinin izleyici olarak bulunduğu büyük bir salonda, tam 300 kişiden oluşan orkestra ve korosuyla eserini icra edecekti. Ve o an geldi: Senfonisini bitirmişti. Artık Beethoven, hiç duymuyordu, hiç… Şimdi 9. Senfoni müzik severlerin önüne çıkacak; ilginç tonların, hatta insan sesinin bile eklenmesi için uğraştığı bu yapıt, insandan tanrıya uzanan bir köprü olacaktı. Senfonisi’ni kendisi yönetmek istedi. Ancak hiç duymadığı bir dünyada, seslerin inişini ve çıkışını, notaların yükselişini ve düşüşünü nasıl bir kuyumcu hassasiyetiyle takip edebilirdi ki! Buna karşın, orkestranın tam karşısına yürüdü ve Orkestra Şefi’nin yerini alacağı halkanın üzerinde durdu. Senfoniyi yönetmek için hazırlanmış olan Umlauf, ünlü besteciye hayranlık ve büyük bir saygı duyuyordu. Beethoven’e hiç müdahale etmedi. Gitti, başka bir noktada yerini aldı. Beethoven yönü orkestraya dönük, büyük bir zafer kazanmış kahraman gibi ayakta duruyordu. Duymuyordu; ama senfonide yer alan kişilerin üflemelerinden, yanaklarının şişmesinden, her bir enstrümana vuruş biçiminden, kendi senfonisini okumaya çalışıyordu. Sessiz dünyasında, kendi kafasının içine nakşettiği eserine ait melodileri belleğinde yarattığı kurgu üzerinden iç dünyasında yaşıyordu. Beethoven’in senfonisi, onun sessiz dünyasından taşıyor, nice sesleri, melodileri, tınıları dinleyenlerin kulaklarına taşıyordu. Onun işitemediğini bilen izleyenler, önlerinde dimdik ayakta duran yüzyılların kahraman adamına hayranlıkla bakıyor; orkestra azıcık nefes aldığında bu kahramanı deli gibi alkışlıyorlardı.

    Beethoven Ayakta Alkışlanıyor

    Senfoni yarılanmıştı. Bir anda herkes ayağa fırladı, müthiş uğultular arasında salonu bir alkış tufanı doldurdu. O anda Beethoven kendi sessiz dünyasında alkışları hiç duymamıştı. Hala orkestraya bakıyor, alkış tufanı karşısında susup kalmış orkestranın neden çalmadığını anlamaya çalışıyordu. Biri koştu. Onu kollarından tutup, yönünü ve bakışlarını alkış tufanına doğru çevirdi… O şimdi ancak, eserini izleyenlerin birbirine inip kalkan el vuruşlarından alkışlandığını anlamıştı… Nefesini tutmuş, bu hareketlerin bitmesini bekliyordu. Eser kaldığı yerden sürdü. Ve muhteşem final: Beethoven, eseri bittiği yerde, gözyaşları içinde, kendini tutamayarak, bayılır gibi orkestranın en önüne kendini bırakıvermişti. Zaferinin gücü, onun bile ayaklarını yerden kesmiş, yüreğini duracak ölçüde heyecanlandırmıştı. Başarmıştı… Kendi sessiz dünyasında yaşadığı duyguları, çağın en önemli senfonilerinden biriyle notalar üzerinden aktarmıştı. Zafer, bu işitemeyen dev kahramanındı.

    Son Yolculuk

    Ve acı son: Viyana… Bir tatil sonrasında Beethoven, siroz olmuştu. Yataktan çıkamayacak kadar ağırdı. 26 Mart 1827 de kıyamet gibi yağmur yağıyordu. Şimşekler çakıyor, yatağında yatan Beethoven’in loş odası, çakan şimşeklerin ışıklarıyla aydınlanıyordu. Böyle bir anda Beethoven, birden yarı doğruldu, yumruğunu havaya kaldırdı ve sonra hayata inatla direnmiş bu adam, cansız bedenini yatağa bırakıverdi. Onu, mezarına uğurlayan 30.000 kişinin kulaklarında, Beethoven’in şu sözleri çınlıyordu:

    “Sanatın kalbine nüfuz edin. Çünkü ancak sanat ve bilim insanı, tanrısal boyuta yüceltebilir!”

    Yazan: Prof. Dr. Kemal Arı

  • Moğol Hakan’ı Güyük Han’ın Papa’ya Mektubu

    Moğol Hakanı Güyük Han’ın Papa IV. inosent’e yazdığı mektup ve içindeki Türkçe ile Moğolca cümleler ve kelimeler

    MOĞOL HAKANI GÜYÜK HAN’IN PAPA İNOSENT IV’E YAZDIĞI MEKTUP

    Mot-a-mot Çeviri: MÉHRAN BAHARLI

    BENGÜ GÖK – TANRI’NIN GÜCÜYLE

    GÜR (SARSILMAZ) ULU ULUSUN, DALAYIN (EVRENSEL) HANI

    YARLIĞIMIZ

    Uşbu, Ulu Papa’nın katına gönderilen bir yarlıktır. Biz bu yarlığı [Ulu Papa’nın egemenliyi altındaki] ülkelerin dilinde yazdırdık ki onu anlasın ve başa düşsün.

    [Bize gönderdiyiniz] Elçilerinizden Kıralın öteki yabgularla keneş ve danışma yaptıktan [sonra], bize il ve teslim olmak ve kulluk etmek ötüyünde bulunduğunu işittik.

    Abang kendi [teslim olma] sözünüze çınak iseniz, andak sen, Ulu Papa etözün, bütün kırallarınızla birlikte, bizim kulluğumuza gelmelisiniz. Ançada, Yasa’nın gerekli olan buyruklarını size bildiririz.

    Dahi, [mekbubunda] çilem [vaftiz] yapmamın [ve Hıristiyan olmamın] benim için asıklı olacağını belirten bir ötük ıdmışsın. Bu degiyle de, bilge olduğunu sanmışsın. Bu ötüyün [de] bizim için anlamsızdır.

    Dahi, “Macarların ve Hıristiyanların ülkelerini, barçasını tavdınız. Ben şaşkınlık içindeyim ki bu yalınıkların suçu neydi? Bize söyleyin” demişsin. Senin bu ayıtığın da bizim için anlamsızdır.

    Çingiz Han ve [Ögedey] Kaan, ikisi de Gök-Tanrı’nın [tüm dünyanın Moğollara uyuk olması gerektiyi] buyruğunu duymaları için anılanlara] ilettiler. Ancak onlar Tanrı’nın buyruğuna inanmadılar ve senin bu söylediklerinle yaptığın gibi, utun oldular. Yolladığımız elçilerimiz ve yalavaçlarımızı öldürdüler. Bunun üzerine Gök-Tanrı [bizim elimizle] o ülkeleri artattı ve dirinini yokattı. Gök-Tanrı’nın buyruğu olmadan, sayu birinin yalnız kendi gücüyle [yalınıkları] öldürmesi ve [ülkeleri] ele geçirmesi nice olası olabilir?

    Sen ayrıca diyorsun: “Ben Hıristiyan’ım, Tanrı’ya taparım, yalvar yakar ederim ve tasalanırım. [ve Tanrı’nın esirgemesi ve yarlıgaması yalnız beni kapsar]” Sen Tanrı’nın kimi bağışlayıp yarlıgadığını, kimi esirgediyini ve kime acıdığını ne bilirsin? Sen bunları nitek biliyorsun ki böyle konuşuyorsun?

    Gök – Tanrı’nın gücüyle, güneşin doğduğu ve battığı yerler arasındaki bütün ülkeler [acun hakimiyeti] bize [Moğollara] suyurganmıştır ve biz onların yiyesiyiz. Tanrı’nın buyruğu olmaksızın nasıl [dünya hâkimi] olunabilir?

    Şimdi, siz çın yürekten ve könilikle söylemelisiniz: “Biz size boyun eyip il olacağız, ve gücümüzü sizin güce katacağız”. Daha sonra bütün kırallar, sen etözün başlarında olarak, birlikte ve birge bize kulluk için tapuğumuza gelmelisiniz. Yalnız ançada sizin bize boyun eydiyinizi ve illeştiyinizi tanıyacağız.

    Ancak Gök – Tanrı’nın [Moğollara uyuk olmanız gerektiyi] buyruğuna karşı gelirseniz ve bizim [katımıza gelmenizi bildiren uşbu] yarlığımıza uymazsanız, biz sizi yağı bileceyiz. Ayrıca, yarlığımıza uymazsanız, (ardında size) ne olacağını biz ne biliriz? Bunu yalnız Gök – Tanrı bilir.

    (Al Tamga: Mengü Gök-Tanrı’nın gücüyle. Dalayın, Yeke Mongol Ulusunun Hanı. Yarlık. İl olmuş ve Bulgak olan (bütün) ilgüne ulaşsın. Onları belinlesin ve övdüler yapsın)

    Abang: eğer, abañ

    Acun: dünya, evren

    Ançada: o zaman, o vakit

    Artamak: yok etmek

    Artatmak: yok ettirmek

    Asıklı: faydalı, yararlı

    Ayıtık: ayıtılan, söylenilen sözler

    Barçasını: hepsini, tümünü, tükelini

    Başa düşmek: anlamak, iyice kavramak

    Bayrı: Ezeli, başlangışsız

    Belinlemek: ürkmek, vahşet etmek

    Bengü: ebedi, sonsuz

    Bulgak: isyancı, baş kaldırmış, kalkış ve kargaşa yaratan

    Buyruk: emir, ferman

    Çın könül: çın yürekle, samimi kalple

    Çın: doğru, içten, düzgün, gerçek

    Çınak: sâdık

    Çildemek: suya batırmak, ıslatmak

    Çiledemek: suya batırmak, ıslatmak

    Çilem: Çimarın, gusul, suya batma eylem ve töreni, burada vaftiz olmak

    Çimarınmak: gusul yapmak

    Dalay: okyanus

    Degi: denilen, söylenilen söz

    Dirin: nufüs, ahali

    Esirgemek: acıyıp korumak

    Etözün: şahsen, bizzat

    Idmak: göndermek, yollamak

    İl olmak: hakimiyetini kabul etmek ve uyruğu olup, barış içinde yaşamak, teslim olmak

    İlgün: Halk

    İlleşmek: il olmak, teslim olmak, boyun eymek, barışı kabul etmek

    Kaan: Hakan kelimesinin orta Moğolcadaki telaffüzü

    Kat: huzur

    Keneş: geneş, danışma, meşveret, istişare

    Könilik: dürüstlük, doğruluk, insaf ve adalet

    Kulluk: Hizmet, katında bulunup hizmet etmek, kölelik

    Mengü: Bengü, ebedi

    Nice: nasıl, nite

    Nitek: nasıl, nice, nite

    Olası: mümkün

    Övdüler: müteşekkir

    Övdüler olsunlar: müteşekkir olsunlar

    Sayu: her, her hangi, biri, kimse, kimsene

    Suyurgamak: ihsan ve lütüf etmek

    Tapuk: Hizmet, ibâdet

    Tasalanmak: bir şeyi kendine dert edinerek üzülmek, kaygılanmak. Farsça Tâse kökeninden.

    Tavmak: tasarruf ve işgal etmek

    Ulus: millet, Moğol hakanının egemenliyi altındaki bütün halk

    Uşbu: işbu

    Utun: deyersiz, alçak, küstah

    Uyuk: tâbi

    Yabgu: hükümdar, yürütme erki başı

    Yağı: düşman

    Yalınık: insan

    Yarlıgamak: mağfiret ve merhamet etmek

    Yarlık: hakanın yazılı buyruğu

    Yasa: Çingiz Hanın kutsal kuralları

    Yeke: Büyük, Kocaman, Muazzam

    Yiye: sahip

    Yokatmak: idam etmek, öldürmek

    https://sozumuz1.blogspot.com/2015/12/blog-post_24.html